Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Özledim...


marti_name

Önerilen İletiler

  • Cevaplar 109
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

sonbahar bir şiir okuma mevsimi değildir, yazılmış şiirleri anlama ve onların içindeki sırların anlamına erme zamanıdır. sonbahar, trenlerle yolculuk ederken, pencereden akıp giden ağaçlara bakıp zamanın ne kadar hızlı geçtiğini anlamanın tadıdır.. sonbahar renkli yaz düşlerinin, açık pencereden içeri sızan seslerin, vıcık vıcık müziklerin, bahçede oynayan çocuk seslerinin yavaş yavaş tükenmesi ve yerlerini huzurlu bir sessizliğe, hüzünlü bir iç dengesizliğe terketmesi mevsimidir. sonbahar geri gelen geceler, geceler boyu sessizlikler, naif müzikler, ölümü düşünmeler, aşkı özlemeler demektir. sonbahar şehrin gri duvarlarının ardında yeni sözcükler keşfetmek için yelken direği kırılmış eski tanıdık bir kadırga ile sefere çıkılan bir yolculuğun değişmez hikayesidir.

:blink::wacko:

Bu nasıl bir yazı marti..:D

Okurken kendimden geçtim..:)

Duygularını yazılara dökmeyi güzel başarıyosun..:):clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Özlemek

 

Birden özleyiveriyorsunuz...

Çoktan unuttugunuzu sandiginiz

ya da yalnizca bir kere karsilastiginiz

ve özlemek için yeteri kadar tanimadiginiz birini

bir sabah çilginca özleyerek uyaniyorsunuz.

 

Rüyalariniz, içinizdeki o gizli,

esrarini ele vermez büyücü,

siz çarsaflarinizin arasinda,

bütün tehlikelerden uzak,

güvenle yattiginizi sandiginiz bir anda,

usulca ruhunuza sokulup,

sizden habersiz oralara yigilmis cephanelikleri

birer birer atesleyiveriyor.

infilaklarla sarsilarak uyaniyorsunuz.

Hayatinizda olmayan birini hayatiniza almak,

ona dokunmak,

onun sesini duymak için kivranirken

buluveriyorsunuz kendinizi...

 

Özlemek, o yakici istek,

bilinen herseyi ve önem sirasini degistiriveriyor.

Özlediginiz ise çok uzaklarda...

Yaninda olmasini istediginiz halde

yaninizda olmayan bir tek kisi,

yaniniza bile yaklasmadan,

hatta onu özlediginizden

ve onu istediginizden haberdar bile olmadan,

bütün hayati,

bütün görüntüleri eritip

baska kiliklara sokuyor...

 

Ahmet ALTAN

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ne zaman sonbahar gelse, sarı sarı yapraklar düşse dalından ve sürüklense rüzgarın önünde bir yaprak... Ne kadar ısıtırsa ısıtsın dağları, ovaları güneş, ne kadar sıcak ve parlak olursa olsun gökyüzü, üşürüm, ürperirim içimden!.. Üstüme üstüme yürür hüzünlü güz günleri...

 

Bu da sonbaharın kötü tarafı..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Misafir €L€KTRO_777

Bugün Farklı Bir Havadayım.Rüyamda Hayatımın Aşkını Gördüm...Kendisine Bir Türlü Açılamama Rağmen Kendisinden Cevap alamamama Rağmen Onu Çook seviyorum. Senin o Gözlerin Var ya Herşeyi Bitirdi Hani O Verdiğin Sözler... Bu Şarkı Beni 7 Bitirdi...Grup Koridor Sağolsun dinledikçe Kendimden Geçiyorum.... Hain bir gün kalkıp da onu özledim demiştim ya... işte o gün bugündür.Hayat Anlam taşıyor onu Rüyamda Görünce.Peki onu Gerçekten Görecek Olsam Ne Olur Acaba bana... Ayaklarım Birbirine dolanıyor Heryerde Onu Arıyor Gözlerim...İşte Gene Öyle Bir Gün.Kimi görsem o sanıyorum.Özlüyorum Sesini Duymasam da Kendisini...Artık Onsuz Yapamıyorum. Kendime de kızmıyor değilim hani...bana Bir Söz mü Verdi? ya da Umut mu? Verdiği Sadece Arkadaşça Sevigsiydi Ve bunu Kötüyew kullandım... Senin de Kalbin Kırdığım için özür dilerim. Sensiz Geçmiyor işte günler. Herşeyi birşeye bağlamak birşeyleri feda etmeye bağlıdır. Ben Hayatımı Sana Bağladım Hayatımı Feda Ediyorum Senin Uğruna... Birgün seni ne kadar Sevdiğimi anlayacaksın ama geç olacak. Hayat ne demektir diye sor bi kendine. Hayat Kendini Sevmektir.. Hayat Karşındakini Sevmektir... Ve Hayat Sevdiğinden kopmadan yaşamaktır... senin O Gözlerin Beni Kendimden Aldı... Seni Çooooooooooooooooooooook Seviyorum ve Özlüyorum...İstesem de Ulaşamıyorum... Sana Ulaşsam bile Seninle Yüzleşmek Korkutuyor beni..

Senin Gözlerinin içine Bakıp Seni seviyorum demek...Aslında bu Daha Çok Korkutuyor beni.Çükü Seninle Yüzleşince Sana Olan sevgimimn Biteceğini Düşünüyorum...

En iyisi Seninle Konuşmamak ve gözlerinle konuşmamak...Seni Herzaman Uzaktan İzleyeceğim ve Kesinlikle senin olmayacağım...

 

banada bi kere ole olmuştu.etkisinde kalmışsın benim gibi.ben de bi kaç gün kurtulalamamıştım etkisinden.

aslında bunu görmemizin tek nedeni belki de yalnızlık çekmektir.

