Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Etik Üzerine


Misafir isimsizuye

Önerilen İletiler

Zamânımızın moda kavramlarından bir tânesi de etik. Değişik alanlarda değişik kullanıcılar etik’i ağızlarına sakız yapmış durumda. Etik’le ilgili haklı haksız bir sürü şey söyleniyor. Hâl böyle olunca insanların kafası karışıyor; hangi soruların cevaplarını hangi alanlarda aramaları gerektiği konusunda çıkmaza düşüyorlar. Tüm bu kafa karışıklıklarını çözümlemek ve gidermek de durumdan vazîfe çıkartan benim gibi kişilere düşüyor:

 

*

 

Belirli bir kavram ya da belirli bir terim hakkında konuşmak için o kavram ya da terimin hangi bağlamda ne gibi bir amaçla kullanıldığına bakmak kaçınılmazdır. Aksi hâlde herhangi bir kavram ya da terimin anlamını anlamanın olanaklı bir yolu kalmayacaktır. Kavram ya da terimlerin anlamlarını belirleme güçlüğü hemen her alanda karşımıza çıkarken, Felsefe kavramlarının ya da terimlerinin anlamlarını belirleme güçlüğü bu işlere kalkışanlarda büyük bir yılgınlık hissi uyandırıyor. Çeşitli kullanıcılar Felsefe’de çeşitli kavram ya da terimlere oldukça değişik ve hattâ bâzen birbirine tamâmen zıt içerikler yükleyebiliyor. Hâl böyle olunca bu kavram ya da terimlerin anlamlarının hiçbir biçimde belirlenemeyeceği sayıltısı kabûl edilebiliyor. Ne var ki bu kavram ya da terimler hakkında ortaya çıkan sorunları çözümlemek ve belirli bir çözüme bağlamak için girişilen çalışmalarda ortaya konanların da sağlam bir biçimde temellendirilmesi gerekmektedir. Aksi hâlde bunlar hakkındaki mevcut sorunların bırakınız çözüme bağlanmasını, bu sorunlara hem nitelik hem de nicelik bakımından yenileri eklenir. İmdi cevaplanması gereken ilk soru şudur: Felsefe’de kullanılan kavram ya da terimler hakkındaki sorunları çözümlemek ve belirli bir çözüme bağlamak için girişilen çalışmalarda temellendirme sorunu nasıl aşılabilir?

 

Bana sorarsanız bu sorunu aşmayı sağlayacak birinci şart şu: Felsefe’de kullanılan kavram ya da terimlerin birincileyin olanaklı olduğu ölçüde ilk kullanımlarına geri gidilmeli. Bu ilk kullanımlar saptanırken bunların etimolojilerine de göz atmakta yarar var. Ancak bu da yetmez. İkincileyin bunları ilk kullananların onları hangi bağlamlarda hangi amaçlarla kullandığına bakılmalı.

 

İmdi bu iki unsur bu tür sorunları aşmaya çalışmanın mihenk taşı olsa gerek. Bu iki unsur sağlandıktan sonra bunların kullanımlarını târihsel olarak incelemek ve değişik kullanıcıların bunlara yüklediği içerikleri daha önce yerine getirilen o iki unsurla karşılaştırmak gerek. Bunlar sağlandıktan sonra bu kavram ya da terimlerin neliklerine bakma olanağı da açılacaktır. İmdi nelik bilgisine ulaşıldığında bu bilgilerin yapısı gereği onların değişmez, kalıcı ve hakkında olduğu nesne için mutlak olduğu da görülecektir. Bu bilgiler daha sonra da tanım şekline dönüştürülmelidir. Aynı şey; yâni tanımlar ile nelik bilgileri arasındaki özdeşlik ilişkisi salt Felsefe kavramları ya da terimleri için değil; bütün kavram ya da terimler için de kuşkusuz geçerlidir. Bütün bunlar sağlanacak olursa bir şeyin tanımı ile neliği artık özdeşleşmiş olacaktır.

