Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Satır Araları


Önerilen İletiler

Aşk, Ella'nın ömrünün o durgun gölüne gaipten düşüveren bir taş misali indi. Ve onu sarstı, silkeledi, darmadağın etti.

 

Bir taş nehre düşmeye görsün, pek anlaşılmaz etkisi. Hafiften aralanır, dalgalanır suyun yüzeyi. Belli belirsiz bir tıp sesi çıkar; duyulmaz bile akıntının ortasında, kaybolur uğultuda. Hepi topu budur olduğu olacağı.

 

Ama bir de göle düşsün aynı taş... Etkisi çok daha kalıcı ve sarsıcı olur. O taş var ya o taş, durgun suları savurur. Taşın suya değdiği yerde evvela bir halka peyda olur; halka tomurcuklanır, o tomurcuk çiçeklenir, açar da açar, katmerlenir.

 

Göz açıp kapayıncaya kadar, ufacık bir taş ne işler açar başa. Tüm yüzeye yayılır aksi, bir bakmışsın ki her yeri kaplamış. Çemberler çemberleri doğurur, ta ki en son çember de kıyıya vurup yok oluncaya dek.

 

Nehir alışkındır karmaşaya, deli dolu akışa. Zaten çağlamak için bahane arar ya, hızlı yaşar, çabuk taşar. Atılan taşı içine alır; benimser, sindirir ve sonra da unutur kolaylıkla. Karışıklık onun doğasında var, ne de olsa. Ha bir eksik ha bir fazla.

 

Gel gelelim göl hazır değildir böyle aniden dalgalanmaya. Tek bir taş bile yeter onu altüst etmeye, ta dibinden sarsmaya. Göl taşla buluştuktan sonra bir daha asla eskisi gibi olmaz, olamaz."

 

Ve bir dua dökülür gölüne taş düşmüş Ella'nın dudaklarından, daha çok ellerinden:

 

"Ya aşkı öğret bana, ya da aşkın yokluğuna üzülmemeyi."

 

 

* *

 

Aşkın olduğu yerde karanlık mı kalır?

Bütün her aydınlıktır ve dünya aşk kokar...

Kör ya da sağır olmak, onu görmeye hissetmeye engel değildir...

 

Acaba insan bunun farkına varmadan yaşayabilir miydi?

 

Ne var ki, bu bir itirafsa dile getirilmesinden rahatsız değildi. Daha ziyade donuktu içi. Zaten nicedir iyi ya da kötü şiddetli bir şey hissettiği yoktu...

 

 

Elif Şafak - Aşk

 

*

 

Gitmek başı sonu olmayan, menzili meçhul bir seyrüsefer; varmaksa güzergahı önceden çizilmiş, hedefi malum bir tırmanıştı.

 

Gitmekte aslolan dere tepe taban tepip durmaksızın hareket ederek rüzgarı hissetmek; varmakta aslolansa, o tepeye ulaştıktan sonra durup rüzgarı elde etmekti. Birinin kökleri geçmişte, haritası çok merkezli; ötekininse kolları gelecekte, haritası tek merkezliydi.

 

Kaçmaya gelince o bambaşkaydı. Kaçmak sürekli hareket halinde olmasıyla gitmeyi ve gizliden gizliye barındırdığı bir başka, bir öte mekan arzusuyla da varmayı çağrıştırıyordu.

 

Velhasıl kaçmak; hem gitmeye hem de varmaya, ne gitmeye ne de varmaya benziyordu."

 

Şehrin Aynaları - Elif Şafak

 

*

 

"Çocukluklarının ne kadar olağanüstü bir güzellikte geçtiğinin daha çocukken bile farkında olanların onulmaz hastalığına yakalanmıştı; hayata çıtası yüksekte başlayanların hastalığına... Şimdi yaşadığı tüm güzellikler hep o çıtanın altında, tanıştığı tüm insanlarsa gölgesinde kalıyordu."

 

"Yaptıkları hazırlığın farkına bile varmayacak bir erkek için hazırlık yaptıklarının farkına bile varmamak, kadınlara has bir muammadır."

 

"En kötü yaratığı arıyorsan gözlere dikkat etmelisin. Gözlerine bakabildiklerin, gözlerinin içini göremediklerin kadar kötü değildir."

 

Bit Palas - Elif Şafak

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

" Yaz, fazla şımartılmıştır, fazla havalı... Beden kusurlarını göstermeye zorlayıp yorar insanı. Bedenlerin mevsimidir yaz; yani sükseli bir kimse değilsen bitiktir işin.

 

Bahar tehlikelidir. İnsana olmayacak işler yaptırdığı gibi çabucak kaçtığı için suçu hiçbir zaman ispatlanamamıştır. Tekin değildir yani.

 

Sonbahar başlangıç ve sondur. Niyeyse hep bir şeye karar vermelisindir sonbaharda...

 

Mevsimlerin en merhametlisidir kış. Evin mevsimi, sarılmanın, sarınmanın, sarmalanmanın. Uzun çayların, derinlemesine yemeklerin, etraflıca içmelerin mevsimi...Karşılaşmaların değil buluşmaların... Sıcak olan her şeye doğru neşeyle yönelmenin, böylece beraber ılımanın..."

 

 

"Düşen yapraklar acıtsa da ağacın canını,

onlar yerlerine yapışmaz ki!

Yaralar alınmamış gibi yapılmaz ki!."

 

 

Olsa olsa en sıkıcısı gülün hayatıdır. Öyle dur, sessiz ve dik, bir klişe olarak elden ele azal, hiç istifii bozmadan ifade et, durmadan poz vererek ifade et. Hiç konuşmadan, hiç konuşmadığı için aşık olunan kadınlar gibi yalan.

 

Cümlesi bittiğinde unutulan zavallı bir aktristtir gül, kısa gösterisi bittiğinde sahneden apar topar çıkıveren. Ölüsü bir hatıra olarak lüzumundan fazla saklanan ekseriyetle.

 

Hep sıkıldım sevelim-sevilelim teranesinden. Sanki o kadar kolaymış gibi, o kadar pürüzsüz, o kadar şipşak oluveren bir şeymiş gibi sevmek. Öyle değil işte.

 

Birini içine almak, ona orada yer açmak, gövdeyi, hayatı düpedüz yeniden düzenleyen, kesip biçen bir şey. Hadi bunu becerdin diyelim. Ya o gidince? Onun için onca zahmetle açtığın yerdeki boşluğa kim ne yapacak?

 

Sevelim-sevilelim deyiverenler sanki bunları yaşamayan kişiler gibi...

 

"Biriktirdiklerini sürüklerken insan; hareket edemeyecek kadar ağırlaşıyor. "

 

Ece Temelkuran - İçeriden Kıyıdan Konuşmalar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

'' Eğer, hayatınızın herhangi bir anına gidip orada sonsuza dek kalacaksınız deseler yalnızca iki şeyden birini seçmek isterdim.

 

Biri, o çocukluğun bahçesindeki ağacın dalına asılı salıncakta sallanırken... Öteki, bütün hayatım boyunca en çok sevdiğim adamla öpüştüğüm ilk gün... Herkes aşık olmanın ortak dilini bulup yazmaya çalışıyordu.

 

Ama aslında bu kadar basitti işte: Birini öptüğünde salıncakta sallanır gibi hissediyorsan aşıksın.''

 

*

 

''Güzel kalan yaralar vardır...

 

Sen de benim bazen zamansız bir dokunuş, bazense mevsimsiz bir yağmurla sızlayan ama hep güzel kalan yaramsın... ''

 

 

Kürşat Başar - Başucumda Müzik

 

*

 

''Seni yollarca, şehirlerce uzağından sevdim. Seni kelimelerce, şiirlerce yakınından sevdim. Seni dünya üzerinde sanki ilk kez benim için kalemi eline alıp da yazdığın mektuplarca sevdim. Seni umutsuzca, beklentisizce, hayallerce sevdim uzağından.

 

Seni sevmek, ait olduğun gökyüzünde seni özgür bırakmaktı.

 

Sevmek, ruhumun tek sahibi olan seni sahiplenmemeye kanaya kanaya razı olmaktı.

 

Arzuladığım ne varsa herşey karşılıksız kaldı bu hayatta.

 

Nasıl da telaşlı, nasıl da soluk soluğa yaşardık o kaçamak anları... Aşkımızın en karanlık, en gerçek, ama en yoğun anlarıymış onlar... Sensiz geçen gecelerde yüreğimde biriken kıskançlığın, öfkenin, kırgınlığın ve hasretin hummalı karanlığı, sana kavuştuğum anlarda sevinçten çıldırmanın eşiğinde tarifsiz bir hazza dönüşürdü...

 

Tıpkı İstanbul gibiydin; Sana dokunmak, sana kapılmak, sana tapmak yenilgiyi daha baştan kabul etmekti.

 

Unutmanın en ağırı unutamadan unutmaktır. Seni sonsuza kadar kaybetmek kimlik değiştirdi ve unutmak oldu benim için. Seni unuttuğum yalanıyla hayatı kandırmaya çalışınca hayat hiç olmadığı kadar acımasız tokatlar indirdi yüzüme...

 

Sevgiliyle geçirilen en sıradan an bile bir mucize gibidir. Asla tüketemez; asla sıkılamazsın.

 

Sana yeniden dokunmak, sanki bulutlara öpücükler kondurmak gibiydi...

 

Huzurla huzursuzluk, hasret ve kavuşma, aşk ve öfke, merhamet ve acımasızlık, kırgınlık ve bağışlama her şey, ama her şey sevgimizin taşkın sularında birbirine karışırdı. İki kalbin bir ömre sığdırabileceği tüm duyguları biz o kısacık anlarda soluk soluğa yaşardık...

 

Aşkını bilinçaltımda da yaşadığımı fark etmiyorsun.

 

Seninle geçen zaman bir daha tekrarı olmayan, doğaçlama bir melodi gibi benim için... Sanki birlikte yazılmış kaderimizin sayılı dakikalarından an çalıyordum.

 

Öylece karşında oturup seni seyretmeyi, sana yemek hazırlamayı, seninle sohbet etmeyi, dostlarını ağırlamayı, seninle birlikte uyumayı, yani paylaştığımız ne varsa hepsini bir daha asla okuyamayacağım bir şiiri kelime kelime içime sindirir gibi, soluk soluğa hissederek yaşıyorum... Öyle birikmişsin ki içimde... Seni yaşamakla tüketmem, seni sıradanlaştırmam mümkün değil. İçime çektikçe çoğalıyorsun...

 

Şimdi varlığım her geçen dakika daha da daralan gizli bir çember örüyor etrafına. Her geçen gün biraz daha uzaklaşıyor, biraz daha kanıksıyorsun beni... O peşini bırakmayan yaralı geçmişin aramıza korku duvarları örüyor.

 

Hayatını tüm kalbimle kucakladığımı hissettiğim anda ansızın yüzünde beliren o eski kaygıların alıp seni benden çok uzaklara, derinlere, yalnızlık kuyularına sürüklüyor. Yeni isimler, yeni aşk öyküleri, başka yüzler, başka bedenlerle kaçış planları yapıyorsun kendine...

 

Gece ansızın seni uyandıran, kolunu başımın altından çeken, seni yatağın ucuna kadar götüren, uykunu bölüp ayağa kaldıran ve bana hep o aynı soruyu sorduran bu korkular değil mi?:

 

'Sevgilim nereye gidiyorsun? '

 

Sevgilim nereye gidiyorsun? Orada ne var? Benliğini kıstırdığın duvarların arkasında soğuk, uçsuz bucaksız bir yalnızlıktan başka ne var? Neden kaçıyorsun? Neden bu aşkı sonsuzluğa, özgürlüğe, daha önce hiç yaşamadığın sınırsızlığa bir kapı olarak görmüyorsun? Ben senden gitme ihtimalini hiçbir zaman çalmaya yeltenmedim ki... Sevgim seni tüketmek değil, çoğaltmak içindi...