 

insan ne zaman özlenmek ister? çok basit başkalarını özlediğinde ve yalnız kaldığında çünkü hiçkimse aslında yalnız kalmak istemez doğası gereği bunu kendine konduramaz. buna ihtiyacınız olmadığı anlarda dahi insanı kendinden alır aptal bi sırıtma belirir yüzde, birde yalnızsanız ve sizi kimse hatırlamıyorsa uzun zamandır, özlendiğini öğrenmek o insana gençlik aşısı, hayat ısığı olur bir anda. o an o kadar yalnızsınızdırki sizi özleyen isterse ilkokulda topunuzu aldığı için sizi ağlatan o aptal çocuk bile olsa dünyalar sizin olur. çünkü o an aranmaya ve özlendiğinizi duymaya ihtiyacınız vardır. belki sizin için o kişinin değil sadece o sözün önemi vardır "seni özledim". kulağa bencilce geliyor olabilir ama insan bu korkulacak derecede bencil bi yaratık işte. biri sizi özlesin isterse özleminden kudursun, ne kadar zevkli değilmi? ama düşünün bir de bunu ayrıldığınız sevgilizden duyduğunuzu... o an işte dünya sizin poponuzun etrafında döner. olsun beter olsun dersiniz içinizden ve daha çok özlemesini dilersiniz sinsice. hele o hazzı tattığınızda dahada bencil dahada cani dahada yüksek bulutlarda uçarsınız... :clover:

 

haklısın.sonuna kadar.bence biz aynı duyguları paylaşıyoruz bu konuda.

;)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Adamın hastalığına çare bulamayan doktorlardan biri, kendisine Evliya denilen bir ihtiyarın adresini vermiş. Söylenenlere göre en ağır hastalar o zatın duasıyla iyileşebiliyormuş. İhtiyar adam verilen adresi çaresizlik içinde cebine atıp doktorun yanından ayrıldığında , sokağın köşesinde simit satan 6-7 yaşlarındaki bir çocuğa rastladı. Çocuk son derece masum gözlerle kendisine bakıyor ve onu tanıyormuş gibi gülümsüyordu. Adam o yaştaki çocukların tamamen günahsız olduğunu düşünerek yoluna devam ederken, aniden duruverdi. Simitçinin üzerindeki eski t-shrt ün üzerinde bir E harfi yazılıydı. Ve bu E mutlaka evilyanın E si olmalıydı. Aradığı evliyaya bu kadar çabuk ulaşmanın heyecanıyla yanına gidip bir simit aldıktan sonra ;

-Doktorlar benim hasta olduğumu söylediler , dedi. İyileşmem için bana dua eder misin ? Çocuk bu teklif karşısında şaşırmışa benziyordu. Kafasını olur der gibi sallarken ;

- Bende sık sık hastalanıyorum , diye karşılık verdi. Ama dedem , Allah'a inananların ölünce yıldızlara uçtuklarını ve orada cenneti seyrettiklerini söylüyor. Bu yüzden korkmuyorum hastalıklardan.

Adam içinin bir anda ferahladığını hissetti. Onun soğuktan moraran yanaklarına bir öpücük kondururken;

- Deden çok doğru söylemiş , dedi. Ama ben yine de yardım istiyorum senden.

Çocuk duasının kıymetini anlamış gibiydi. Karşı kaldırımdan geçmekte olan baloncuyu göstererek ;

- Size dua edeceğim diye cevap verdi. Ama eğer iyileşirseniz , bana 10 tane balon alacaksınız ,

tamam mı? Bu sefer adam başını salladı. Fakat çocuk bu kadar büyük bir hazineyi istemekle haksızlık yaptığına hükmetmişti. Mahcubiyetten kızaran yanaklarını elleriyle örtmeye çalışırken ;

- Uçan balon almanıza gerek yok , diye devam etti. Normalinden 10 tane istemiştim. :)) Adam elini uzatarak çocukla tokalaştı. Anlaşma nihayet yapılmış , ayrıntılara geçilmişti. Buna göre hastalıktan kurtulması halinde 6 ay sonraki Ramazan Bayramında çocukla buluşacak ve her hangi bir sebeple gelemediği takdirde , önceden hazırlanan balonların ona ulaşmasını veya postalanmasını sağlayacaktı. Adam küçük çocuğun adını ve adresini bir kağıda yazdıktan sonra , başını okşayarak onunla vedalaştı. Aradan soğuk bir kış geçip Ramazan a ulaşıldığında, adamın hastalığından eser bile kalmamıştı. Hayata tekrar dönmenin sevinciyle en güzel balonlardan bir paket hazırladı ve bayramın ilk gününü iple çekerek randevu yerine gitti. küçüklerin cıvıl cıvıl kaynaştığı bayram yerindeki diğer simitçiler, çocuğu tanımıyordu. Adam onu biraz ilerdeki bakkala sorduğunda , dükkan sahibi ;

- Ciğerleri hastaydı yavrucağın , dedi. Geçen hafta aniden ölüverdi.

Adam bir anda beyninden vurulmuşa döndü. Ve koşar adımlarla orayı terk ederken, önüne çıkan ilk baloncuya bir tomar para uzatıp;

- Şu an uçan balonlardan 10 tane istiyorum , dedi. Çabuk ol , gecikmeden ulaşmalı yerine. Adam satıcının aceleyle uzattığı balonların iplerini birbirine düğümledikten sonra ,onları besmeleyle gökyüzüne bıraktı. Bayram yerindeki herkes gibi baloncu da şaşkındı. Sonunda dayanamayıp ;

- Ne yaptığınızı anlayamadım dedi. Neden bıraktınız onları öyle ? Adam , nazlı nazlı yükselmekte olan balonları buğulu gözlerle takip ederken ;

- Onları bekleyen küçücük bir dostum var, diye mırıldandı. Hem de evliya gibi bir dost. Balonları adresine postaladım sadece...