 

Ne var ki felsefe târihinde nelik bilgilerine ulaşılıp da bu bilgilerin belirli bir tanıma dönüştürülerek tedâvûle girdiğine çok fazla tanıklık edemiyoruz. Tâ öteden beri çeşitli objeler hakkında çeşitli nelik araştırmaları hep yapılmıştır. Fakat bu araştırmalarda ortaya konan bilgiler büyük oranda birbirini deviriyor. İmdi bunun birçok nedeni var. Ancak en temel olanları şu şekilde: a) yönteme ilişkin sorunlar: filozoflar nelik bilgilerine ulaşmada farklı ve kimi zaman da öznel yollar seçebiliyorlar ve B) amaca ilişkin sorunlar: nelik bilgilerine ulaşma çabası bâzı spesifik amaçlara hizmet etme kaygısı güdebiliyor ki bunları da genel olarak: i) mevcut statükonun olumlanması ihtiyâcı, ii) otoritenin yüklediği ödevlerin yerine getirilmesi kaygısı, iii) zamânın modasına uymak gerektiği saplantısı, iv) yapılıp edilenlerin şu ya da bu şekilde haklı çıkartılmaya çalışılması, v) uluslararası çevrelerde îtîbâr görme ihtiyâcı ve vi) kimi filozoflara sırt yaslama ezberciliği gibi temel kategorilerde toplayabiliriz.

 

Yönteme ilişkin sorunları aşmaya çalışmak için benim niçin böyle bir yol önerdiğime gelince: Felsefe’de kullanılan kavram ya da terimlerin anlamlarını ortaya ilk koyanların kafalarında belirli tasarımlar vardı ve bunlar öncelikle o tasarımlara verilen adlardı. Bu bakımdan o ilk kullanıcıların kafaları -bunlar hakkında bu tür bir sorunun henüz mevcut bulunmadığını varsayarsak- karışık değildi. Bu ilk kullanıcılar bu adları belirli ayrımları yaparak vermişti. Ancak sonradan bu kavram ya da terimlere değişik içerikler yüklenince kafalar karışıyor; herhangi bir ayrım yapmak güçleşiyor.

 

Ne var ki bu, şu demeye gelmez: bir kavram ya da terimin ilk içeriklendirme biçimi doğrudur ve tek tek kişiler kendi akıllarını kullanarak bu kavram ya da terimlerin anlamlarını anlamaya çalışmamalı; onları ilk kullananların kafalarıyla düşünmeli. Bu tür bir çıkarım tam anlamıyla sofistik bir çıkarımdır: öncelikle şunu belirteyim ki doğruluk ya da yanlışlık kavram ya da terimler için değil; yalnızca bilgiler ve onları dile getiren önermeler için söz konusu olabilir ki bu da bir kavram ya da terime yüklenen ilk içeriğin doğru ya da yanlış olmasının zâten söz konusu olamayacağı anlamına gelir. İmdi içinde kavram ya da terimlerin geçtiği bilgilerin veya önermelerin doğruluğu ya da yanlışlığı araştırılırken de bu kavram ya da terimlerin neye tekâbûl ettiğine ve tekâbûl ettiği nesneyi göstermede ne kadar elverişli olup olmadığına bakılır/bakılmalıdır. Bunların sağlanması demek ilgili kavram ya da terimlerin anlamlarına ulaşmış olmak demeye gelir. Nitekim bunlar sağlanıyorsa şâyet ilgili kavram ya da terimin anlamına sâhibizdir, yok eğer sağlanamıyorsa bunlar anlamsızdır. Bir de kavramların ya da terimlerin anlamsızlaştırılması sorunu vardır ki bu da bir kavram ya da terime şu ya da bu şekilde öznel ve yanlış yollardan yaklaşılmasından ve onlara demin kabaca serimlediğim bâzı amaçlarla değişik içeriklerin yüklenmesinden kaynaklanıyor. İmdi bu sorunu da çözümleyip belirli bir çözüme bağlamanın sanırım en sağlam yolu da bu anlamsızlaştırma işi henüz gerçekleşmemişken durumun ne olduğuna bakmaktan geçiyor. Yoksa tabiî ki yine tek tek kişiler kendi akıllarını kullanmış oluyor.