 

Sevgim dünyanın yaşanılası bir yer olduğuna inanman, inanmamız içindi... Yüreğimizin çok derinlerinde yaşayan o iki masum çocuğun soluk alabilmesi için bir gökyüzüydü sevgim... Ben senin kanatlarını hiçbir zaman çalmadım ki...

 

Öyle çok reddedildim ki, öyle çok unutuldum ki senin tarafından, sensiz kalmak yüreğimi ezen tek korku artık. Öyle ki hayatım yalnız bir korku halinde ayakta duruyor şimdi... Korkumu gerçeğe büründürdüğün anda yıkılıp gideceğim. Her şeyi tükettim. Hayata tutunmak adına ne varsa her şeyi yaktım seni sevebilmek için...

 

Tüm sabrımı, kendime ve insanlara güvenimi, sevginin hayatın tek harcı olduğuna olan inancımı... Artık senden başkasına verecek enerjim, sevgim ve hayatla hesaplaşacak bir benliğim kalmadı. Geriye dönüp sığınacak bir kendim kalmadı...

 

Şimdi bana varlığımın sana acı vermediğini söylüyorsun. Gitmemi istiyorsun, sonra yeniden gelmemi... Ve sonra yeniden gitmemi... Beni sensizliğin o dipsiz çukuruna önce sarkıtıp, sonra yeniden gün ışığına çıkarıyorsun.

 

Sevgimi, yokluğumu hissettiğin yerde bulmak istiyorsun. Aşkımın benliğini ve hayatını ele geçirmesinden duyduğun o sebepsiz korkuyu yenmek için, bana seninleyken tekrarı olmayan bir şiiri hatırlatan zamanın, sana benimleyken gösterdiği monoton ve tüketici yüzünü yok etmek için oynadığın bir oyun bu belki de...

 

Beni deliliğin sürgünlerine yollayıp, sonra yeniden kalbine çağırıyorsun.

Korkuyu beklemenin telaşı korkunun kendisinden çok daha ürkütücü biliyor musun? İşte bu yüzden sensizliğin karanlık kuyusuna kendi ellerimle bırakıyorum kaderimi. Korkuyu beklemekten vazgeçiyorum, ama asla seni sevmekten değil, sevgili...

 

Sana veda etmeden kayboluşa karışmam da aslında sadece bunun için...

Madem varlığım acı veriyor sana, madem ki ancak yokluğumda sevgimi hissedebiliyorsun, öyleyse yokluğumla kal sevgili...

 

Madem ki yokluğumla daha mutlusun, o halde yokluk benim bu aşk için büründüğüm son kimlik olsun...''

 

 

Şizofren Aşka Mektup - Cezmi Ersöz

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Çocuk anne babalar tarafından çirkin şekillerde koşullandırılıyor. Anne baba koşullandırması dünyadaki en büyük köleliktir. Bu tamamıyla ortadan kaldırılmalıdır. Sadece o zaman insan; ilk defa gerçekten özgür, sonuna kadar özgür olacaktır, çünkü çocuk insanın babasıdır. Şayet çocuk yanlış bir şekilde büyütülürse o zaman tüm insanlık yanlış yöne gider. Çocuk tohumdur. Şayet tohumun kendisi zehirlenmişse, bozulmuşsa, o zaman özgür bir insan bireyi için hiçbir umut yoktur, o zaman bu rüya asla gerçek olamaz.

 

Kişilik senin içinde, senin doğanın içinde anne baba, toplum, din adamı, politikacı ve eğiticiler tarafından üretilmiştir. Onların tüm amacı her çocuğu, kurumsallaşmış olan topluma uyum sağlayacak şekilde sakatlamaktadır, her çocuğu mahvetmektedir.

 

Bir korku vardır: Şayet çocuk en başından itibaren koşullanmadan bırakılırsa o öylesine zeki, öylesine tetikte ve farkında olacaktır ki onun tüm yaşam tarzı bir başkaldırı olacaktır. Ve hiç kimse asileri istemez; herkes boyun eğen insanlar ister. Anne babalar boyun eğen çocukları sever ve unutma ki boyun eğen çocuk en aptal olandır. Başkaldıran çocuk ise zeki olandır, ama ona saygı duyulmaz ya da o sevilmez. Öğretmenler onu sevmez, toplum ona saygı göstermez; o kötülenir.

 

Ben ise, senin çocuklara saygı duymanı isterim.

 

 

Kendin Olma Özgürlüğü - Osho

 

 

*

 

Ben sana bir ahlak dersi vermiyorum.

 

"Bu doğru, bu yanlış, bu ahlaklı, bu ahlaklı değil" demiyorum. Bunların hepsi çocukçadır.

 

Ben sana çok basit bir kriter veriyorum: "Farkındalık"

 

Eğer farkındalıkla bir şey yaparsan doğru olmak zorundadır çünkü farkındalıkla hiçbir şeyi yanlış yapamazsın. Ve farkındalık olmadan da herkes tarafından tardir edilen kimi şeyleri çok iyi yapabilirsin.

 

Ama ben hala ona yanlış diyorum çünkü farkında değilsin.

 

Ve yanlış sebeplerden dolayı yapmış olmalısın.

 

Farkındalık olmadan onların sadece gösteriş, ikiyüzlülük olduğunu biliyorum. Onlar seni yapmacıl hale getirir.

 

Seni özgürleştirmezler, seni özgürleştiremezler.

 

Tam tersine seni hapsederler.

 

 

Dengeli Yaşamanın Anahtarı - Osho

 

 

*

* *

Kalbin yolu güzeldir ama tehlikelidir. Zihnin yolu sıradandır, ama güvenlidir.

 

Erkek en güvenli ve en kestirme yaşam tarzını seçmiştir. Kadın duyguların, hislerin, ruh hallerinin en güzel ama en sarp, en tehlikeli yolunu seçmiştir. Ve bugüne kadar dünya erkekler tarafından yönetildiği için kadınlar muazzam şekilde azap çekmiştir. O, erkeğin yaratmış olduğu topluma uyamamıştır çünkü toplum mantığa ve nedenlere uygun olarak yaratılmıştır. Kadın kalpten bir dünya ister. Erkek tarafından yaratılan toplumda ise kalbe yer yoktur. Ben kadınların gerçekten bir kadın olmasını isterdim çünkü bu büyük oranda kendilerine bağlıdır.

 

Kadın erkekten çok daha önemlidir. Çünkü o rahminde hem erkeği hem kadını taşır. O kıza ve oğlana, her ikisine de annelik eder; her ikisinide besler. Eğer o zehirliyse, o zaman sütü zehirlidir, o zaman çocukları yetiştirme tarzı zehirlidir.

 

Erkekle yarışıyorsun ve yarışmana gerek yok; sen zaten üstünsün. Şiir yazmana gerek yok, şiir sensin. Sevgin senin müziğindir. Sevgilinle birlikte çarpan kalbin senin dansındır!

 

 

Kadın - Osho

 

 

*

**** *

 

En üzgün insan dahi gülümser;

 

ve sürekli gülen insan bile

 

Arada bir ağlar ve gözünden yaşlar akar.

 

Duygular sürekli olamaz.

 

Onlar hareket eder, bu yüzden de onlar duygulardır.

 

Birinden diğerine sen sürekli olarak değişirsin.

 

Şu an üzgünsün, sonraki an mutlusun.

 

Şimdi öfkelisin, sonraki an şefkatlisin.

 

Şu an sevgi dolusun, sonraki an nefretle dolusun.

 

Sabah güzeldi; akşam çirkindir.

 

Bu böyle sürer.

 

 

Duygular - Osho

 

 

*

* *

 

Aşk bağlılığa dönüştüğü anda ilişki haline gelir. Aşk taleplerde bulunduğu anda hapishaneye benzer. Özgürlüğünü elinden alır; göklerde uçamazsın, kafeslenmişsindir.

 

Aşkın özgürlük verici bir kalitede olması lazım, sana zincir vurması değil; sana kanat takıp mümkün olduğunca yükseklere uçmanı sağlaması lazım.

 

Unutma, aşk sınır tanımaz. Aşk kıskanç olamaz, çünkü aşk sahiplenmez. Sevdiğin için bir insanı sahiplendiğin fikri çok çirkin. Birisine sahipsin bu demektir ki onu öldürdün ve ticari bir mala dönüştürdün. Sadece eşyalara sahip olunur. Aşk özgürlük verir.

 

Gerçek aşkta bölünme olmaz. Sevenler birbirinin içine erir. Sadece egoistçe aşkta büyük bir bölünme vardır, seven ve sevilen ayrılır. Gerçek aşkta ilişki yoktur. Çünkü ilişki kurulacak iki insan yoktur. Gerçek aşkta sadece sevgi olur, bir çiçek açma, güzel bir koku, bir erime, bir birleşme yaşanır. Egoistçe aşkta ise iki kişi vardır, seven ve sevilen. Ve ne zaman seven ile sevilen olsa aşk yok olur.

 

Aşk olduğu zaman seven ve sevilen birlikte aşkın içinde kaybolur.

 

Eğer özgürlük ve aşka sahip olursan başka şeye ihtiyacın kalmaz. Elde etmişsindir sana yaşam işte bunun için verildi.

 

 

Aşk Özgürlük Tekbaşınalık - Osho

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

'' Aşk belki de vaktinden önce yaşlandırıyor bizi; sonra, gençlik uçup gittiğinde yeniden gençleşmemizi sağlıyor. Ama o anları unutmaya olanak var mı?

 

İşte bu yüzden yazıyorum ben, hüznü hasrete dönüştürmek, yalnızlığı anılara dönüştürmek için. Bu öyküyü bitirdiğimde, kaldırıp Piedra Irmağı'na atabilmek için - böyle demişti beni ağırlayan kadın. O ermiş kadının ağzından söylersem, ateşin yazdığını böylelikle sular söndürebilirdi.

 

Bütün aşk öyküleri birbirine benzer... ''

 

Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım - Paulo Coelho

 

 

*

 

Kader hep oynayamayacağı roller yükler insana ve ıslıklar...

Alkış sahtekarların...

 

 

Ne garip bir oyuncak şu insan!... Yürür, konuşur ve acı çeker... 70 kilodur... Kendisine ve çevresine ait hiçbir şey bilmez... Bir nevi ıstırap makinesi... İplerini başkaları çeker... Hantal ve şapşal bir robot... Neye sevinir bilinmez... Sınırsız olan yalnız hayalleri ve acı kabiliyeti... Etten bir kafes ve aciz içinde çırpınan bir ruh... Vücut araba, akıl arabacı... Ama gözleri bağlı arabacının, arabaya hükmeden atlar... Bu da haklı : Var olmak için yok olmak lazım... Parça bütüne kavuşacak ki, hasret dinsin... Bütün musiki, bütün şiir, bütün aşk, bu bir çuval kemik, bu asi ten, bu aptalca endişeler ne olacak?.. Ne olacağını bilen var mı?.. Kader hep oynayamayacağı roller yükler insana ve ıslıklar... Alkış sahtekarların...

 

 

* Kelime leşleriyle dolu bir kafatası, hora tepen mefhumlar, kaypak, insicamsız ve ipliği kopmuş tespih taneleri gibi her biri bir tarafa dağılıveren düşünceler...

 

* Ölüm!.. Kovaladıkça kaçan, kaçtıkça kovalayan insafsız ihale...

 

* Fikirler kelebekler gibi, onları hafızaya iğnelemeye kalkınca bir toz yığını haline geliyorlar...