 

10dscn5764gd1xg3.jpg

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kuraklık o yıl, New Jersey’in yemyeşil çayırlarını kahverengine çevirmiş ve tüm New Jerseylilerin gurur kaynağı yüzyıllık dev ağaçların yapraklarının zamanından önce dökülmesine neden olmuştu. Kuraklığın kırk üçüncü gününde, küçük bir kentin yoksullar mahallesinden geçen Tom Greenfield adlı genç bir tarım uzmanı, tozlu yolda bir kova suyu sürüklercesine taşıyan yaşlı bir kadına rastladı.Otomobilinin camını indirdi ve yaşlı kadına seslendi:Sizi gideceğiniz yere kadar götürebilir miyim, bayan? Yaşlı kadın teşekkür etti ve bir kilometre kadar geride kalan evini işaret etti:Zaten şu kadar kısa bir yoldan geliyorum dedi ve yüz metre ötedeki dev bir meşe ağacını göstererek Zahmet etmenize gerek yok... dedi. İki üç adımlık yolum kaldı.Greenfield, kadının bir kova suyu ne yapacağını merak etti. Onu arkasından izledi. Yaşlı kadının, zorlukla taşıdığı kovayı bahçenin uzak bir köşesindeki büyük meşe ağacına kadar sürükleyip, sonra da kovadaki suyla meşe ağacını suladığını görünce, hem hayran kaldı, hem de şaşırdı. Yanına yaklaştı ve sordu: Bu ağacı sulamak için mi o bir kova suyu bir kilometre öteden taşıdınız? Güçlükle kaldırdığınıza göre kova galiba çok ağırdı. Yaşlı kadın, genç adama gülümseyerek baktı.Tam 81 yaşımdayım. Bu ağaç ise, yaşamdaki tek dostum. Küçük bir kızken arkadaş olmuştum onunla. Şimdi hiçbiri yaşamayan tüm arkadaşlarımla bu ağacın çevresinde, bilseniz ne oyunlar oynadık, onun gölgesinde nasıl dinlendik... Bu ağaç kurursa ne yaparım, ben?Genç tarım uzmanı, yüzyıllık dev meşe ağacına uzun uzun ve dikkatlice baktı. Deneyimli gözü, ağacın giderek kurumakta olduğunu görmekte gecikmedi.Yaşlı kadın, meşe ağacıyla arkadaşlığını anlatmayı sürdürdü:Annem beni dövdüğü ya da azarladığı zaman bu ağaca tırmanırdım, onun kollarına sığınırdım dedi. Nişanlım, parmağıma nişan yüzüğünü bu ağacın altında taktı. Benim için böylesi anılarla dolu olan bu ağaç için, bir kilometre öteden bir kova su taşımamı gerçekten çok mu görüyorsunuz? Yaşlı kadın ertesi gün elinde su kovasıyla yine meşe ağacına giderken, ağacın çevresinde beş altı işçinin çalışmakta olduğunu gördü. Kovayı yere bıraktı ve işçilere doğru koşarak Bırakın ağacımı diye bağırdı. Dokunmayın benim ağacıma... İşçilerin başındaki adam kasketini çıkardı ve yaşlı kadını saygıyla selamladı: Ağacınıza kötü bir şey yapmak için değil, onu kurtarmak için geldik, hanımefendi dedi. Ağacınızın köklerinin çevresinde kanallar açtık ve onları tankerimizin deposundaki suyla doldurarak, ağacınızı bol bol suladık.Yaşlı kadının gözleri, su tankerinin üzerinde yazılı olan “Greenfield Fidanlığı adına takıldı.Fakat ben sizi çağırmadım ki? dedi.Kim gönderdi sizi buraya?Adam, saygılı tavrıyla yanıt verdi:“Bizi buraya gönderen kişi, adını söylemedi, efendim dedi.Yaşlı kadın, yeterli suya kavuşan arkadaşı meşe ağacının altında durdu ve işçilerin tek tek ellerini sıktıktan sonra bindikleri kamyonun arkasından yaşlı gözlerle baktı.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hep, yorumlar üzerine yapıcı çalışmalar. Tekrar üzerine tekrar. Yok olmaya yüz tutmuş bir çiçeği, dik dursun diye boynunu iple bağlamak. İşte bunların hepsi, unutulmuş, alışkın sevgiler. Oysa çoktan ölmüş, beni gömün diye haykıran bedenlerin sevgileri. Yaşamak için hiç bir çocuksu yüzü kalmamış, tüketilmiş sevgiler bahsettiğim. İki kişiden çıkıp, birçok kişiye yansımış, yansımaması gereken kayıp sevgiler. Uzun zamanlar ve düşüncelerden sonra yaratılmış, içinden gelen seni seviyorumları yok eden, unutulmuş sevgiler...

 

Etrafınıza bakın, ne görüyorsunuz? Yorgun insanlar, daraltıcı sokaklar, gülmeyi bilmeyen çocuklar, anlamsız bir is, stres ve gerilim. Kim yaptı bunları diye düşünmeyin. Hepsi bizim unutulmuş sevgimizde gizli, yok olmuş sevgimizde. Neden artık sevgililer eskisi gibi değil, neden yorgunluğun tadı dinlenmekte değil, neden sevgi bizim içimizde değil.

 

Bazen bakıyorum etrafıma, o yorgun, sebepsiz kin besleyen suratlara. Soruyorum içimden ; siz sevdiklerinizle, dostlarınızlada mı böylesiniz diye. Yalancı ruhlar olmuşuz istemeden, sevgimize bir türlü sahip çıkmayı becerememişiz. İki kuruş sevgi için, kendimizden çıkmamıza, apayrı insanlar olmamıza hayretle bakıyorum. Arkadaşlık, aile, doğru, yanlış adına yaptığımız her şeyde, karşımızdakinin sevgimizi elimizden alma çabasına şaşırıyorum. Bu düşünceler, sadece etrafıma baktığımda, dar sokakların bana söylediği basık cümleler oluyor. Sonra, sert bir omuz yürürken bana çarpıyor ve dünyaya geri geliyorum. Etrafıma bakmadan, boynumu eğip yürüyorum. Bir pardon, özür dilerim bekliyorum belki de o sert omuzlardan. Sonra ne oluyor. Hiçbir şey. Sadece motorlu araçların çıkarttığı seslerin arasından, bir iki kuş sesi duyuyor kulaklarım. Veya duymaya çalışıyor...