 

Felsefe kavramlarının ya da terimlerinin neredeyse tamâmının Eski Yunanca veya Latince olmasına ve bunlar hakkındaki sorunları çözümleme ve belirli bir çözüme bağlama çalışmalarına etimolojik ve târihsel bir perspektiften ışık tutma faaliyetlerine hemen hiç şaşmamak gerek. Nitekim bu kavram ya da terimleri ilk kullananlar da Grekler olmuştu. Ortaçağ’da yapılan çevirilerle bunlar Latinceye çevrildi. Dönemin şartları îtîbârîyle Latince, Bilim ve Felsefe dili hâline gelince üretilen kavram ya da terimlerin adlarının da Latinceden seçilmesine başlandı. Zamanla bu kavram ya da terimlere değişik içerikler yüklenince bunlara târihsel bir yük bindi. Hâl böyle olunca bunlar hakkında müthiş bir kafa karışıklığı ortaya çıktı ve serpildi. Aslında kavram ya da terimler hakkında bu tür bir kafa karışıklığı salt Felsefe’de değil; hemen her alanda var. Fakat bu alanların hiçbirinde durum Felsefedekinden daha vahim değil.

 

Amaca ilişkin sorunlara baktığımızda: Felsefe adına utanç verici bir tabloyla karşılaşıyoruz: filozofun işi aslında teorik olarak, nelik bilgisini ortaya koymakla biter. Ancak hemen her çağda insanlığın filozoflardan (da) birtakım beklentileri olmuştur ve aslında olması da tamâmen doğaldır. İmdi filozofun ortaya koyduğu bu nelik bilgisinden hareketle birtakım spesifik sonuçlara ulaşarak bunları karşılaması talep edilir. İşte ne oluyorsa bu talep edilenler hakkında oluyor; bunlar eğer filozofun zihnini ipotek altına alırsa Felsefe’den beklenen görevlerin karşılanabilmesinin olanaklı koşulları ortadan kalkıyor; filozof yaptığı nelik araştırmalarında birtakım değişikliklere, düzeltmelere, oynamalara vb. gidiyor.

 

İmdi bu söylediklerime örnek vermem gerekirse: Aristoteles’in şu görüşlerine şöyle bir bakalım: Aristoteles bütün yapıp ettiklerimizin sorumluluğunun bizlere âit olduğunu düşünür ve onları bizim tercih ettiğimizi savunur, yapılması elimizde olan şeyleri yapmak kadar onları yapmamamızın da yine bizim elimizde olduğunu iddiâ eder. Aristoteles’e göre bu böyle olmasaydı insan özgürlüğünden bahsetmek de mümkün olmazdı. Ancak Aristoteles insan özgürlüğü derken salt köle olmayan erkeklerin özgürlüğünü kasteder. İmdi Politika’da ortaya koyduklarına bakılırsa köleler özgür değildir; çünkü köleler insan değildir(!?). Kadınlar ise kocalarına bağımlıdır ki bu da onların da özgürlüğünü ortadan kaldırır. Aristoteles’in bu görüşleri döneminin Grek toplumsal yaşamıyla tam bir uygunluk içinde. Üstelik kendisi de bir aristokrat olup tüm işlerini kölelerine yaptırdığı için eyleme ve insana ilişkin bu yerleşik anlayışın dışına çıkamadı. Nitekim Aristoteles’in bu çalışması mevcut statükonun olumlanması amacını güttüğü gibi, aynı zamanda yapılıp edilenlerin şu ya da bu şekilde haklı çıkartılmaya çalışılması amacına da hizmet etmekte.