 

* Hatıralar çabucak biten ve okuna okuna hiçbir cazibesi kalmayan eski bir kitap gibi...

 

* Görmek tabiata tahakküm etmektir. Dış dünya, ne kadar düşman unsurlarla dolup taşarsa taşsın, zekamızın göz bebeklerimizden boşalan seyyalesiyle ehlileşmeye, mutileşmeye mahkumdur...

 

* Sesler, ısırgan gibi deriye yapışan, sülük gibi tahammülü sömüren, çekiç gibi kafaya inen sesler...

 

* Görmeyen insan, bozuk bir ampul gibi manasız, bıraktığınız yerde kalan bir paket, içinde eski hatıralar olduğu için, arada bir karıştırılmaya layık... Çocukken oynadığımız bir taş bebek gibi atmaya kıyamadığımız acayip bir külçe...

 

* İnanmayanların inanlara sataşmasında, muhakkak bir parça kıskançlık vardır...

 

* Oyuncak değiştiren çocuk daima daha kötü, daha hantal, daha tehlikeli oyuncaklar peşinde...

 

* Görmek yaşamaktır, vuslattır görmek. Her bakış, dış dünyaya atılan bir kementtir, bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış.

 

* Devam etmek demek yaratmak demektir. Yalnızca paylaşılmayan acılar bizi yıkabilir...

 

* Ruhun ölümsüzlüğü bir mitostan ibaret değil...

 

* Bir kısım insanların düşüncesi etraflarını yansıtan bir aynadır, onlar başkalarının kaydettiklerini bıkmadan tekrarlayan plaklar gibidirler; ruhları yoktur, üstün zekalı hayvanlardan pek az daha mükemmel mekanizmalardır, dünyaları vücutlarıyla sınırlıdır ve vücutlarıyla beraber yok olurlar... Bir kısım insanlarsa kendilerini aşarlar ve kendilerini feda etmesini bilirler, bir fikre, bir davaya adarlar kendilerini, anıta, olaya, kitaba dönüşürler... Ruhları ışık ve sevgi kaynağıdır...

 

* Neden yalnızlık bizi ürkütüyor? Ürkütüyor, çünkü sonsuzluğun başlangıcı gibi geliyor bize ve sonsuzluğun karşısında kendimizi kolumuz kanadımız kırık ve bomboş hissediyoruz, öldükten sonra da yaşamak için tanıklar istiyoruz...

 

* Felaketlerimizin üzerinde durmak, dikkatimizi fizik ve manevi yaralarımıza teksif etmek bizi köstebeklerle aynı seviyeye indirir...

 

* Hürriyet istediği gibi hareket etmesidir insanın, serbest olmasıdır. Hürriyet yetenektir, güçtür, bağımsızlıktır. Hürriyet amaçlarını gerçekleştirmek için hem bir seçim, hem de bir imkandır...

 

* İnsan tek başına kendisini şekillendiren bir bütün değil... Ve dünya insan zekasının fetihlerine rağmen, el ele tutuşup hep birlikte şarkılar söyleyebileceğimiz bir cennet olmaktan çok uzak... Duvarlar var insanların arasında ve daha uzun zaman da var olacak...

 

* İnsan kendi varlığını her gün biraz daha az kusursuz bir heykele benzetmek için boşuna gayret harcıyor. İçi bir zafer vehmiyle kabarırken, kaderin iblisçe kahkahası elinden çekicini düşürüveriyor. İradenin kazandığı zaferler kardan bir heykel kadar fani...

 

* İnsanlık daima daha kötü oyuncaklar peşinde koşan bir çocuk...

 

* Spinoza’nın bir sözü beni sık sık düşündürür: Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi, mutlaka kendi arzusuyla yola çıktığını söylerdi... Fırtınalı bir denizde çalkalanan pusulasız bir gemi, bizden daha hürdür... Riyazet kalesi bir sırça köşk. Hangi limana doğru yöneleceğiz?..

 

* Tarih, galiplerin yazdığı bir kitap. Zafer, arkasından bıçaklanan masum düşmanların cesetleri üzerine atılan yapma çiçeklerden bir çelenk...

 

* Uykusuz bir gece, gazetedeki herhangi bir havadis, bir gıda maddesinin bozukluğu, havanın yağmurlu ve sisli oluşu... Düşüncelerimize istikamet veren, bu kadar çeşitli, kontrol altına alınmaları bu derece imkansız saikler...

 

* Gerçek sanat, birer hayalete benzeyen kaypak ve soyut varlıkların damarlarından kan geçirmek, gözlerine pırıltı, adalelerine sıcaklık ve sertlik vermek...

 

* Şuurumuzun önünde geçit resmi yapan konularda Hemoros’un cennetindeki hayaletlere benziyor bazen: Önce gülümsüyorlar size, aşinalık gösteriyorlar. Kollarınızı açınca boşluğu kucaklıyorsunuz...

 

* Kelimeleri sana veriyorum okuyucu. Onlar yanıp sönen birer oyuncak. Boş içleri. Boş mu?. Alev var göğüslerinin içlerinde, barut var, göz yaşı var. Nihayet bütün dünya kelimelerden ibaret. Ama sende ne varsa kelimede de o var. Kelime Narsis’in kendini seyrettiği dere... Çok bakma içine düşersin!...

 

* Cümle, bir düşüncenin, doğan, büyüyen bir düşüncenin, dalbudak salan bir düşüncenin fotoğrafı...

 

* Cümle bazen bir çığlıktır, bir şimşek parıltısıdır, yanar söner... Ama her fikir şimşek değildir ki, bocalayışları, arayışları, kendi kendini düzeltişleri, çeşitli tecrübeleri ile bütün bir arayış...

 

* Kendini bir ırmağın sularını bırakan kayık hangi okyanusa açılacağını bilir mi?..

 

* Oyun yazılmış. İte kaka çıkarıldığımız sahnede görülmeyen bir suflörün fısıldadığı kelimeleri tekrarlamaya, manalandırmaya çalışıyoruz...

 

* Değer levhasının her gün yazılıp bozulduğu bir çağda hareketlerimizi, yöneltecek kıstas nerede?..

 

* Yaşamak öldürmek demek, her adımımızda bir takım canlara kıyıyoruz... Ölmek ve öldürmek...

 

* Bir öfkenin, bir acının kızgın demiri kalbimize dokunmadıkça ses gelmiyor oradan...

 

* İsyan vahim, tevekkül güç... Ama isyansız tarih olmaz...

 

* Yaratmak, daima bütünün parçalanması...

 

* Meçhul bir dalga umulmadık kıyılara sürüklüyor kayığımızı...

 

* Hayatın kanunu değişmek... Zaten zindanında yeni pencereler açılmazsa boğulmaz mısın?...

 

* Ülkeler ne kadar bizimse, kelimeler de o kadar bizimdir...

 

* Dilin gelişmesinde rol oynayan iki kuvvet : İhtilalci kuvvet, muhafazakar kuvvet...

 

* Bu memleketin en büyük faciası, en seçkin evlatlarının beynini ve kalbini itlere peşkeş çekmesi. Halledilmesi gereken büyük dava, bu topraklar üzerinde münevverin nefes alabilecek hale gelmesi...

 

* Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım, karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!..

 

* Aydın gölgesinden korkuyor. Kafasıyla düşünen adamın tutunabileceği dal yok...

 

* Eflatun doğru söylüyor: İdeal sitenin çobanı filozof...

 

* İnsan bir zincirin son halkası. Yoktan varolmak, kaderini tuğla tuğla abideleştirmek ancak harikulade mesut tesadüfler sayesinde mümkün...

 

* İnsanlar seçtikleri rolü, sonuna kadar oynamak zorunda...

 

* Seyisin şövalyeliğe özenmesi felaketle neticeleniyor...

 

* En acı hatıralar kelimeleşince nasıl bayağılaşıyor...

 

* Tabiat yaratmak için yıkmak zorunda. Fırtınalar, zelzeleler, seller. Yaşamak öldürmektir. Ya kendini öldüreceksin, ya başkalarını. Dördüncü kişinin hayatını kurtarabilmek için üç kişiyi öldürebilmek. ‘That is the question’ Ya kendine kıyacaksın, ya başkalarına. Başkalarına kıymak da, kendine kıymak değil mi?... Başkaları kim? Bizden birer parça. Her tanıdığımız, varlığımızın bir zeyli. Her ölenle bir parça ben de ölürüm... Her ölüm bir ‘emputation’

 

* Hür olmak. Kendi kendinin ileti olmak; mevcudum çünkü öyle istiyorum diyebilmek, kendi kendinin başlangıcı olmak...

 

* Kahramanlar, rüyalarımızı yaşadıkları ölçüde enterasandırlar...

 

* Düşen tutunacağı dalları seçmez...

 

* Dalga, şuurun derinliklerinden yükseliyormuş demek... Satıhtaymış. Sert ama sığda. Varlıktan ademe yuvarlanışta, ellerinin ihtiyaçla uzandığı dallardan biri daha kırılmış ne çıkar?.. Gölgeleri dal diye kucaklamaya kalkışmanın akibeti... Gölge... İnsanlar birer gölge, konuşan, gülen, inleyen ve eriyen birer gölge... Toprak nasıl emerse suları, zaman da bu gölgeleri öyle yutuyor...

 

* Neden en küçük fırtına bu gemiyi dümensiz bırakıyor?.. Bu bocalayışların hepsi de soyumuza has bir alın yazısı mı?.. Yoksa... Bu ‘yoksa’ öldürüyor... Sürü ile acı çekmek, acı çekmemek gibi bir şey... Sürünün terk ettiği hasta bir koyun olmak güç...

 

* İnsanların en terbiyesizi, insanlığın en büyük terbiyecisi olmuş...

 

* Sanatın vazifesi faniyi edebileştirmek, tabiattaki korkunç tahrip dehasıyla göğüs göğüse mücadele etmek değil mi?..

 

* Her acı ne kadar ferdi, ne derece alelade olursa olsun, insanlığın uçsuz bucaksız orkestrasında bir ahenk unsurudur...

 

* Edebileşmek uçurumların da hakkı...

 

* Her sanatın amacı bir fetihtir, bir inşadır...

 

* Dünyanın bütün tımarhaneleri bizim entelijansiyanın kafatası yanında birer aklıselim mihrakı.

 

* Bir ideal için ipe çekilmek; ölümlerin en güzeli...

 

* Nihayet nasıl ve niçin doğduğuna bir türlü akıl erdiremediğimiz insanoğlu, faydasız canlılarla ezilen kainatta açlıktan ölmemek için kendi kendini tahrip eden ve üniversel hezeyana akıl erdirebilen garip mahluk. Boşluklarla imkanlarla dolu bir mültiver...

 

* Demek aklın sesi rüzgarın uğultusundan daha manasız... Kılavuzların çığlıkları, çılgın kahkahalar arasında boğulmuş asırlardır... Kadeh şakırtıları, halhaller ve heyheyler ve kuyuya doğru ilerleyen kafile... Kör kuyuya...

 

* Aileyi yönlendiren biyolojik faktörler değil, kültürel faktörlerdir...

 

* Hayat çoğu defa kılıçla başlayan, satırla biten rengarenk bir rüyaydı...

 

* Düşüncenin malzemesi dildir...

 

* Cümleler çok defa düşünce bayırını güçlükle tırmanıyor...

 

* Kartallar uçmadan önce ücra kayalıklarda talim yaparmış...

 

* Söz zehirli bir kama. Ama kelimeleri gönülde açtığı yarayı ancak kelimeler iyileştirebilir...

 

* Belki öldürdüğün her canlıda ölen kendinsin... Ama bunu ne zaman kavrayacak insan.