 

Ben, aşkı, aileyi, dostluğu, arkadaşlığı doğuran hep sevgidir diye

biliyordum. İnsanlar o kadar aç mı ki, başkalarının sevgisine ortak oluyor veya onu yok etmeye çalışıyor. Bunun farkında olmadıklarına inanmıyorum, inanamıyorum. Yorgun sokaklardan çıkmadan, dar bir bara giriyorum. İnsanlar bilmedikleri bir müziğin ritmine kendilerini kaptırmış ve elinde içkileri, boş boş etrafa bakıyorlar. Eminim ki evlerinde olmadıkları kadar, rahatsızdırlar şu an. Bir iki tanıdık görüyorum, yanlarına gidiyorum. Bir dost edasıyla karşılanıp, ilgi görüyorum bir anda. Çok değil, beş dakika geçmeden, yan sandalyede duran o çantadan farkım kalmıyor, unutulan oluyorum. Bir süre sonra, o bir çift sert omuzu aynı masada görüyorum. Gülüyor, eğleniyor, etrafındaki güzel kızlara bakıyor. Hatta bir ara benimle bile, bir arkadaş, bir dost edasıyla konuşmaya çalışıyor. Anlam veremiyorum olanlara. Sokaktaki adamla, aynı kişinin bu olacağına inanamıyorum. Bir insan bu kadar mı farklı olabilir diye düşünmekten de kendimi alıkoyamıyorum. Ama gözlerimi açıp ta her şeyi gördükten sonra, çoğumuzun, bırakın sevgimizi, kendimize bile sahip çıkamadığını anlıyorum. Yenilmiş ve yorgun bir şekilde, barı terk ediyorum...

 

Eve dönerken, kaç tane ben var diye düşünüyorum. Onlarca mı, yüzlerce mi. Hayır diyorum kendi kendime, belki herkes gibi ben de isyan ediyorum. Kaç tane beni yaşıyorum, kaç tanesini unuttum acaba, kaç tanesi öldü. Yoksa hep bir miydim. Bir anda, sanki tüm sevgi çiçekleri, bir telefonla içimde beliriveriyor. Değer verdiğim bir insan benimle mutlu oluyor, ben de onunla. Sonra anlıyorum ki, asıl tutunulması gereken, o unuttuğumuz sevgiler. Aslında hep içimizde olan, mızıkçı bir çocuk gibi bizimle saklambaç oynayan sevgiler. Yok olduğunda bizi binlerce yalancı parçaya bölen, bulunduğunda ise bizi bir yapan unutulmuş sevgiler. Anlıyorum ki artık unutulanları, hatırlamanın, yaşamanın, içinde bir olarak hissetmenin vakti geldi de geçiyor. Farkındalık...

 

Mahzenlere kapatılmış, birbirine hasret vücutları, ayırmayı bir görev gibi benimseyen zindan görevlileri ; diğer insanlar. Size soruyorum, neden? Neden bizimlesiniz, neden bizden kopamıyorsunuz. Oysa ki biz, sizden çok ama çok uzağız. Bunu göremiyor musunuz? Bu kadar zor mu bunu hissetmek. Geçin aynanın karşısına, kendinizi tanıyın, kendinizle uğraşın, bizimle değil. Bırakın bizi. Farkında değilsinizdir belki, öldürüyorsunuz bizi, bizim mahzun ve ışıldamaya çalışan sevgimizi. O unutulmuş değil, yok olmaya yüz tutmuş da değil. Sadece size verecek gücü, kendisinde hissedemiyor, kendisini paylaşmak, yok etmek istemiyor sizinle. Artık siz de bırakın başkalarının sevgisini, kendi sevginizi, aşkınızı yaşayın içinizde. Etkileyin kendinizi sevginizle, bir olun her insanla, her varlıkla, her değerle. Artık, sahip çıkma vaktidir ; unutulmuş kendimize ve o unutulmuş sevgimize...

 

Nazmi ÜNAR

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kumsaldaki ayak izlerinde hece hece, çizgi çizgi keder okunurdu. Martılar kayalıklara inip kalkardı. Dalgalar insanoğlunun gözyaşlarına tanıktı asırlar boyu. ...Ve ansızın biraz hüzzam sevdaların kederiyle, biraz hasretle suyun üstünde küçük beyaz taşlar sektirirdi sahildeki kemancı. Dolaşırdı kıyıda. Deniz kabukları toplar, bu kabukları özenle sakladığı küçük çakıl taşlarının bulunduğu çantaya koyardı. Taşlarını tek tek alır eline, usulca okşar ve yine o matemli kemanına sarılırdı. Her akşam aynı saatlerde gelirdi kemancı sahildeki parka... Ve her akşam bir önceki güne inat çok daha kasvetli olurdu gözlerindeki keder. Kemancı her akşam yorgun sırtında o taşları taşır. Kemancı her akşam sessizce anılara gülümser... Ve kimse bilmez kemancının kederini. Kimse görmemiştir, duymamıştır bugüne dek tek kelime söylediğini... İşte, sevgili okuyucum, hikayemiz bu kemancıyla başladı. Sahildeki parkta onunla dost olabilen tek insan beş-altı yaşlarındaki küçücük bir kız çocuğuydu. Bir gün kemancı, küçük kızı sahilde ağlarken buldu. Yufka yüreği dayanamadı, ilk kez biriyle konuştu. Fakat ne yapsa kızın gözyaşlarını bir türlü durduramadı... her akşamki gibi taşları sektirmeye başladı suyun üstünde. Derken küçük kız kemancıya yaklaştı ve böylece taşlar, kemancı ve küçük kız her akşam buluştular o parkta. Küçük kızın en çok merak ettiği şey yaşlı adamın sırtındaki çantada taşıdığı taşlardı elbette. Adamcağız o taşları ne diye kendine yük ederdi ki... Pul ya da peçete koleksiyonu yapmak dururken, kemancı neden taşları toplardı? Kemancı Amca, dedi küçük kız.

 

 

 

- 'Sen bu taşları neden böyle çok seviyo'sun?'