 

Amaca ilişkin sorunlara bir başka örnek de şu: zamânımızda insan hakları kavramının içeriklendirme biçimleri ve bu içeriklere bakılarak yapılıp edilenlerin ortaya çıkarttığı tablo gerçekten de dehşet verici: zamânımızın moda kavramlarından bir tânesi de insan hakları. Gazetelerden televizyonlara radyolardan dergilere ve hattâ günlük konuşmalarımıza bile bir insan hakları lâfı dolanıp durmuş durumda. Bu kavram o kadar önemli bir kavram ki kimileri yaptıkları zulümleri bu kavram aracılığıyla şirin gösterebildiği gibi bunlara karşı çıkma çalışmaları da yine bu kavrama dayanılarak temellendirilmeye çalışılıyor. Uluslararası toplantılarda, kimi devletlerin insan haklarını ihlâl ettiğinin altı çiziliyor, bu devletler insan haklarını uygulaması için(!?) birtakım yaptırımlara mâruz bırakılıyor. Kimi çevreler de insan haklarının neliğini araştırmakla Felsefe’yi görevlendiriyor ki bu doğrudur; ancak bu işe kalkışan pek çok çevrenin kullandığı yöntem ve gözettikleri amaç konusunda çok büyük sorunlar vardır. Doğaldır ki bu çalışmalar ancak Felsefe’yle yapılabilir. Ne var ki bu çalışmalara uluslararası çevrelerde îtîbâr görme ihtiyâcı damgasını vuruyor. Öte yandan böyle bir ihtiyaçla hareket etmeyip de ortaya gerçekten de, ilgili nesne hakkında değişmez, kalıcı ve mutlak bilgiler; nelik bilgileri koyan kimseler de zamânımızın modası gereği geri kafalı, yobaz ve bağnaz kimseler olarak fişleniyor. Hâl böyle olunca işte bugünkü tablo ortaya çıkıyor.

 

Ben bu yazımda etik hakkındaki sorunları serimleyip bunları burada betimlediğim yöntemi kullanarak çözümleyeceğim ve etik hakkında yapılan çalışmalarda bu gibi yanlışların içersinde olanlarla belirli bir hesaplaşma içine gireceğim:

 

*

 

Efendim biraz eskilere gidelim: tâ Antikçağ’a. O dönemlerde Grekler, Felsefe’yi üç ana disipline ayırıyordu, bunlar: Doğa Felsefesi, Mantık ve Etik. Doğa Felsefesi bugünkü anlamıyla Doğa Bilimlerini de içine alan oldukça geniş bir alandı. Bu alanın ortaya koyduğu veriler Mantık aracılığıyla işleniyordu. Ancak Mantık alanının içine bugünkü anlamıyla bir tür Ontoloji, Bilgi Kuramı ve Dil Felsefesi de girmekteydi. Bu alanların toplamından oluşan Mantık, Doğa Felsefesi ile Etik arasında bir geçiş sağlıyordu. Etik alanında ise bugünkü anlamıyla bir tür İnsan Felsefesi, Toplum Felsefesi, Siyâset Felsefesi ve Devlet Felsefesi de yer alıyordu. Bu üç ana disiplinin yanı sıra bir de Sanat Felsefesi vardı.

 

Bu üç ana disiplinden biri olan Etik’in adı ethostan gelir. Eski Yunancada ethos (ethos)törebilim demeye gelir. Töre ise âdet, gelenek, görenek, ahlâk gibi anlamlara sâhiptir. Ethosun içersinde geçen bilim ifâdesi bizleri yanıltmasın. O dönemlerde Felsefe ile Bilim arasında herhangi bir ayrımlaşma yoktu ve her ikisine de bir tür bilme etkinliği olarak yaklaşılıyordu. Bu bakımdan Etik en genel anlamıyla insanların birlikte yaşamalarını belirleyen şeylerin neler olduğunu inceleyen bir bilme etkinliğiydi. İmdi birlikte yaşamayı belirleyen şeylerin neler olduğunu inceleme işi berâberinde eylemin de ne olduğunu araştırmayı gerektiriyordu; nitekim birlikte yaşamayı belirleyen şeyler kendilerini her defâsında belirli bir eylem içersinde ortaya koyuyordu ki zâten bu nedenle Etik’in temel sorusu da “Eylem nedir?” sorusu oluyordu. Ne var ki eylemler hep belirli bir insanın eylemleriydi. İmdi bu da öncelikle insanın ne olduğunu araştırmayı gerektiriyordu. Bu bakımdan Etik’in bir başka sorusu da “İnsan nedir?” sorusu oluyordu.