''Ya örs olacaksın, ya çekiç '' diyor Geothe. Çekiç de çelikten, örs de çelikten. Örsle çekiç kardeş. Ne kardeşi? Aynı varlık, tek varlık. Hakikat bu mu?. Ezilmek istemiyorsan ez mi hakikat?...

 

* Kadın da bayrak gibi, bir sevgiyi mihraklaştırdığı ölçüde kutsallaşıyor...

 

* Düşüncelerin müphemin duvarlarını aşmayacak. O duvarı korkuların ördü, korkuların ve şükranların...

 

* Ancak başkalarının sırtından geçinen, her istedikleri kolayca gerçekleşen mutlularda gelişiyor şuuraltı...

 

* Düşüncenin vazifesi bütün ateşten denizleri gül bahçesine çevirmek, gerekirse yanarak çevirmek...

 

 

Cemil Meriç - Jurnal

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Türk Edebiyatında Tipolojiler

 

Şimdi nefretlerini yerken, yatağın içine düşen bir fahişenin ses çalışmasıydı öfkesinin nedeni. İçsel duyguları yorgun kalkar, nefesi daralır, sonra köm kös kalır... Nedenler sıvar köşeleri. Yok öfkenin esamesi. Hiç başlanmamış saçmalıklar gibi. Şimdi bütün karmaşık düşünceleri, hayatın o kibirli çemberinde boğuluyor. Dudaklarıyla bozuk tebessümler resmetti. Karşısında durdum, dudaklarının ucunda silik gülümsemeler. Hiç de benzemiyordu bana. Giyim-kuşamı büsbütün bir yabancı gibiydi. Dejenereliği kelimelerine can çekiştiriyordu. Bir İngiliz gibi adımlar nöbetine geçti odanın içinde. İçimden imzaladım sefil halini. Bir boşluğa düşmüş -farkında değildi- Ona göre dünyanın tadı lezzetli, bana göre dünyada lezzetin ne işi var, anlaşamadık. Hiç başlanmamış saçmalıklar gibi. Çıkıp gitti. Önceden de çıkıp gitmişdi. Aktığı düzene... bir daha bunlara rastlamak istemiyorum. Antropolojik açıdan o değişim içinde. Daha evresini tamamlayamamış...

 

Burjuva hayatlarda çok sık rastlanır bu tipolojilere... Kültür salatalığı yaparlar. Taksim'de şiir dinletilerinde rastlayabilirsiniz. Ya düzenlerler ya da gider dinlerler... Kendilerine has imajlarının adamlarıdır... Kendilerine has kitle zevklerini tatmin eden kadınlardır. Yamalı bilgileri ile kendilerini bu memleketin edebiyat direği zannederler! Oysa vicdanlarını Paris'e Moskova'ya satmışlardır da hafızalarından bihaberlerdir! Karanlığın kuyruğuna bağlanmış hayatlar. Edebiyat mekanlarını sanata adamışlardır(!). Sergi günleri, Şiir geceleri günlerinde eğlencelerine doyum olmaz. Alkol masalarında çekilmiş fotoğraflarını boy boy görebilirsiniz facebook gruplarında. Dünya toz pembe anacım. Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında. Neşeler sonsuz, gülücükler dans ediyor. Keyiflerine dokunmayın... Türk Edebiyatı temsilcileriymiş(!) onlar... Memleket güllük-gülistanlık. İnsanımın yavruları okullarına gidiyor.(!) Her evde kitaplar dolu.(!) Yoksul- fukara mahallerinde her ay tiyatro, Masal, Şiir etkinlikleri düzenleniyor.(!) Çocuklarımız kültürel etkinliklerde yüzüyor.(!)

 

Ellerime kelepçeler taksınlar...Sürüp sürükleyerek koridorlarda hırpalasınlar.

Suçunu tanı. Suçlu olduğunu densiz olduğunu bil!

İnsan sevgisinden yoksun, sefiller...

Tavrım değişmez.

Patolojik vicdan sahipleri.

 

Yollarda rastladığım insanlar zayıflamış, çocuklar bulutlara kan yüklemiş. Türk Edebiyatına zift dolduruyorsunuz. Kaçmıyorum gayri gözüme ilişen insanlardan. Şiirleriniz sinek vızıltısı, hiçbir öğretici satırı yok. Düşündürücülük? O kadar hafıza sizde yok! Öykü mü yazıyorsunuz? Çizgi filme uyarlanır! Sizin yazdığın öykülerde tahkiye yok. Kendi hayatlarınız gibi çarpık öyküler yazıyorsunuz. Dilden dile dolaşan geleneksel edebiyatımız halkın aşklarını, acılarını, özlemleri, sevgilerini, dertlerini kucaklamıştır. Ne olduysa, siz batı kültürü müfredatı ile kütüphanenizi doldurmakta, şiirlerinizi batı kültürü kahramanları ile yazmakta, sabah kahvaltısını bile batı kültürüyle yapmaktasınız. Türk edebiyatı, Bu toprakların yalınlığını, damıtılmışlığını, erdemini, ''Anadolu mayası''nı taşır. Sezar'ın binlerce yüzünü değil! Türk Edebiyatı, Anadolu'nun toprağından, Solunan havasından, Okunan ezanından ve dokunan ikliminden dolar...

 

Bir bireysellik yolu tutturmuşunuz gidiyor. Sanatkar/ yazar bireysel tecrübelerini malzeme yapıyor. Bu hâl kültürel anlamda edebiyatımıza zenginlik katmıyor. İmgeler sürekli yer değiştiriyor. İnanılmaz bir kısırlık. Cinsellik reyting birincisi... Yer altı edebiyatı prim yapıyor. Yazar/ sanatkar öğretici olmalı!...

Edebiyatımızı, vicdanlarınızı sattığınız batıdan beslediğiniz sürece (kültürel birikimimizden beslenmediği sürece) kısırlık had sahfaya ulaşacaktır.

Alkol masalarında, eğlencenin doruğundaki hayatlarınıza dokunmak ne haddime, hatta sizi eleştirmek ne haddime vicdanlarını sattıklarından habersiz şahıslar!

 

Kim düştü kuyuya, Yûsuf mu, Yakub mu, Züleyha mı?

Zindan kimin kaderi, Yûsuf'un mu, Yakub'un mu yoksa Züleyha'nın mı?

 

 

Koray Demirkılıç - Ben İnsan Değilim

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sevdiklerimizi başkalarından gelecek tehlikelere karşı korumaya özen gösteririz. Keşke gerektiğinde onları kendimizden de korumamız gerektiğini kabul edebilsek! Çünkü en coşkulu aşk vaatlerinin içinde bile soğuk ve yıkıcı bir "yabancı" gizlenir.

 

 

Sevgi dedikleri bu mu? Bakınca, hayata tutunamayan ve bundan umudunu kesen insanların birbirlerine tutunmaya çalışmalarını görüyorum. Umutsuz fakat pişkin bir mızmızlık sanki! Hayır! Sevgi bu olamaz!

 

 

Sevgi dedikleri bu mu? Toplumca kabul görmüş şehvet ve şefkat alışverişi...Hayır! Sevgi bu olamaz!

 

 

Ummak, hayal etmek, âşık olmak, özlemek... En hakiki yanlarımızı temsil eden bütün bu hallere biraz daha derinden bakın! O zaman ürpererek göreceksiniz ki, hepsi "Büyük Bekleyiş"in parçaları ya da kopyalarıdır! Onca faaliyet, onca mecburiyet yanıltıcıdır. Aslında her an bekleriz; ölümü değil, hayır! Doğumun bizi kopardığı esas parçamıza geri dönüşü bekleriz; yeniden buluşmayı bekleriz.

 

 

Bakıyorum da, hayattan kendi mutsuz çocukluklarının intikamını çocuklarının almasını isteyen ve onları bu hedefe göre yetiştiren anne babalar ne çok! Günah bu çocuklara! Çünkü tam da bu yüzden onlar da mutsuzlar!

 

 

Yüksek sesli kahkahalar çoğu zaman alçak sesli acıların maskesidirler.

Şu sıralarda yine Marguerite Duras okumaya başladım. Dağınık, oradan buradan, yudum yudum okuyorum. Böylesi daha hoşuma gidiyor. Duras âşık kahramanlarından birini şöyle anlatıyor: "Onunla buluşmayı düşünmüyor. Yalnız kalmak istiyor şimdi. Onu düşünmek, onu bilmek, sevmek için." Ya her akşam aynı lokalde etrafta olup bitenlere aldırmadan saatlerce oturan bir çifti anlattığı satırlara ne demeli! "Öylesine yalnızlardı ki dünyada, yalnızlık nedir artık bilmez olmuşlardı."

 

 

İstanbullu muyum? Bilemiyorum. Moda'yı, Sultanahmet bölgesini, İstiklal Caddesi'ni, Beşiktaş semtini düşünüyorum da... Ben oralara aitim. Bunlar bir insanı İstanbullu yapmaya yeter mi, emin değilim. Gerçek şu ki, büyük şehirler, insanı "oralı" kılmak için çok büyüktürler!

 

H. Babaoğlu

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 ay sonra...

Sevgili Bebek,

 

Bu sana yazdığım ilk mektup.

 

Bebeklerin annelerini seçtiklerine dair bir yazı okumuştum vaktiyle bir dergide. Gülüp geçmiştim o zamanlar. Ama artık pekala mümkün geliyor bu fikir. Gökyüzünde melekler yan yana oturup kainatın koca kataloğundan anneni seçerken düşlüyorum seni. Önünde kocaman bir kitap açık duruyor. İçinde renk renk fotoğraflar. Her bir fotoğrafın altında kısa tanıtım bilgileri. Melekler sabırla çeviriyor sayfaları. Sen alıcı gözle bakıyorsun tek tek tüm adaylara.

 

'' Bu değil... '' diyorsun. '' Yok, bu da değil. ''

 

Ne doktorlar, ne mühendisler, ne ev hanımları, ne iş kadınları geçiyor gözünün önünden. Geçit töreni gibi. Hiçbirine alaka duymuyorsun. Oysa oldukça iddialı anne adayları var içlerinde. İşini iyi yapan, sevgi dolu ve hayli marifetli kadınlar bunlar. Sen gene de oralı olmuyorsun.

 

Derken yeni bir sayfa açıyor yanındaki tombul melek ve benim resmim çıkıyor karşına. İyi bir fotoğrafım değil bu. Saçlarımı beceriksizce toplamışım. Makyajım da çalakalem, bir gözüme bir gözümden daha çok far sürmüş, gene taşırmışım. Üzerimde kat kat soğan kıyafetlerim. Altında tanıtım bilgilerim. Muhtemelen şöyle yazıyor:

 

"Kafası karışık, hayatı düzensiz, henüz tam olarak kendini bulamamış, arayış halinde. Yazar… Edebiyatçı."

 

Sen minicik parmağını benim resmime doğru sallayarak,

 

'' Hah, bak bu eğlenceli olabilir '' diyorsun meleğe.

'' Şuna biraz yakından bakayım.''

 

Nasıl ve niye kâinatın onca başarılı anne adayı arasından beni seçtiğini bilmiyorum. Belki de çılgın bir kızsın sen. Dört dörtlük bir anneyi sıkıcı buluyorsun. Ya da beni benden iyi tanıyorsun şimdiden. Bendeki potansiyeli görüyorsun. Eksiklerimi, zaaflarımı aşmama, hatalarımı düzeltmeme yardım edersin. Rehberim olursun, en güzel öğretmenim.

 

Dedim ya, niye nasıl beni seçtiğini bilemiyorum. Ama bir şeyi bilmeni istiyorum:

 

Sana müteşekkirim. Seçiminle onurlandım. Gururlandım. İnşallah hayatta hiçbir zaman, '' Ulan o koskoca katalogdan bula bula bunu mu bulmuşum. Başka birini seçseydim keşke... '' dedirtmem sana. Seni mahcup ederim diye ödüm patlıyor.