 

 

 

- 'Ben küçükken, dedi adam, senin yaşlarındayken okula taşlı bir patikadan geçerek giderdim. Her sabah o yoldan geçer ve okul çıkışlarında o yola dökerdim çocukluğumun gözyaşlarını. Benim ağlayışlarımı kimseler bilmezdi o patikadan başka. Pek fazla arkadaşım olmadığı için taşlarla oynardım. Hüzünlerimi, sevinçlerimi taşlara anlatırdım.Taşlar sözümü hiç bölmeden dinlerdi beni, taşlar sırrımı saklardı. İşte o günlerde başladı taşlara ilgim. Yoldan geçerken farklı renklerde ve şekillerde taşlara rastladım. Kim bilir daha kaç kişinin öyküsünü dinlediler benim oyun arkadaşlarım... Nice insan geldi geçti o patikadan... Taşlar hep oradaydılar ve hep sessizce tarihe tanıklık ettiler. Bir kemancı kemanını dost bilir, hiç ayırmaz yanından. Benim ilk dostum taşlar, ikincisi kemandır. Taşlarımı da kemanım gibi daima yanımda taşırım. Bilir misin, hiçbir taş bir diğerine benzemez küçüğüm. Her taşın kendi yüzü, kendi görünümü vardır. Her taş aslında kendi başına sır dolu bir yalnızlıktır. Ben farklı taşlar buldukça onlardan bu sırları dinlerim. Toprağın üstünde durup da gözyüzünü seyre dalarken işittiklerini anlatırlar bana... Ve ben taşları işte bu yüzden severim.'

 

 

 

- 'Fakat, dedi küçük kız, taşlar nasıl oluyor da konuşuyorlar seninle. Ben taşların konuştuğunu hiç duymadım.'

 

 

 

- 'Dinlemesini bilirsen, küçüğüm, tabiattaki her şey sana bir şeyler anlatır. Dinlemesini bilirsen ancak....'

 

 

 

............

 

 

 

Bana sahildeki kemancıdan o taşlar ve taşların öyküleri kaldı. Taşları sevdikçe ben, o dingin sessizlikte dinlemeyi öğrendim ve o gizemli taşlar gibi dostlarımın sırlarını saklamayı.. O sırları kendimle birlikte mezara götürmeyi... Elime aldığım taşa baktıkça, ilkokul yıllarındaki arkadaşlıklarımı, benim için bu taşlar gibi benzersiz olan dostlarımı anımsadım hep. Suyun üstünde taşlar sektirirken kemancının bana, yani tek dostu olan o küçük kıza anlattığı masalları dinledim yeniden ve yeniden. Nerede bir taş görsem taşın öyküsünü öğrendim, yüzünün ayrıntılarını ezberledim ve o yeni taşları da eski bir dost bildim. Kemancıdan geriye işte bu kaldı. Kemancı ölmedi, o taşlar gibi hep hoş bir anıyla yaşadı. Koleksiyonu benden sonra başka çocuklara emanet edilmek üzere bende kaldı. Taşlar benim için cinayetlerin gizli ipuçları, mutlulukların gizli yansımalarıydı. Hayatın kimselerce bilinmez sırları, tarihin tanıklarıydı... Sıradanlığın içindeki başkalıktı...Ve kemancının hatırasıydı. Taşlar benim için başka çocuklara verilecek en güzel armağandı. Ya sizin için? Sahi siz hiçbir taşı dinlediniz mi? Hiç, bir taş gibi dostlarınızın sırlarını sonsuza dek saklamayı başarabildiniz mi? Siz taşları sevdiniz mi?

 

Ebru Erdinç

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu şehrin...

 

 

 

 

Güzel çocukların insanı coşturan kahkahaları.

 

Uyanır uyanmaz okunan Turgut Uyar şiirleri.

 

Bebek Kahve’deki İstanbul’un en pahalı tostları ve Özcan’ın laf atmaları...

 

Ağır ağır pişmiş karnıyarık, yanında cacıkla pilav.

 

Boğaz’da bir sağa bir sola kayarak giden güzelim Boğaz vapurları.

 

Ali Baba Köftecisi.

 

Taksim Meydanı, Sıraselviler Caddesi, Sarayburnu, Kalamış sahili...

 

Sahaflar.

 

Eminönü güvercinleri.

 

Fatih Köprüsü’nün Avrupa girişi.

 

Beşiktaş pazarı.

 

Sonbahar balıkları.

 

Mangerie’deki mükellef kahvaltılar.

 

Truman Capote, Anna Gavalda, Isabel Allende, Oktay Rifat kitapları.

 

Selim İleri burukluğu.

 

Köz mısırın yerini bıraktığı köz kestane.

 

Nişantaşı çiçekçileri.

 

Bostancı’dan görünen Adalar.

 

Adalar’dan el sallayan uzun ışıklar.

 

Ortaköy kokoreççileri.

 

Şapkası yana kaymış yorgun trafik polisleri.

 

Bitirim dolmuşçular, bezgin taksi şoförleri.

 

Levent ve Maslak gökdelenleri.

 

Okul servisleri.

 

Tek yönden girip çıkılmaz delik deşik arka sokakları.

 

Sardunya saksılı Armutlu evleri.

 

Dantel perdeli Suadiye pencereleri.

 

Kedi iriliğindeki yaygaracı martıları.

 

Martılara gıcık olan miskin kedileri.

 

Kavrulmuş leblebi, buzlu badem ve taze ceviz içi...

 

Banklarda unutulmuş mizah dergileri.

 

Ağlamaktan yüzü Gazi Mahallesi kederine bürünmüş yaşlı kadınları.

 

Rüzgârda savrulan sarı, kızıl, kara saçlarıyla genç kızları.

 

Motorla uçup giden kuryeleri.

 

Okul çıkışı ceketi fora etmiş liselileri.

 

Arnavutköy ve Kadıköy manavları...

 

Yazdan kışa, kıştan bahara renk değiştiren büyük bahçeleri.

 

Park ve bahçeler müdürlüğü.

 

İstanbul Belediyesi.

 

Aşkın kemoterapisi nikâh daireleri.

 

Banka şubeleri.

 

Seyyar satıcıları.

 

Gazete bayileri.

 

Velhasıl, bu şehrin özlediğin ne varsa her bir parçası adına...

 

Hoş geldin!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Özlemek ne zor ne acı...Hele birde bilmiyorsa özlenen özlenildiğini...Hissetiremiyorsa özleyen özlediğini..Bu ne yürek yakan bir ateştirki söndüremez geceleri yağan yağmurlar...