 

Böylelikle etik’in anlamı da ortaya çıkmış oluyor: Felsefe’nin “Eylem nedir?” sorusunu soran ve insanı eylemleri içersinde kavramaya çalışan ana disiplinlerinden biri. Öte yandan zaman içinde etik’e yüklenen değişik içerikleri ve Etik’ten beklenen farklı görevleri târihsel bir perspektiften hareketle bu anlamla karşılaştırarak irdelediğimizde ve bugün gelinen nokta îtîbârîyle buna ilişkin mevcut sorunları serimleyip çözümleyerek belirli bir çözüme bağlamaya çalıştığımızda karşımıza şunlar çıkıyor:

 

Birincileyin belirtmek gerekir ki kimi etikçiler Etik’in aslî görevinin “Ne yapmalıyım?” sorusuna cevap vermek olduğunu savunur ki onlar bu soru ancak Etik’in cevaplaması gereken bir sorudur sayıltısı içindedir. İmdi ben onların bu sorunun Etik alanı içine sonradan sokulduğunu ve bu iş olurken de gerçekte nelerin meydana geldiğini bilmedikleri kanaatindeyim. “Ne yapmalıyım?” sorusu salt Etik’e âit bir soru değildir. Bir Felsefe disiplini olarak Etik’in ömrü yalnızca yirmi küsür asır kadar geriye gider. Ancak bu sorunun yaşı kuşkusuz çok daha büyüktür. Dolayısıyla Etik’in doğuşu bu sorunun doğuşuyla başlamaz. Felsefe öncesi dönemde de Yedi Bilge adıyla ün salmış kişiler bugün pratik bilgelik denilen şeyle, kendilerine birşeyler danışanlara ellerinden geldiği oranda yardımcı olmaya çalışıyordu. Üstelik tedâvûlde etik lâfı da yoktu. Etik sofislerle birlikte tedâvûle girdi.

 

Genel olarak söylendiğinde Greklerin, “Eylem nedir?” sorusuna verdikleri cevaplarda ve eylemleri içersinde kavramaya koyuldukları insana ilişkin yürüttükleri çalışmalarda kendisinden hareket ettikleri temel kavram akıldı. Bu akıl kimi zaman Logos (logos), kimi zaman da Nous (nous) şeklinde karşımıza çıktı. İmdi Grekler aklı yere göğe sığdıramadılar. Ne var ki Ortaçağ’da akıl hakkında daha değişik bir görüş ortaya çıktı: akıl her ne kadar doğru bilgiler verse de bunları gerçekleştirmede etkin olamayabilir: akıl kimi durumlarda arzu ve istekleri bastırmada önemli bir rol üstlense de gerekeni yapmak konusunda bâzen başka şeylere de ihtiyaç duyulur.

 

Bu görüşü savunan düşünürlerden biri olan Augustinus’a göre Etik’te yapılacak ilk iş insanın kökenini araştırmaktır. “Ne yapmalıyım?” sorusuna da ancak bu şekilde cevap verilebilir. İnsanın kökeni hakkında bizi aydınlatan kaynak da ancak Hıristiyanlıktır. İmdi eylemleri içersinde incelenecek olan insanın kökenini kavramak için de tanrının inâyetine ihtiyaç vardır. Bu inâyet eşliğinde şunu görürüz ki insan eylemlerine yön veren istemeler tanrının istemesine uygun olmak zorundadır. Tanrı, insanı kendisine itaat etsin diye yaratmıştır, bu onun temel istemidir. İstemeleri bu temel istemeye uygunluk gösterdiği oranda tüm insanlar mutluluğa erişebilir. İnsan eylemleri tanrının bu temel istemine hizmet etmelidir.