 

Sabırsızlıkla gelişini bekleyen annen Elif.

 

 

Elif Şafak - Siyah Süt

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

'' ..................

 

Üniversiteye hazırlanıyordum. Dershanedeydim. Durumum vasat olmasına rağmen torpille en iyi sınıfa yerleştirilmiştim. Parmaklar hep havadaydı. Hoca ne sorsa, cevabı kafalarının içinde sinsice bekleyen çocukların arasındaydım. Her şeyi bilen bu çalışkan çocuklara, hayatta bilmemekte vardır ı ispatlamak için bu sınıfa gönderilmiş gibiydim. Bazen, soruyu cevaplamak için kalkan parmaklarını kötü filmlerin simgesel sahnesine yakışan bir mizansenle bana doğru döndürecekler, sonrada hep bir ağızdan '' işte bu! '' diyecekler gibi geliyordu.

 

 

Çoğu zaman tahtaya yazılan soruyu bile okumuyordum. Daha soru bitmeden havaya kalkıp araba sileceği gibi hareket eden parmaklara dalıyordum. Biri tahtaya çıkıp, diğerlerinin de bildiği soruyu çözüyordu. Evet, resmen cevap çözüyordu bu '' parmaklar sınıfı ''.

 

 

Sonsuz sıkılıyordum. Ezildiğimi hissediyordum. Tebeşirin tahtada ara sıra çıkardığı '' cıyyk '' sesiydim. Hoca başımda durmuş '' olmuyor mu? '' diyordu. Kafalar bana dönüyor, başka bir hayatı görüyor, parmaksız bir çocuğa bakıyordu. En çok da geometri dahisi dörtgen kafalı o çocuk bakıyordu. bakarken sırıtıyordu.

 

 

Bir deneme sınavı sonrası, kimya hocası sınıfa girer girmez, '' evet, 5 netin altına düşen yok herhalde bu sınıfta '' demişti. Bana ilk defa parmak kaldırma şansı doğmuştu, yapamadım. Şimdiki aklım olsa kaldırırdım, '' evet 3 '' derdim. Biyoloji hocasına '' 2 '' , matematikçiye '' 7 '' ... Soruları akıldan çözen, çok hızlı parmak çeken dahi bir öğrenci gibi haykırırdım sayıları.

 

 

Yıllar sonra parmaklar sınıfının dörtgen kafalı geometri dâhisini bir kafe de gördüm. Biraz konuştuk, daha doğrusu o, parmaklar sınıfından başlayıp Kanada’ ya uzanan başarı öyküsünü anlattı. Ukalalığı nefes aldırmıyordu. Bilgisayar programcılığına hâkimiyeti, onu, tüm hayatı alt edebileceğini sanan bir ukalaya çevirmişti. Yazık ki Kanada’dan aldığı, önünde 44 yazan ve dizlerine kadar uzanan '' ergen zenci tişörtü '' onu ele veriyordu. Kendine göre, yurt dışından estirdiği bir rüzgârla bizim '' woow '' diyeceğimizi sandığı bir hava getirmişti ülkemize. Bu düşüncem, gevrek gevrek gülerek '' kızlarla aran nasıl? '' dediğinde iyice pekişti. Kulaklarıma inanamadım, '' kızlar '' , '' ara '' … bunlar, gençlere, genç olmayan, çalışan, 40 yaş üstü adamların kullandığı kelimelerdi. Dörtgen bey, mesleki başarılarla dolu yaşamına kısa bir tatille mola verdiği bu günlerde, sosyal yaşama abanarak tescilli dâhiliğinin yanına haşarı sıfatını da eklemek istiyordu.

 

 

Dahi ama birazda haşarı bey, barometre, sıcaklık ölçer, nem ölçer gibi bütün doğa olaylarına hâkim kocaman saatine bakıp '' woov saat 14:36 olmuş, ben topuk… '' dediğinde, '' uyyy '' dedim içimden. Dershanede aynı dijital sesle derse kaç salise kaldığını casio saatine bakarak haber verdiği günler geldi aklıma. Ot gibi yaşamları ebeveynlerin gözünde '' çok başarılı, çok düzenli '' ye dönüşen ve bizlere zamanında '' filancanın çocuğu '' olarak örnek gösterilen adam buydu işte! Nedense bir sıkıntı çöktü içime.

 

 

Parmaklar sınıfında '' olmuyor mu? '' kategorisinde benden sonra ikinci sırada, can arkadaşım Uğur yer alıyordu. Aslında ikimizde vasat bir sınıfta olsak rahatça parmak sallayabilirdik, ama Tübitak' a el ense çeken sorular çözen ve '' sayı soruları '' ile dalga geçen integral kafalıların yer aldığı bu sınıfta, bizim parmaklar ancak sıra kazımaya yarıyordu. O günler, sıraya hararetle '' now one a young boy '' cümlesini kazıyorduk. Sanırım Lee Cooper’ ın reklâm müziğinde geçiyordu bu söz. Kazı çalışmalarımızdan rahatsız olan hoca, bir pazar sabahı, sınıfa yeni gelen zeki ve meme çatalı gözüken bir kızı, beni kaldırıp Uğur' un yanına oturtunca, konumum daha da belirginleşti. Artık neresi boşsa oraya oturuyordum. '' Aşağıdakilerden hangisi yanlıştır '' diyen bir sorunun cevabıydım, bedbahtım, yalnızdım. Hoca her derste, '' bugün nereye oturdun, piyon gibi adamsın vallahi... '' benzeri '' öğrenci güldüren esprileri '' ni tekrarladıkça dörtgen kafa neşeleniyordu.

 

 

Bir deneme sınavı sonrası, dörtgen kafanın, '' hocam ilk 5 soru neydi öyle, kalem oynatmadım vallaha he he...'' sırnaşmasına, hocanın nedense bana yan göz atarak, '' arkadaşlar herkes sizin gibi değil, o soruları çözerken kalemi bitenler var '' demesi ve bütün '' parmak sallayanların '' bu ********* gösteriye gülmesi bardağı taşıran son damla oldu. İntegral kafalılar, ilk beş soruyu kalem kullanarak çözmeye çalışanların üzerlerine basa basa zekalarını kutluyorlardı. O an uğur, meme çatalından sıyrılarak '' n’oluyo lan! '' dercesine bana baktı, resmen geri zekalılar sınıfındaydık.

 

 

O andan itibaren çalışkan sever hocalara da, dörtgen kafaya da, ilk beş soruyu kalem kullanarak çözemeye çalışanların parasıyla dönen bu dershaneye de, nice çimdikler görmüş kulaklarımı tıkadım. Kendime rakip olarak sınavlarda bana yakın puanlar aldığını listelerden gördüğüm Tennure isminde tanımadığım birini seçtim. Onunla yarıştım. Sınavı kazandım.

 

 

Buradan hocalarıma ve parmak sallayan sınıfın sakinlerine seslenecek falan değilim. Yalnız Tennure' ye teşekkür etmek istiyorum:

 

Teşekkürler Tennure. Umarım sınavı sen de kazanmışsındır. ''

 

 

Fırat Budacı - Kendimi Durduracak Değilim

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

'' Sevdiğin birinden ayrılınca '' zamanla acın geçer '' derler ya, o YALAN! Bazen geçmiyor, bir gram bile azalmıyor, ilk gününde nasılsa öyle kalıyor. Kocaman bir delik kalbinin orta yerinde duruyor, sen onunla yaşayıp gidiyorsun.''

 

Hande Altaylı - Maraz

 

*

 

" Güzel kalan yaralar vardır... Sen de benim bazen zamansız bir dokunuş, bazense mevsimsiz bir yağmurla sızlayan ama hep güzel kalan yaramsın. "

 

 

Sen Olsaydın Yapmazdın Biliyorum - Küşat Başar

 

*

 

''... Birbirine dolanan hayaller yumağıdır hayatımız. Kim karar verebilir birbirine dokunan taş ve su hakkında, kimin kimi ayakta tuttuğuna, ve günün aslında kumdan, tuzdan ve ışıktan oluşmadığına?

 

Boşlukları doldurduğumuzda belirecek hayatın anlamı, taşı ve suyu doğru yorumladığımızda, bir yarı öbür yarıyı anlayacak: olgunluk bize yaban meyvesi gibidir; gevşek ağızlarımıza dokunan zehir!

 

Kim sana verdiklerimi, senden aldıklarımı çözebilir? Birbirine dolanan hayaller yumağıdır hayatımız, hayalleri dik tutmak gerekir...''

 

Arka Bahçe- Birhan Keskin

 

*

 

"Birini sevmen için elle tutulur bir neden bulamıyorsan onu sahiden seviyorsun demektir..."

 

Başucumda Müzik - K. Başar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

‘’…

Bir balık ve bir kuş birbirlerine aşık olmuş ama nerede yaşayacaklarını bilememişler, ifadesindeki gibi bu ikilemi çözmenin yolunu beraberce çıktığımız seyahatlerde bulmuş, ben dalabilen kuşken Felipe de uçabilen bir balık olmuştu.

 

… Sen ve ben nerede uyuyacağız? Yıldızlar bizi saracak kadar engin mi? sen ve ben nerede uyuyacağız?

 

Eğer şu dünyada en çok sevdiğin kişiye veda etmek için sadece iki dakikalık zamana sahipsen çok şey söylemek istersin ama doğru kelimeleri bulmak çoğu zaman kolay olmaz.

 

…”Bilmedikleri neredeyse insanlığın tüm bildiklerini içermektedir. Ama bulmaca onun nee bildiğini bulmaktır.”

 

Bir erkek, yanındaki kadını aşkla sevmediği sürece onunla çok mutlu olur. “Oscar Wilde”

 

Romantik aşk, evrensel bir deneyimdir. İhtiras kalıntıları dünyanın her bir köşesinde yer almaktadır.

 

İnsanların kalpleri sosyal topluluk, din, cinsiyet, yaş ve kültürel sınırlar olmaksızın kırılabilir.

 

“Beklenti eken, hayal kırıklığı biçer”

 

… Hayat zor bir iştir ve tabi ki evliliğin zor iş olduğu konusunda da hemfikir olacaklarına eminim. Ama evlilik nasıl zor bir iş haline gelebilir ?

 

İşte açıklaması: Mutluluk beklentilerinizi tamamen tek bir kişinin ellerine döktüğünüz anda evlilik zor bir iş haline gelmektedir. Ve bunu sürdürebilmekte zor bir iştir.

 

Evlilik sonsuz bir mutluluk değilse o zaman anlamı ne olabilir ki?

 

… Anlaşıldığı üzere aşka dayalı evlilikler aşkın kendisi kadar kırılgandır.

 

“Bazen hayat yalnız olunamayacak kadar zordur ve bazen de hayat yalnız olunamayacak kadar güzeldir “

 

… Sinir edici bir tanımlamayla, nasıl kalp kendine has gizemli nedenlerden dolayıbir seçim yapıp ve yine kendine has nedenlerden dolayıseçiminden vazgeçiyorsa, paylaşılan cennet bir anda cehenneme de dönüşebiliyor.

 

“Savaşa gitmeden önce bir kez, denize girmeden önce iki kez, evlenmeden önce üç kez dua et,” der eski bir Polonya atasözü.

 

“Biraz seviyor olsan bile hiç olmadığın kadar dikkatli ol.”

 

… Acı çeken tüm insanların arzularına mıhlanmış olduğunu öğretir. Hepimiz bunun doğru olduğunu bilmiyor muyuz?

 

… Delicesine aşık olma duygusu içimizi sardığı anda gerçeklik gitmektedir ve bizler aklıbaşında bir durumdayken belki de asla yapmayı düşünmediğimiz şeyleri yaparken buluruz kendimizi.