 

 

çok güzel ifade etmişsin sana aynen katılıyorum....

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş,

Sadakatin adı ise; bir serçeye

 

Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca

Küçük köyün üstünde uçmuş serçeyle beraber

 

Küçük sinekleri, kurtları yemişler,

Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış, derelerden su içmişler.

 

Masmavi gökyüzünde dans etmişler,

Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler...

 

Birbirlerine söz vermiş kuşlar;

Ayrılmayacağız diye.

 

Ama kış gelmiş,

Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış,

 

Serçe ise her zamanki gibi sadık

Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek.

 

Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için

Yaşamaksa önemli imiş göçmen için.

 

O, baharların tatlı eğlencesiymiş sadece

Gel demiş serçeye benle beraber...

 

Başka bir bahara uçalım.

Serçe ise burda bekleyelim demiş yeni baharı

 

Ama kış acımasızdır. demiş göçmen,

Yaşayamayız burda, aç kalır üşürüz

 

Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber

Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim.

 

 

Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere

Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye

 

Ve karar vermiş sevgiyi seçmiş

Uçacakmış yeni bir bahara...

 

Göçmen ve serçe çıkmışlar yola,

Ama serçe zayıfmış,

onun kanatları uzun uçuşlar için değil.

 

Dayanamayacakmış bu yola

Oysa göçmenin kanatları güçlüymüş

 

Çünkü o hep kaçarmış kışlardan

Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlara

 

Bir fırtına yaklaşıyormuş.

Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmış

 

Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış

Göçmene duralım demiş artık.

 

Biraz dinlenelim

Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz.

 

Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş.

Ama göçmen yürü demiş serçeye

birazdan okyanuslara varacağız

 

Serçe sevgisine uymuş ve

peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin

Birazdan varmışlar okyanusa

 

Kurtuluşuymuş bu büyük deniz

Göçmen için çok iyi bilirmiş buraları

 

Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki

Gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi

 

Serçe artık dayanamıyormuş,

Son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene

 

Artık gidemiyorum.... Göçmen serçeye bakmış,

Bakmış ve devam etmiş........

 

Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük

Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük...

 

Mavi sularında okyanusun bir minik SADAKAT ...

Yeni bir baharın koynunda koca bir İHANET...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Biliyor musun en çok mektuba başlamam gereken hitap şeklinde zorlandım. Bir başlasam sonu gelecekti eminim! Ama sıradan sözcükleri hiç yakıştıramadım sana, yapmacık sözlere konduramadım seni... Sonra sana hiç mektup yazmadığım aklıma geldi, içim burkuldu, canım acıdı...

 

Bu mektubu sana gurbetten yazıyorum; sesine sözüne hasret, yüzüne hasret, sıcağına hasret gönlümle başlıyorum mektubuma. Seni o kadar çok özledim ki; Meğer hiç bir kucak seninki kadar sıcak değilmiş, hiçbir acı senin yokluğuna bedel değilmiş. Hiç ama hiçbir hasret senin özlemin kadar yakmazmış içimi.

 

En acısı, dost bildiklerim, yâr seçtiklerim toplanıp bir araya gelseler, senin çeyreğin bile edemezmiş. Bilsen ne zor bunları itiraf etmek kendime ve sana... Gurbet bile gururumu söndüremedi. Hâlâ gururlu, şımarık, kucuk kızınim. Hayır, hayır yavrunum. 'Ben artık bir genç kızım, başkalarının yanında bana yavrum deme.' derken bile böyle düşünüyordum inan. Şimdi içten bir seslenişine, Yavrum! hitabına öyle ihtiyacım var ki...

 

Hatırlıyor musun? İlk yürümeye başladığım anları anlatırken ellerimi bırakmadığın için sana kızdığımı, hırslandığımı ve bir an önce yürümek istediğimi söylerdin. Şimdi sakın bırakma ellerimi, anneciğim. Evimizin yumuşak halıları değil yürüdüğüm yollar, bir düşersem halim yaman. Ellerini, sevgini, duanı, desteğini ve sıcağını hiç esirgeme benden.

 

Hani küçükken en çok kimi seviyorsun diye sıkıştırıp dururdum seni. Ağzından "Seni!" cevabını alana kadar bırakmazdım eteklerini... Seni abimden, babamdan ve ablalarımdan kıskanırdım. Hâlâ büyüyemedim, hem şimdi daha çok kıskanıyorum. İçindeki sevgiyi ve gözlerindeki derin şefkati yalnız benim için sakla...

 

Ama yapamazsın degil mi? Ana yüreği dayanmaz... Senin sevgin hepimize yeter, ana olunca ben de anlarım değil mi? xxxxnda en çok bu huyunu seviyorum. Adaletini ve yufka yürekliliğini, anne şefkatini... Fakat hâlâ babam işe giderken boşalan yatağını en çok benim hak ettiğimi düşünüyorum.

 

Seni öyle özledim ki!..

 

Şu bilmem kim tarafından icat edilen telefon bile dindirmiyor içimdeki hasreti. Gurbetin yağmurları, söndürmeye yetmiyor içimde büyüyen ateşi... Beni buralara yollarken, "Daha güçlü ol!" diyordun ya, sana kavuşunca öyle bir sarılacağım ki, gücüme şaşacaksın. Sevgimin gücünü sen de anlayacaksın.

 

Yılların yükünü çekmiş, yorgun ama dimdik omuzlarını özledim.

 

Dolaplarımı düzenlerken, eşyalarıma bakıp bakıp ağladığın duyuyorum. Yahut arkadaşlarımla konuşurken gözlerinin dolduğunu... İçim acıyor ama bilsen nasıl seviniyorum. Yokluğuma alışamamış olman, mest ediyor beni...

 

Puslu gözlüm, dert ortağım! İnan içim içimi yiyiyor, ya bitmezse gurbet geceleri, ya geçmezse hasret saatleri, ya vuslat ateşiyle bindiğim mavi tren getirmezse beni... Uzar da yollar kavuşamazsam sana, ya özlem alışkanlık olur da unutursan beni.