 

Böylelikle Augustinus’la birlikte Etik ile Hıristiyanlık deyim yerindeyse yapışık iki alan hâline gelmiş oldu. Ne var ki Etik alanında Grekler insanın kökenine ilişkin hiçbir araştırma yapmıyor; bunları mitoslara bırakıyordu. Etik alanında ise salt eyleme ve eylemleri içersinde insana ilişkin bir inceleme yürütüyorlardı. Nitekim insanı eylemleri içersinde incelemek başkadır, insanın kökeni hakkında bir araştırmaya kalkışıp buradan hareketle onun eylemlerini incelemek başkadır. İnsanın kökeni hakkında çeşitli açıklamalarda bulunan oldukça değişik alanlar ve bilgi-inanç kümeleri vardır; örneğin mitolojiler, dinler, dünyâ görüşleri, değerlilik tasarımları, ideolojiler … Antikçağ’da Grekler yalnızca mitolojilerden ve Yahudilikten haberdârdı. Ancak insanın kökenine ilişkin açıklamaları bu alanlara bırakmaları gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Oysa ki Ortaçağ’a geçişle birlikte târihsel süreçte bu gibi sapmalar ortaya çıkacaktı. Hâl böyle olunca insanın kökenine ilişkin araştırmalar yapma ve eylemleri bu kökenden hareketle inceleme işi Felsefe’nin bir disiplini olarak Etik’in üzerine vergiymiş gibi görüldü. Zâten öteden beri cevap aranagelen; fakat aslında salt Etik’in sorusu olmayan “Ne yapmalıyım?” sorusuna cevap verme işi de böyle bir dönüşümden geçti. İşin kötü tarafı bu yanlış bugün bile, içeriği biraz değişmiş olarak sürdürülüyor. Kimileri sanıyor ki Etik’in cevaplaması gereken temel soru olan “Ne yapmalıyım?” sorusuna cevap verecek olan Etik(!?) belirli bir dîne, dünyâ görüşüne, değerlilik tasarımına veya ideolojiye dayanmak zorundadır(!?). Bu görüşü savunanlar bu târihsel yanlışın günümüzdeki devâm ettiricileri arasına girmekte olduklarını ivedilikle görmelidir.

 

Bilindiği gibi on beş ve on altıncı yüzyıllar bilimlerde ve teknolojide büyük başarıların kaydedildiği, coğrâfî keşiflerin yapıldığı; sanatta, edebiyatta ve daha pek çok alanda büyük değişimlerin yaşandığı yüzyıllardı. Rönesans’ta kaydedilen bu başarılar sonrasında İncil’de yazılanlardan kuşku duyulması Batıda “Ne yapmalıyım?” sorusuna cevap vermekte olan Hıristiyanlığın yerini bâzı dünyâ görüşlerine terk etmesine neden oldu. Bugün bile tedâvûlde bulunan birçok dünyâ görüşünün temelleri de aslında yine Ortaçağ’da atılmıştı. Fakat bunları işleyenler de Rönesans filozoflarıydı.

 

İmdi Hıristiyanlık karşısında on altıncı yüzyılda hümanizm, on yedinci yüzyılda da mekanizm büyük bir zafer kazandı. Hâl böyle olunca on altıncı yüzyılda Etik’in hümanist dünyâ görüşüne dayandırıldığını ve Felsefe’nin belirli bir din yerine geçirildiğini görüyoruz. Böylelikle Antikçağ’da birbirlerinin işlerine müdahâle etmeyen; fakat Ortaçağ’da yapışık bir hâle getirilen Din ile Felsefe artık birbirlerine düşman iki alan hâline getirildi, Ortaçağ’da dîne verilen prim bu kez dünyâ görüşlerine kaydırılarak bu dünyâ görüşleriyle beslenen Felsefe bir din şekline dönüştürüldü; tanrısının insan olduğu bir dindi bu. On yedinci yüzyılda da mekanizm belirli bir din yerine getirilmek istenen bu Felsefe’nin beslendiği kaynak oldu. Ortaçağ’da insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini gösteren kaynak Din’di, on altıncı yüzyıldan îtîbâren ise bu kaynağın bu dönüşümü geçiren Felsefe olduğu sayıltısı genel kabûl görmeye başladı.