 

… ”Mutluluk” ölçülebilecek birşey değildi ve bazen en olumsuz şartlarda mutlu olunurken, her şeye sahip çiftler mulu olmayı beceremiyordu.

 

… Ne kadar önlem alırsan al, almadığın tek bir önlem bile olsa seni ****** avlayacaktır.

 

… Her halükarda geçmişte yaptığımız hatalar bize en derin acıları veriyor olsa da, onlarla savaşmaktan vazgeçmek zorundayız ve hayatımıza devam etmeliyiz.

 

Ama en büyük acılar bile büyük mutluluklara gebedir.

 

…”Tufan” olarak nitelendirdiği duruma denk geliyordu. Yani aklımızın öfkeye kapıldığı (ve öfke tarafından kandırıldığımızı) noktaya gelecek kadar yorgun ve hayal kırıklığı yaşıyor olmamız durumu. Tartışmalarınızda “her zaman” veya “asla” kelimelerini kullanmaya başladığımızda, “tufan” belirtileri göstermeye başlarız.

 

Aşk, doğası gereği sınırlar getiriyor, daraltıyor ve sınırlar çiziyordu.

 

… Zaten hayatın kendisi dağınıklık ve becerisizliklerin toplamı değil miydi?

 

Kalbim Bir Kez Sevdi - Emily Giffin

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bütün aşklar, istedikleri kadar uçarı, tensellikten, dünyevilikten uzak ayakları yerden kesik görünsünler, cinsel dürtüde temellenirler. Evet, hatta bu aşıklık hali sadece daha yakından belirlenmiş, daha özelleşmiş, hatta sözcüğün en dar anlamıyla bireysellemiş cinsel dürtüdür.

 

-İnsanlığın genç kesiminin enerji ve gücüyle birlikte düşüncelerinin yarısını sürekli olarak meşgul ettiği, ara sıra en büyük kafaları bile meşgul ettiği, en önemli meselelerde belirleyici etki olduğu görülür.

 

-Aşk için çıkarılan bunca gürültü patırtı niye?Niye bunca itiş kakış, tepinme, korku, endişe ve dert? Sonuçta amaç, sadece bir Mecnun'un kendi Leylası'nı bulması değil midir?

 

-Aşkta bütün meselelerin aksine bireysel iyilik, mutluluk ve acıların değil de insan cinsinin gelecekteki varlığının ve kendine özgü yapısının söz konusudur.

 

-Her aşık olma durumunda, belli bileşim niteliklerine sahip bir bireyin üretilmesinin amaç olarak edinildiği, söz gelimi karşılıklı sevginin değil de,sahip olmanın, yani fiziksel haz ve zevkin asıl tayin edici yan olmasından bellidir.

 

-Belli bir çocuğun dünyaya getirilmesi,taraflar bilincinde olmasalar da,bütün o aşk hikayesinin gerçek amaç ve hedefidir. Bu amaç ve hedefe hangi yol ve tarzlardan ulaşılacağı için önemsiz yanıdır.

 

-İki sevenin birbirine gittikçe artan eğilimleri bile bunların meydana getirebilecekleri ve getirmeyi arzu ettikleri bu yeni bireyin yaşama isteğidir.Hatta daha onların özlem dolu bakışlarının buluşması esnasında bile bu bireyin yeni hayatı uyanır ve ahenkli,bileşimi iyi oluşturulmuş gelecekteki bir birey olarak varlığını duyurur. Sevenler gerçek bir birleşme ve kaynaşma yoluyla bundan böyle sadece bu tek varlık olarak yaşamayı sürdürmek için tek bir varlık olmanın özlemini duyarlar ve bu özlem sonunda içinde her ikisinin de kalıtımsal özelliklerinin kaynaştığı ve birleştiği o tek varlıkta yaşama devam etmeleriyle gerçekleşir.

 

-Bir erkekle bir kız arasındaki karşılıklı, kararlı ve değişmez inatçı isteksizlik,antipati,nefret ve soğukluk; bunların birlikte meydana getirebilecekleri "şey"in arızalı, fizyolojik yapısı kötü organize olmuş, kendi içinde uyumsuz, mutsuz bir varlıktan öte birşey olmayacağının göstergesidir.

 

-Oluşacak birey, babasından iradeyi ve karakteri, annesinden zekayı; beden yapısını ise bu ikisinden alacaktır.

 

-Yeni bir bireyin ilk ortaya çıkışı, yani hayatının asıl başlangıç noktası olarak anne-babanın birbirlerini sevmeye başladıkları (birbirlerini gözlerinde büyüttükleri) anı göz önünde tutmak gerekir.

 

-İki bireyin çeşitli yönlerden birbirine uygunluğu ne kadar fazlaysa,karşılıklı tutkuları da o kadar büyük olacaktır.

 

-Birey, öteki bireyde özellikle kendisinde yoksun bulduğu mükemmelliği ve kusursuzluğu arayacak, hatta kendisinin karşıtı olan kusurları ve yetersizlikleri onda güzel bulacaktır.

 

-Kendisine uygun güzellikteki bir kadına baktığında onu kıskıvrak yakalayan o kadınla birleşmeyi en yüce iyiymiş gibi gösteren baş döndürücü bir çekicilik erkeği sarar. Bu da oluşturulacak bireyin istenilen niteliklerde o an,o eşle olabileceği düşüncesinden kaynaklanır.

 

-Erkekliğin ve dişiliğin sayısız düzlem (derece)leri vardır. Erkeğin erkekliğinin belli bir düzleminin kadın dişiliğinin belli bir düzlemine tekabül etmesi gerekir. Buna göre,en erkeksi adam,en dişi kadını arayacaktır.Bu ikisi arasında bu gerekli tekabüliyetin gerçekleşmiş olduğu,aslında onlarca içgüdüsel yoldan sezilir ve bu içgüdüsel sezgi aşıklığın e n yüksek derecelerinin temelinde yer alır.

 

-Aşıkların heyecanlarında kusursuzluğu bulmuş olmanın ve üretilecek yeni bireyin kusursuz olacağı, insan türünün kusursuzluğa erişmede yeni bir basamağa erişildiği düşüncesinin sevinci yatmaktadır.

 

-Uzun boylu, iri yapılı bir adamla kısa boylu, tıknaz bir kadının oğulları eğer kısa boylu ise, oğlan büyüdüğünde eş olarak uzun boylu bir kadını seçecektir. Eğer babası da kısa boylu olsaydı uzun boylu kadına yönelmeye yönelik içgüdüsü bu şekilde olmayabilirdi.

 

 

Aşkın Metafiziği - Arthur Schopenhauer

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

"eğer kendi yalnızlığımızı kucaklayamazsak, inzivaya karşı kalkan olarak başka birini kullanırız."

 

"tabii acı çekeceksin, görmenin bedelidir bu. tabi için korkuyla dolacak, yaşamak demek tehlike içinde olmak demektir. daha sertleş!"

 

"hiç kimsenin bir şeyi sırf başka birisi için yapmadığını göreceksiniz."

 

"insanın bütün eylemleri kendisine yöneliktir, bütün hizmetleri kendine hizmettir, bütün sevgisi kendini sevmesindendir."

 

"bu sizi şaşırttı mı? belki de sevdiğiniz insanları düşünmektesiniz. ama daha derinlere inip, sonunda sevdiğinizin onlar olmadığını göreceksiniz: siz bu sevginin içinizde yarattığı duyguları seviyorsunuz! siz arzuyu seviyorsunuz, arzu edilen şeyi değil."

 

"yaptığım seçimler başkalarını tutsak ediyorsa ben o özgürlüğü seçemem."

 

"niceleri kendi zincirlerini çözemezler de, dostlarının azatçısıdırlar."

 

'kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?'

 

'tüm bir yaşam boyunca edinilen alışkanlıklar kolay kolay bırakılmaz. belki part-time bir evlilik bana uygun olabilir, ama bundan daha bağlayıcı olmamalı.

 

'öğretmenler bazen acımasız olmak zorundadır. insanlara böyle katı mesajlar verilmeli; çünkü yaşam da acımasız, ölüm de.'

 

'freud haklı: beyinde karmaşık düşüncelerin saklandığı bir depo olmak zorundadır; bilincin ötesinde ama hep uyanık, her an kendini göstermeye ve bilinçli düşünceler sahnesine çıkmaya hazır. bu bilinçsiz depoda saklanan yalnızca düşünceler değildi, orada bir de gizli duygular vardı!'

 

''düşünceler, duygularımızın gölgesidir; ama her zaman daha karanlık, daha boş ve daha sade. şu günlerde kimse ölümcül gerçeklerden ölmüyor, öyle çok panzehiri var ki.''

 

'kemikleri, eti, bağırsakları ve kan damarlarını kaplayan deri nasıl insan görünümünü katlanabilir hale getiriyorsa, ruhun ajitasyonu ve ihtirası da kibirle kapatılmıştır; kibir, ruhu kaplayan deridir.'

 

''bağımsızlığa damgasını vuran şey nedir? -insanın kendinden artık utanmıyor olması!''

 

 

 

"gerçeğin düşmanı yalanlar değil, inançlardır."

 

"araştırma ve bilim önce inançsızlıkla başlar."

 

"ben bizi olduğumuzdan daha büyük yapan şeyleri severim."

 

"yaşam planınız sizin elinizde değilse, varlığınızı rastlantıya bırakmışsınız demektir."

 

"eğer kimse sizi dinlemiyorsa bağırmak en doğal şeydir."

 

"insan dostunu düşmanından daha zor affediyor."

 

"ayrık otlarını kökünden sökeceğimize yapraklarını koparıyoruz."

 

"eğer kendi yalnızlığımızı kucaklayamazsak, inzivaya karşı kalkan olarak başka birini kullanırız."

 

"hangi yıldızlardan düşüp birbirimizi bulduk biz."

 

"düşünceler duygularımızın gölgesidir, ama her zaman daha karanlık, daha boş, daha sade."

 

"gördüğü şeye yapışıp kalmakta inat eder, ama buna saadet der."

 

"bağımsızlığa damgasını vuran şey nedir? -insanın kendinden artık utanmıyor olması!"

 

"kibir, ruhu kaplayan deridir."

 

"her şeyin derinine inmek, bu zahmetli bir özellik. insanın gözlerini hep yorar, sonunda insan isteyebileceğinden hep daha fazlasını bulur."

 

"beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir."

 

"zihin, tuzaklarla dolu arka sokaklarda gezinmeye bayılır."

 

"bozulan bir dostluğun verdiği acıdan kimse kaçamaz."

 

"büyük düşünürler kendi çevrelerini kendileri seçerler, kendileri düşünürler, sürülerin yaşam tarzı tarafından engellenmeyi istemezler."

 

"insanın bütün eylemleri kendisine yöneliktir,bütün hizmetleri, kendine hizmettir,bütün sevgisi kendini sevmesindendir."

 

"siz arzuyu seviyorsunuz, arzu edilen şeyi değil."

 

"ona hakikat aşıklarının fırtınalı ya da çamurlu sularından korkmayacağını öğretmeye çalışıyorum.asıl korkulması gereken sığ sulardır."

 

"şehvet düşünemez, yalnızca arzular ve hatırlar."

 

"dans eden bir yıldız doğurmak isteyen, önce kendi içinde büyük taşkınlıklar ve kaos yaşamak zorundadır."

 

“zaman sonsuza dek doymayacak kadar aç gözlüdür”

 

 

“zaman ezeli, zaman sonsuza kadar uzanıyorsa, olabilecek her şey, daha önce olmuş şeyler değil midir? şu anda geçen her şey daha önce de aynı şekilde geçmiş değil midir?”