 

Ama beni unutmaman için hep dağınık bırakacağım odamı. Söylene söylene toplarken, yine gözyaşların ıslatacak eşyalarımı. Babam yine dalga geçecek, anlatacak bir bir ağladığını. Ya ben...

 

Arkadaşlarım çınlatacak odamın duvarlarını, hep anne kokan ilâhilerle... Güçlü ol demiştin ya, ben de yorganı çekmeden başıma hiç ama hiç ağlamayacağım. Ama sonra, Allah ne verdiyse...

 

Anneciğim! Gözyaşlarım söndüremez içimde yanan ateşi... Çünkü yokluğun, bilmem kaç nüfuslu şu kocaman şehirde kendini yapayalnız hissetmek gibi, imkânsız bir şeyi diz çöküp de Yaradan'dan dilemek gibi.. En azaplı günahlardan sonra sızlayan vicdanım gibi...

 

Gül kokulum, puslu gözlüm!

 

mektup1oc4.jpg

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

 

......................

Seni o kadar çok özledim ki; Meğer hiç bir kucak seninki kadar sıcak değilmiş, hiçbir acı senin yokluğuna bedel değilmiş. Hiç ama hiçbir hasret senin özlemin kadar yakmazmış içimi.

 

................

 

 

 

:clover: teşekkürler martı.kaybetmeden değer bilemiyoruz ne yazıkki.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İNAN BATMIŞ ŞEHİRLER GİBİ ONARILMAZ ANILAR

 

Biri beyaz biri kara iki kedi..

birbirlerinin omzuna kollarını dolamışçasına birbirlerine şefkatle sarılarak,

birbirlerine dayanarak yola çıkmışlar.

Gölgeler akşamüstünü söylüyor.

Yorgun bir günün sonunda eve dönüyorlarmış gibi.

Yüzlerini görmüyoruz ama eminim mırıl mırıl konuşuyorlardır. Belli sınanmış, denenmiş bir dostluk bu,

uzun yolları da göze alabilen bir dostluk

 

Ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz?

Akşam üstünün bir saatinde yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz,

omzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun,

belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanıklı ayakların sahibi karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu,

değerini biliyor, biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz? ...

 

Yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp

kendimizi hep ilerde bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına,

bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu? karşımıza çerken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürüklerken

bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?

Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir,

her zaman aynı fırsatları sunmaz, toyluk zamanlarını ödetir. Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların

savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün...

 

Bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz,

ya da olanlar olması gerekenler değildir.

Yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz,

gün gelir kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir...

 

Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir

kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak.

Bazılarının gelecekte sandıkları 'bir gün' geçmişte kalmıştır oysa;

hani şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız,

omzunun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boşverip

'Nasıl olsa ilerde bir gün tekrar karşıma çıkar.' dediğinizdir.

Oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir O,

boş yere bu sokaklarda aranırsınız...

 

MURATHAN MUNGAN

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İNAN BATMIŞ ŞEHİRLER GİBİ ONARILMAZ ANILAR

 

Biri beyaz biri kara iki kedi..

birbirlerinin omzuna kollarını dolamışçasına birbirlerine şefkatle sarılarak,

birbirlerine dayanarak yola çıkmışlar.

Gölgeler akşamüstünü söylüyor.

Yorgun bir günün sonunda eve dönüyorlarmış gibi.

Yüzlerini görmüyoruz ama eminim mırıl mırıl konuşuyorlardır. Belli sınanmış, denenmiş bir dostluk bu,

uzun yolları da göze alabilen bir dostluk

 

Ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz?

Akşam üstünün bir saatinde yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz,

omzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun,

belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanıklı ayakların sahibi karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu,

değerini biliyor, biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz? ...

 

Yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp

kendimizi hep ilerde bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına,

bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu? karşımıza çerken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürüklerken

bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?

Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir,

her zaman aynı fırsatları sunmaz, toyluk zamanlarını ödetir. Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların

savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün...

 

Bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz,

ya da olanlar olması gerekenler değildir.

Yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz,

gün gelir kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir...

 

Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir

kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak.

Bazılarının gelecekte sandıkları 'bir gün' geçmişte kalmıştır oysa;

hani şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız,

omzunun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boşverip

'Nasıl olsa ilerde bir gün tekrar karşıma çıkar.' dediğinizdir.

Oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir O,

boş yere bu sokaklarda aranırsınız...

 

MURATHAN MUNGAN

FROZEN...

Can evimden vurdun beni :) Farkedersen bunu söylerken gülümsüyorum..çelişkili gelebilir ama inan ki değil!Murathan Mungan çok özeldir benim için..özelliği sanki beni anlatmasındandır her mısrasında.Onu ilk okuduğumda "bu nasıl olabilir? bir erkek bir kadın ruhunu bu kadar yakından nasıl tanıyabilir? düşünceleriyle şoka girmiştim.Sonradan anladım nasıl bu kadar "aynı"olabildiğimizi...ona olan hayranlığımda hiçbir eksilme yaşanmadı..olamazda zaten..tek bir şiirini başından sonuna kadar okumak yeterlidir bu düşünceye ulaşmak için.O yaşayan bir efsanedir bana göre...bu duygularımı paylaşma fırsatı doğurduğun için ayrıca teşekkürler FROZEN:clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, insanlığın binlerce yıl içinde geliştirdiği temel kavramları ters yüz edemezsiniz.

 

Bazı toplumlar, belirli dönemlerde insani gelişimin dışına düşer ve bunu da kalıcı sanırlar ama sonunda evrensel kurallar galip gelir ve o toplumu bir düzeltmeye tabi tutar.

 

Bir düşünelim: Güzel sanatlar nedir?

 

Eskiden “bedii zevk” denilen yüksek estetik kaygılar ne için toplumlarda bu kadar önemli yer tutmuştur?

 

Niye birçok gelişmiş ülke, genç kuşakların zevklerinin incelmesi için çalışmıştır?

 

Ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde tiyatro, resim, edebiyat, bale niçin bu kadar önemlidir?

 

Bu ülkeler zengin oldukları için mi yüksek zevklere yönelmiştir yoksa bu birikim mi onları zengin etmiştir?

 

Bunlar önemli sorular.