 

On sekizinci yüzyıla gelindiğinde: Felsefe’yi beslediği iddiâ edilen bu dünyâ görüşlerinin epeyce arttığını görüyoruz. Hıristiyanlık karşısında on sekizinci yüzyılda natüralizm zafer ilân ederken, on dokuzuncu yüzyılda da materyalizm zafer ilân etti. Hâl böyle olunca on dokuzuncu yüzyılda Etik’le uğraşanlarda “Ne yapmalıyım?” sorusuna materyalizmden hareketle cevap arama faaliyetleri başladı.

 

Demin de belirttiğim gibi Antikçağ’da yapılan ve Etik’in aslî görevi olarak görülmesi gereken eylemin neliğini ortaya koyma işi ve eylemleri içersinde insanı kavrama çabası daha Ortaçağ’da insanın kökenini araştırmaya dönüşmüştü. İşte bu köken araştırmaları Etik’in de Hıristiyanlığa dayanması gerektiği sonucunu doğurmuş, Hıristiyanlığın Rönesans’ta aldığı darbeler netîcesinde insanlık târihindeki konumu dünyâ görüşlerine devredilmişti. İmdi bu dönüşümlerden her biri aslında farklı etik anlayışlarının; başka deyişle etik dizgelerinin nasıl ve niçin ortaya çıktığını göstermenin ötesinde bugünlerde herkesin ağzına yapışan etik’in anlamından ne denli uzaklaşıldığını -Heidegger’in deyişiyle neden ve nasıl üstünün örtüldüğünü, çok açık bir biçimde gösteriyor. Nitekim buna yirminci yüzyılda da devâm edildi:

 

Yirminci yüzyıl insanlık târihi açısından çok büyük felâketlerin yüzyılı oldu. Savaşlar, ideolojik dalaşmalar, ekonomik bunalımlar; vahşî kapitalizmin ekonomik, siyâsî ve sosyâl sömürüsü bu felâketlerden birkaçı. İmdi bu felâketler düşün yaşamını da doğrudan etkiledi: yirminci yüzyılda bu olup bitenlere neden olan çevreler tüm dünyâ kaynaklarından en fazla payı almak için birbirleriyle ölesiye didişirken insan dünyâsında değerlerin yeniden değerlendirilmesine giden yolu da açmıştı. İki dünyâ savaşının etkisiyle Hıristiyanlığın artık olgu ve olaylara yön vermede ne kadar başarısız kaldığı da iyicene tescillenmiş oldu. İki dünyâ savaşının arasındaki zaman dilimi içinde hümanist dünyâ görüşü oldukça yıpratıldı. Soğuk Savaş döneminde de ideolojiler çok fazla ön plâna çıkartıldı. Bütün bunların Etik’e yansıması da şuydu: artık Etik’ten(!?) beklenenler(!?) salt belirli bir etik dizgesi kurmak ve insanlığın karşı karşıya geldiği bu sorunlu ortamı aşmayı sağlayacak en ideâl yolu geliştirmek oldu. Bu yolla da Etik bir Felsefe disiplini olmaktan çıkarak/çıkartılarak değişik türden etik dizgelerinin geliştirildiği bir alan hâline geldi/getirildi. Bu dizgelere örnek olarak marksist etik, liberal etik ve burjuva etiği gösterilebilir.

 

Ne var ki SSCB’nin dağılmasıyla birlikte komünizm ve dayandığı dünyâ görüşü çok ağır bir darbe alınca, kapitalistlerin ortaya koyduğu etik dizgesinin olanaklı tek etik dizgesi olmadığını gösterme çalışmaları da çok ağır bir yara aldı. Bu yarayı iyileştirmek için daha önce Rönesans’ta gündeme gelen hümanist etik yeniden gündeme getirildi. Zamânımızda hümanist etikle uğraşanlar ise tam da uluslararası çevrelerin talep ve beklentileri doğrultusunda hümanist etiğe yeni bir şekil verdiler ve kendi görüşlerini haklı çıkartacağına inandıkları birtakım filozofların arkasına yapıştılar. Bu filozofların önde geleni de kuşkusuz Kant’tı.