 

“bir şey sallantıdaysa, onu sallayan birisi var demektir zaten!”

 

“öldü diye ondan (babası) nefret ettiğim için mi bu kadar sert vuruyorum çekici?”

 

“bertha gizemin, kol kanat germenin ve kurtuluşun simgesi! josef breuer buna aşk diyor ama bunun asıl adı dua.”

 

“biz septiklerin de düşmanları, en olmayacak yerlere inanç tohumları eken ve kuşkulanmamızı engelleyen iblislerimiz. bu yüzden tanrıları öldürüyoruz, ama onların yerine başkalarını koyuyoruz, öğretmenleri, sanatçıları, güzel kadınları…”

 

‘’her insan gerçeğin ne kadarına dayanabileceğini seçmeli.”

 

 

 

Nietzsche Ağladığında - Irvin D. Yalom

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

'' Aşk;

 

Ruhumuzun gizli bahçesi, kaçıp saklanığımız durup soluklandığımız kimi zaman nefessiz kaldığımız gizli bahçe...

 

Orada sade seven ve sevilen yaşar, hıçkırıklarla kahkahalar dans eder.

 

Güpegündüz düşler yaşarız, zifiri karanlıklar güneşe dönüşür aşk olunca, aşık olunca... Şarkılar yükselir içinizden, bazen acılı bir melodiyle bir sokak ortasında kalakalırsınız, ağlamak utanılası değildir, saklamazsınız, durup müziğe karışır ağlarsınız, yanınızdan geçip gider görüntüler, sade onun gözleri ve gözyaşı görünür olur.

 

Yanınınızdaysa sevgili, müziklerin neşelisi takılır, sarar her tarafınızı keyif, mutlulukla gözlerinin içine bakar tekrar tekrar fısıldarsınız sevdiğinizi, o varsa her müzik neşedir.

 

Aşk olmasaydı hangi müzik içinizi kanatırdı, dans ettirirdi...

 

Aşk olmasaydı şiirler okuyabilir miydiniz puslu havalarda sevgiliye sarılarak...

 

Aşk herkese yakışır; yüreğimizi aşka açtığımız, inandığımız sürece...''

 

 

Aşk Bize Yakıştı - Mehmet Coşkundeniz

 

 

*

 

'' ...

 

Hiçbir şeyi geri almayı bekleme, yaptıkların için takdir edilmeyi bekleme, ne kadar zeki olduğunun keşfedilmesini bekleme ya da aşkının anlaşılmasını... Daireyi tamamla. gururlu, yetersiz ya da kibirli olduğun için değil, sadece artık onun senin yaşamında yeri olmadığı için. Kapıyı kapat, plağı değiştir, evi temzile, tozdan kurtul! Geçmişte olduğun kişiyi bırak ve şu anda kimsen o ol!... ''

 

'' Eğer bir hikayeyi anlatıyorsan o zaman ondan kurtulamamışsın demektir... ''

 

 

Paulo Coelho - Zahir

 

 

*

 

'' Sevdiğin birinden ayrılınca '' zamanla acın geçer '' derler ya, o YALAN! Bazen geçmiyor, bir gram bile azalmıyor, ilk gününde nasılsa öyle kalıyor. Kocaman bir delik kalbinin orta yerinde duruyor, sen onunla yaşayıp gidiyorsun.''

 

 

Hande Altaylı - Maraz

 

 

*

 

" Evet, Dorian, her zaman seveceksin beni.

Çünkü ben senin işlemeyi göze alamadığın tüm günahları simgeliyorum."

 

 

The Picture Of Dorian Gray - Oscar Wilde

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

".....

Olsa olsa en sıkıcısı gülün hayatıdır. Öyle dur, sessiz ve dik, bir klişe olarak elden ele azal, hiç istifii bozmadan ifade et, durmadan poz vererek ifade et. Hiç konuşmadan, hiç konuşmadığı için aşık olunan kadınlar gibi yalan. Cümlesi bittiğinde unutulan zavallı bir aktristtir gül, kısa gösterisi bittiğinde sahneden apar topar çıkıveren. Ölüsü bir hatıra olarak lüzumundan fazla saklanan ekseriyetle.... "

'' Düşen yapraklar acıtsa da ağacın canını, onlar yerlerine yapışmaz ki! Yaralar alınmamış gibi yapılmaz ki!... "

" .....

Hep sıkıldım sevelim-sevilelim teranesinden. Sanki o kadar kolaymış gibi, o kadar pürüzsüz, o kadar şipşak oluveren bir şeymiş gibi sevmek.... Öyle değil işte! Birini içine almak, ona orada yer açmak, gövdeyi, hayatı düpedüz yeniden düzenleyen, kesip biçen bir şey...

Hadi bunu becerdin diyelim. Ya o gidince? Onun için onca zahmetle açtığın yerdeki boşluğa kim ne yapacak? Sevelim-sevilelim deyiverenler sanki bunları yaşamayan kişiler gibi... "

" Biriktirdiklerini sürüklerken insan hareket edemeyecek kadar ağırlaşıyor "

Ece Temelkuran - İçeriden Kıyıdan Konuşmalar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

''........

 

 

Küçük eşyalarla dolu bir odada, yağmur sularının aktığı, geçitlerle,merdivenlerle inilen eski, parketaşlı sokaklarda, bir bahçede, ağaçların arasına gizlenmiş sessiz yazevinde pek çok fotoğrafta şarkıda, dokunduğu sayısız ayrıntıda,onla yaşanmış günlerin gömleklerinde, kazaklarında, belirgin nesneleri olan ya da hiçbirşeysiz anılarda, düşlerde hep o vsar. artık kaçmıyorum, onlarla yaşıyorum ben de. bu da benim gerçekle yüzleşme tarzım.

 

 

Sen olsaydın yapmazdın, biliyorum, ama herkes senin gibi sahici olan, yaşamını küçük mutluluklarla dolduracak, ölümün görüntülerinden kendini uzaklaştıracak, sonradan yürekte yerleşip kalan o saplanmaları duymayacağı bir yaşamı önceden kurgulayamıyor. belki bir gün, suskunlukların, tutsak edilmiş düşlerin kişiyi nasıl böyle dönülmez sınırlara sürüklediğini anlarsın.... ''

 

".........

 

Tenimde, tenimin altında bir yerlerde, o şarkıdaki gibi saklıyorum onu. bir düşte elimden tutuyor, ama çok çok uzakta, göremiyorum bile... nasıl olup da görünmeyecek kadar uzaktayken elini tutabildiğime şaşırıyorum...''

 

 

''.........

 

Gitgide uzaklaşırım sanmıştım, gitgide yakınlaşıyorum. ne zamandır görmediğim halde her geçen gün, söylediklerini, bakışlarını, ellerini yeniden hatırlıyorum. her keresinde parçaları dağıtıp yeniden başlıyorum, boşlukları doldurduğumda yine aynı resim çıkıyor... ''

 

 

'' .... Kentin görünümleri, bilinçsizce, sürüklenir gibi gittiğim bütün tanıdık yerler, kaçmaya, unutmaya çalıştığım görüntüleri çağrıştırıyor: küçük eşyalarla dolu bir odada, yağmur sularının aktığı, geçitlerle merdivenlerle inilen eski, parketaşı sokaklarda, bir bahçede, ağaçların arasına gizlenmiş eski yaz evinde, pek çok fotoğrafta, şarkıda, dokunduğu sayısız ayrıntıda, onla yaşanmış günlerin gömleklerinde, kazaklarında belirgin nesneleri olan ya da hiçbir şeysiz anılarda, düşlerde hep o var. artık kaçmıyorum, onlarla yaşıyorum ben de. bu da benim gerçeklerle yüzleşme tarzım.... ''

 

 

'' .... Belki bir gün, suskunlukların, tutsak edilmiş düşlerin kişiyi nasıl böyle dönülmez sınırlara sürüklediğini anlarsın.... ''

 

 

'' .... Çok uykusu gelip de uyuyamayan insanlar gibi, bilincin an an solmasını, sislenmesini izliyorum bu hoşuma gidiyor, seslerin arasında sonuna dek gidilemeyen,

o tuhaf görüntülerin, seslerin arasında hep birşeyleri yakalıyorum da sanki, kayıp gidiyor avucumdan, geceler de böyle geçiyor merak ediyorsan.... ''

 

 

'' .... Çok fazla acıyı, çok fazla mutluluğu, çok fazla korkuyu, çok fazla yalnızlığı, çok fazla sevgiyi anlatamadığımı biliyorum. tenimde, tenimin altında bir yerlerde, o şarkıdaki gibi saklıyorum onu, bir düşte elimden tutuyor ama çok uzakta, göremiyorum bile, nasıl olup da görünmeyecek kadar uzaktayken elini tutabildiğime şaşıyorum...."

 

 

Sen Olsaydın Yapmazdın Biliyorum - K. Başar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

" Tıpkı ne olduğuna tam karar verilemeyen bu ara renk gibi, ara durumlar, ara duygular, belirsizlikler, bulanıklıklar yok mudur herkesin içinde, hayatında, seçimlerinde? İnsan kendine bile tanımını tam yapamadığı, çoğu kez istese de yapamayacağı duygular, durumlarla iç içe yaşamaz mı? Her şeyin niyesini, nasılını o kadar bilerek mi yaşıyoruz sanki? "

" Emin olmak ne demekti? Bir kadın ne zaman emin olurdu? Zaman en çok ne zaman bilinebilirdi? "

" Annesi, arada bir, "hayatla romanları ayırt edemeyeceğini bilseydim, zamanında 'oku kızım, oku kızım,' diye başının etini yemezdim," diye uyarırdı. Hayatla karıştırılmayacaksa romanlar niye okunsundu ki? "

" Aşkını unutmayana değil, aşktan adını unutana mecnun derler. "

" Sanki aşka zahmet etmemişti kalbi; yükü olan şeylerden uzak durmayı bilmişti."

" Zaman, yalnızca zaman bazen içini sızlatıyordu insanın "

" Bazı sabahlar ayna karşısında kendinize yabancı gözlerle başka türlü bakarsınız."

" Bazı anlar kendiliğinden uzar "

" Dünyayla yarışıp itişen kadınlardan değildi "

" Bazı şeylerin görülebilmesi için ışık değişikliği gerekir "

" Hiçbir şeyin memnun etmediği bu adamları ille de mutlu etmeye ömrünü adamış kadınları, onların beyhude gayretlerini düşünüyor."

"Ama artık ne önemi var, her şey gelip geçtikten sonra, ne önemi var? Bu yüzden fazla dönüp bakmam geçmişe "

" Bir insan kendinde keşfetmediği bir şeyi nasıl bilebilir? "

" İçini bir yabancılık kaplıyor. Bu çeşit anlarda kapıldığı, "kendini herkese uzak ve yabancı hissettiren" bu tatsız duygunun kelimelerini tam bilemiyor "

" İnsanın içinin zaman zaman bir şeylerle barışması iyi geliyordu. Bir şeyler onarılıyordu sanki, sökük dikiliyor, yürek arınıyor, hayat kolaylık kazanıyordu. "

Kadından Kentler - M. MUNGAN

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

" Yakında sekseniki yaşında olacaksın. Boyun altı santim kısaldı. Olsa olsa kırkbeş kilosun ve hala güzel, çekici, arzu uyandırıcısın. Ellisekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden daha çok seviyorum. Sadece benimkine değen bedeninin sıcaklığı ile dolu, kahredici boşluk taşıyorum göğsümün tam ortasında yeniden..."