 

Ve cevapları belli.

 

Dünya uzun vadede güzeli, doğruyu, iyiyi arar.

 

Belki çok acı çekilir, çok kişi bu yolda kırılır ama eninde sonunda iyi, güzel ve doğru olan kazanır.

 

Gelin bu görüşler ışığında İstanbul’un röntgenini çekelim:

 

Bazı ayrıcalıklar dışında genel olarak ne görüyoruz?

 

Çirkinlik, kabalık, hoyratlık, kötü niyet, ilkellik.

 

Bazı mahallelerden geçerken lağım kokusu burnunuzun direğini kırıyor ama bir bakıyorsunuz orada kahvede oturmakta olanlar hayatından memnun.

 

Çünkü o ağır kokuyu duymaz hale gelmişler.

 

Buna alışmışlar.

 

Türkiye’de birçok kesim de çirkinliğe, hoyratlığa, kabalığa alıştı.

 

Hele genç kuşaklar ve çocuklar, dünya hep böyledir sanıyor.

 

Onlara hiç kimse iyi, doğru ve güzel şeyler öğretmeye çalışmıyor.

 

Ne televizyon ekranında görüyorlar bunu ne de gündelik hayatlarında.

 

Bazen kulak misafiri oluyorum ve sokakta birbirine “lan” diye hitap etmeyen genç insan göremiyorum.

 

Ama lağım kokusunu duymaz olan insanlar gibi toplumun bir bölümü de çürümeyi, çirkinleşmeyi görmüyor.

 

Buna alışıyor.

 

Ve sürekli çirkin bina, çirkin insan, kötü müzik, kötü koku içinde yaşamak insanı yoruyor.

 

Sanat nasıl insanı yüceltiyor ve dinlendiriyorsa bu ortam da herkesi aşağı çekiyor.

 

Bir de bükemediği bileği öpenler var.

 

Bazıları durmadan bu çirkinliğe alkış tutuyor.

 

Ve ben bu işi niye yaptıklarını hiç anlamıyorum...

 

Zülfü Livaneli

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Beş yaşında kaybolur böyle şeyler!

 

 

 

 

Arkadaşım Veda’dan söz ederim zaman zaman. Rastlamış olmanız muhtemel. Veda ve kocası Mahir, yaşamımdaki yerleri çok sağlam iki oyuncu arkadaşımdır.

 

Ancak bir oğulları var ki sanırım yakın gelecekte aileden en yakın arkadaşım o olacak.

 

Veda’nın oğlu Söz kızımdan altı ay küçük.

 

Ben bir kız annesi olmayı öğrenirken Veda kısa saçlarıyla ve şahane futbol çalımlarıyla çok başarılı bir erkek çocuğun anası oldu. Yan yana geldiğimizde kullandığımız kelimeler ve davranışlarımız kız ve erkek çocuk yetiştirmenin ne kadar ayrı beceriler gerektirdiğini gösteriyor.

 

Öte yandan iki cinsin doğuştan sahip olduğu özelliklerin de ne kadar farklı olduğunu çocuklarımızın yarım yamalak konuşmaları öyle güzel anlatıyor ki.

 

 

 

***

 

Mesela erkeklerin her durumda kıvırtmaya yatkın olduklarını, kadınların canı istemezse herhangi bir şeyin varlık gösterebilmesinin mümkün olmadığını, doğru ipucu üzerine giderseniz erkeklerin ağzından her lafı alabileceğinizi, istediğini yaptırmak konusunda kadınların ne kadar acımasız olabileceklerini daha dört yaşına bile gelmemiş olan bu küçük yaratıkların “insanlığa giriş” dönemindeki gelişimlerinde gözlemleyebilirsiniz.

 

 

***

 

Geçenlerde Veda ve oğlu televizyon izliyormuş. Ufaklık televizyona bakarken “Anne, İclal ne kadar güzel değil mi?” demiş. Veda gülümseyerek “evet” diye yanıtlamış. Sonra da “Ben güzel miyim peki?” diye sormuş. Oğlu annesine sarılıp “çok güzelsin anne” demiş. Veda bununla yetinmemiş tabii, “Peki ben mi daha güzelim, İclal mi?” diye sormuş. Bizimki annesine bakmadan yanıt vermiş: “Babam!” (Kıvırtma NO: 1)

 

 

***

 

Veda oğlunu, ben de kızımı bakıcı ablalarına emanet edip sinema kaçamağı yapmıştık birkaç ay önce. Eve döndüğümüzde, daha kapıdan girerken iki bakıcı abla da telaş içinde salondaki büyük sehpayı “kendi çocuklarının çizmediğini” anlatmaya başladı. “Durun, ne oluyor, bir soluklanalım” diyerek salona girdik. Ve gördük ki benim pek sevgili sehpamın üzerinde ne ile çizildiğini “bilemediğimiz” geometrik kazıntılar var. Çocukların ve bakıcı ablaların beklediği tepkiyi vermedik. Oturduk, çaylarımızı içmeye başladık. Bir ara en yumuşak sesimle “biz yokken neler yaptınız bakalım” diye sordum çocuklara. Kızım “hiçbir şey” (yok sayma NO: 1) diye yanıtladı. Söz ise bana koca güzel gözleriyle bakmakla yetindi.

 

“Söööz, biz yokken resim yaptınız mı?” diye sordum. Söz, oturduğu yerde ayağını sallayarak soruma soruyla cevap verdi: “Nereye resim yaptık mı?” (Doğru ipucu NO: 1)

 

 

***

 

Bazen bu iki çocuktan yaşam koçluğu almak gerekir diye düşünüyorum.

 

Yaş ilerledikçe sorulara yanıt vermek güçleşiyor zira.

 

Neşesinden, saflığından, doğruluğundan, mizahından uzaklaşıyor insan...

 

Size Söz’ün son yanıtıyla bugünlük “veda” etmek isterim.

 

Az önce arkadaşım Veda’dan gelen telefon mesajını aktarıyorum:

 

“Oğlum az önce kendisini polis, babasını hâkim beni de hırsız yaptı. Hırsızın ne çaldığını soran hâkime yanıt verdi: Piyano çalıyor!”

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.