 

Bugün îtîbârîyle hümanist etik Etik’i belirli bir değerlilik tasarımı hâline getirdi. İmdi bu değerlilik tasarımını iyi anlayabilmek için öncelikle değerlilik tasarımlarının ne olduğuna bakmak lâzım: değerlilik tasarımları nelerin değerli nelerin değersiz olduğuna ilişkin tasarımlardır: bu tasarımlar ‘şunlar değerli, bunlar değersiz’ diyerek insanın değerini ve yapılması gerekenlerin ne olduğunu belirlediğini iddiâ eder. Bu iddiâlar da insanın evrendeki diğer canlılar arasındaki kendine özgü yerine ve amaçlarına ilişkin tasarımlardır.

 

İmdi zamânımızın hümanist etiğine göre insansal olanakların korunmasını, gerçekleştirilmesini ve geliştirilmesini sağlayacak türden her eylem değerli, bunların tersine neden olacak türden her eylem ise değersizdir. Görüldüğü gibi bugünkü hümanist etik (de) “Eylem nedir?” sorusunu sorup insanı eylemleri içersinde kavramaya çalışmaz. Bu bakımdan etik’in anlamından ne denli uzaklaşılmış olduğunu da bugün îtîbârîyle çok açık bir biçimde ortaya koyar. Uluslararası çevrelerin talep ve beklentileri doğrultusunda önceden kabûl ettiği değerli eylem tanımının niçin benimsenmesi gerektiğini açıklamaya çalışır.

 

Zamânımızda akademilerde bu hümanist etik üzerine çok lâf ediliyor. Bu lâfların sâhipleri Etik’i hümanist etiğe indirgiyor. Bunu yapanların hocaları da borularının öttüğü akademilerde bu çevrelerin istediği ve beklediği bir insan modelinin; buna isterseniz etik kişi de diyebilirsiniz, yetiştirilmesine hizmet ediyor. Bu kimselerin yarattığı sorunlar da aslında genel olarak akademik felsefenin temel sorunlarıdır ki bunlara burada girmeyeceğim.

 

*

 

Zamânımızda aslında bir Felsefe disiplini olan Etik’in sağlıklı çalışmalar yapabilmesi için öncelikle Etik ile etikler arasında ayrım yapılmalı. Tek tek etik dizgelerinin toplamı Etik’in kendisini vermediği gibi Etik de belirli bir etik dizgesine indirgenemez. Ne var ki maalesef zamânımızda da böyle yapılmak isteniyor, hümanist etik Etik’i belirli bir değerlilik tasarımı hâline getiriyor. İmdi hümanist etik bir Felsefe disiplini olarak Etik’in yapması gereken işleri yapmasına engel oluyor. Bana sorarsanız bugün Etik’in en önemli sorunlarından biri de bir kısım etikçilerdir. Zamânımızın hümanist etik dizgesinin geliştiricilerinin ve ateşli savunucularının yanlışlarını düzeltmek ve yol açtıkları kafa karışıklıklarını ortadan kaldırmak da bir Felsefe disiplini olarak Etik’le uğraşanların üzerine kalıyor. Bugün “Eylem nedir?” sorusu hümanist etikçilerin ket vurucu çalışmalarına rağmen büyük oranda cevaplanmış gibi görünüyor. Ancak insanı eylemleri içersinde kavrama işi hakkında çok fazla bir mesâfe kat edilmiş gibi görünmüyor. Zamânımızın kimi etikçileri çeşitli etik dizgeleri geliştirdikçe aslında Felsefe’nin alanından çıkıp dinlerin, dünyâ görüşlerinin, ideolojilerin vb. alanına giriyor. Öte yandan bu işlere kalkışmayacak bir Felsefe disiplini olarak Etik’in gerçekleştirmesi gereken insanı eylemleri içersinde kavrama çabasını yerine getirme de yirmi birinci yüzyılda hakîki etikçilerin gerçekleştirmesi gereken temel hedef gibi görünüyor.

 

***

 

Gün Dönümü II; Felsefe ve Kapitalizm'den

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.