Son Mektup (Bir Aşk Hikayesi ) - Andre Gorz

Ayrıntı Yayınları -2007

(syf 1 ve 61 )

 

53871710151199348463304.jpg

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

LittlePrince-Space.jpg

 

 

* " Eğer insan bir ciçeği seviyorsa ve milyonlarca yıldızın üzerinde bu çiçekten yalnızca bir tanecik varsa, yıldızlara uzaktan bakmak bile bu insanı mutlu etmeye yeter. Çünkü insan kendi kendine 'işte, benim çiçeğim oralarda bir yerde' diyebilir."

* " Bir yıldızda yaşayan bir çiçeği seviyorsanız, geceleyin yıldızlara bakmak hoştur. Ve geceleri gökyüzüne bakarsın. Her şeyin çok küçük olduğu gezegenimi gösteremem sana.. belki böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin.."

* " Yıldızlardan birinde ben yaşıyor olacağım. Ben gülüyor olacağım bir tanesinde… "

* " Ve üzüntün hafiflediğinde (zaman bütün acıları hafifletir) beni tanımış olmak hep seni mutlu edecek, dostum olarak kalacaksın. Benimle gülmek isteyeceksin. Bunun için de arada bir pencereni açacaksın... Dostların gökyüzüne bakıp bakıp güldüğünü görünce çok şaşıracaklar! Onlara 'yıldızlar hep güldürür beni!' diyeceksin. Deli olduğunu düşünecekler. Olsun! Sana nasıl bir oyun oynadığımı görüyorsun..."

* '' İnsanın kendini yargılaması başkasını yargılamasından daha zordur. İyi yargılamayı başarırsan, gerçek bilge olduğunu kanıtlamış olursun. ''

* Küçük prens " gerçek şu ki " diye sürdürdü sözlerini, "bir şeyi anlamaya çalışırken neyi dikkate almam gerektiğini bilmiyordum. sözlere değil, yapılanlara bakmalıydım. güzel kokularıyla beni öyle büyülemişti ki...ondan uzaklaşmamalıydım...onun bana yaptığı o küçük numaraların arkasında yatan sevgiyi anlamalıydım. çiçekler çok tutarsız oluyorlar. ama onu nasıl sevmem gerektiğini bilemeyecek kadar küçüktüm..."

* '' ... eh, hiçbir yer mükemmel değildir” dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı:

- yaşamım çok monotondur. ben tavukları avlarım, avcılar da beni. Bütün tavuklar birbirine benzer, bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum, ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım, ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar.

- Senden rica ediyorum, lütfen beni evcilleştir!”

- Elbette dedi ,küçük prens. '' ama pek fazla vaktim yok. yeni arkadaşlar edinmem ve birçok şeyi anlayabilmem gerekiyor.''

- Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin dedi tilki. '' insanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur, her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!

- Ne yapmam gerekiyor peki?” diye sordu küçük prens.

- Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamalara neden olurlar, ama her gün, biraz daha yakına gelebilirsin.

* .....

Ertesi gün küçük prens yine geldi.

- Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mautlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. mutluluğun bedelini öğrenirim.

Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.

'' gelenek nedir? '' diye sordu, Küçük Prens...

- Bu da çok sık unutulan bir şeydir, dedi tilki. '' Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden ayıran şeydir. Örneğin, şu benim avcıların da gelenekleri vardır. Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de perşembe benim için harika bir gündür. Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim, ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil yapamayacaktım. ''

'* ' Senin yaşadığın yerdeki insanlar,bir bahçenin içinde binlerce gül yetistiriyorlar ve yine de aradıklarını bulamıyorlar. Aslında aradikları şeyi tek bir gülde, ya da bir avuç suda bulabilirlerdi. Ama gözler göremez. İnsanın kalbiyle bakması gerekir...

'' Kalbimizden başka birşeyle iyi göremeyiz, çünkü gerçekler gözlerimiz için saklıdır...''

* " Bir gün," demiştin bana, "günbatımını tam kırk dört kez izledim!"

Sonra da, "biliyor musun," diye ekledin. "insan günbatımını çok üzgün olduğunda seviyor."

" insan acı çektiğinde, güneşin batışını aşka türlü sever..."

* "... İncedir çiçekler. Tümü çocuksudur. Kötülüğe başkaldırırlar ellerinden geldiğince. hem onlar dikenleriyle güçlü olduklarını sanırlar..."

* " Unutma, dedi tilki, gülün için harcadığın zamandır gülünü bu kadar önemli yapan!

- Ben gülüme bu kadar çok zaman harcadığım için.. dedi Küçük Prens, unutmamak

için...

- İnsanlar bu gerçegi unuttular, dedi tilki. ama sen unutmamalısın.

- Evcillestirdigin kim olursa olsun, sen ondan sorumlusundur artık. Sen simdi

gülünden sorumlusun.

- Ben, simdi gülümden sorumluyum, diye tekrarladı küçük prens, unutmamak için.

* '' …

Beş yüz bir milyon tane olan nedir?

İş adamı bu sorudan kurtulamayacağını anlamıştı.

- gökyüzünde gördüğün şu küçük nesneler.

- sinekler mi? “

- hayır, parıldayan küçük nesneler.

- ah, anladım, yıldızlardan söz ediyorsunuz.”

- evet yıldızlar.

- peki yıldızlara sahip olmak sizin ne işinize yarıyor?

- beni zengin yapıyor.

- peki zengin olunca ne oluyor?

- bana aitler, çünkü bu fikir ilk benden çıktı.

- bunu düşünmüş olmak onlara sahip olmak için yeterli bir neden mi?

- elbette. kimseye ait olmayan bir elmas bulduğunda, o senindir.

Bu cevap Küçük Prens' i tatmin etmemişti. '' eğer ipek bir atkım varsa, onu boynuma dolar ve yanımda götürürüm. bir çiçeğim varsa, onu koparır ve yanıma alırım. ama siz yıldızları koparamazsınız! ''

'' Büyükler, '' dedi... '' Kesinlikle çok tuhaflar. ''

* Çiçek fısıldar Küçük Prens' e: '' insanların kökleri yok, bu yüzden rüzgar estikçe sürüklenirler.''

* " Neden buraya geldin? " dedi, yılan;

- Bir çiçekle bazi sorunlarım oldu, diye yanıtladı, Küçük Prens.

- Peki insanlar nerede? insan kendisini çölde çok yalnız hissediyor...

- İnsanlarin içinde de öyle hissedersin, dedi yılan, " arada pek fark yoktur."

Küçük Prens - Antoine de Saint-Exupéry

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

'' ...

 

" Bir yanım ........ ama bir yanım da ........" formülüyle birçok insan kendini tek cümlede özetleyebiliyor. Son yılların en gözde kendini özetleme kalıbı galiba bu. Formüldeki noktalı yerlere iki zıt tavrı yerleştirmek yeterli. İlk boşluğa sakin, evcimen gibi çıtı pıtı, sümüksü bir davranış biçimi; ikinci boşluğaysa çılgın, deli gibi kabına sığmaz ve görece ayımsı bir davranış biçimi yerleştirmek gerekiyor.

 

Kabına sığmayan davranışları 2. boşluğa yerleştirmek önemli; çünkü çılgın, delidolu gibi holivud' tan sekans çalan davranış stillerinin finalde kullanılması daha etkili.

...........

Sabah kalktığımda kafamın bütün yanları ağrıyordu. 'üşengeç yanım' kalkmayı reddediyordu. 'dayanıklı yanım' ın yardımıyla kalkıp işe gitmek için hazırlandım.

Yolda 'politik yanım' bir gazete ve 'acıkan yanım' bir simit aldı. 'sabırlı yanım',"çayla içeriz bekle" dedi, 'sabırsız yanım' ı ufak bir ısırıkla yatıştırdım.

 

Bütün yanlarımla bir güruh halinde işyerime vardım. Sabırlı yanım haklı çıkmanın sevinciyle bir çay söyledi.

Gazeteyi açtık ve o haberi gördük. Dün gece kurduğum 'yanlar teorisi' nin bu kadar kısa sürede karşıma çıkacağını tahmin etmiyordum. Haberde bir manken şöyle diyordu: "bir yanım süt liman, ama bir yanım da fırtınalar kopuyor; bir yanım uysal, ama bir yanım uçuk kaçık; bir yanım sevecen, ama bir yanım da kedi gibidir."

Okuyunca istemeden " ayyyyyy! " diye bir ses çıkardım (feminen yanım). Manken tek cümlede altılı yapmıştı. İçinde kedi bile vardı. 'yanlar rekoru' kırmıştı. Daha önce böyle bir dizaynla karşılaşmadığım için şaşırdım. Bütün yanlarım birbirine karıştı. Sonra " aferin " dedim içimden. Ne kadar yan varsa hepsini bünyesinde toplamıştı. Hayatında açık bir yan bırakmamıştı. Her şey olmuştu. Haberi tekrar okudum. Önce tüylerim sonra bütün yanlarım ayağa kalktı. Deliler gibi alkışladık, ama bir yanım var ki hiç ayağa kalkmıyor, öyle oturup pis pis bakıyor. İsmi: g.tümün yanı! (küfreden yanım içim özür dilerim.)

Fırat Budacı - Kendimi Durduracak Değilim

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

'' Eğer bunların anlamsız olduğunu düşünüyor,

'benim iç dünya huzuruna ihtiyacım var' diyorsan;

ben bu kitabı senin için yazmadım. "

 

'' Brezilyalılar fakir, Araplarsa zengin, oysa Brezilyalıların toplumsal refahı çok daha yüksektir, çünkü eğlenmeyi bilirler."

 

" Büyük iş adamları ilk gecelerini asla hatırlamazlar. ''

 

'' Yaşlı iş adamlarının iç dünyaları: birbirinin üstüne devrilmiş ağaçlar, sarmaşıklar ve dikenlerle örülmüş karanlıklar, çığlıklarla dolu yağmur ormanları gibidir. Yabani, girilmez, anlaşılmaz... ''

 

'' Ruhunu satmışların dünyasında kazanmak ne kolaydır! Herkese bir ödül vardır; bazen gercek, bazen kandırmaca, yine de bir ödül, en azından bir teselli armağanı…

 

Holding sahibi olamasan da ufak bir şirketle kendine toplumda saygıdeğer bir yer edinebilirsin, dernek başkanlığı yapabilirsin, sağda solda fikrin sorulur, bir iki defa yazıların çıkar, ancak ruhunu alamadan döndüğünde, en ufak en mütevazi ödül bile, iş dünyasında yiyeceğin ''başarısız'' damgasına yeğdir. ''

 

 

Evet genç işadamı: mesleğinin en çekici yanlarından biri de budur. Herkes sana benzemeye çalışıyor. O her şeyi bilen köşe yazarları, doğal hayatı koruma dernekleri başkanları, sendikacılar, mimarlar, ressamlar, besteciler herkes ama herkes sana imreniyor. Senin kızlarınla yatmak, senin çıktığın Atlas dergisi seyahatlerine çıkmak, senin gibi her akşam bir yerlere davetli olmak istiyorlar.

 

'' Şişmanım, kısa boyluyum, kültürsüzüm, sadece param var, her şeyi yüzeysel biliyorum '' diye komplekslere kapılma. Günümüzün kahramanı sensin!

 

 

Yeni yüzyıl kahramanı!

 

Zannetme ki, sadece senin zenginliğine ve parana imreniliyor. Zenginin sadece parasına ve servetine imrenilip, şahsiyetini küçümseme devri geride kaldı. Eskiden bir insan, özellikle kendi ''sözde'' emeği ile zengin olmuşsa, şahsiyeti alabildiğine asağılanırdı. Şimdi ise gıpta edilen bir sey! Yalnizca senin paran değil. İşadamı şahsiyetine imreniliyor.

 

 

Yeni yüzyıl kahramanı!

 

Gençlerin modeli ve toplumumuzun örnek kişiliği artık senin.

 

İşadamlığı bir meslek değildir. Bir tavırdır. Bir şahsiyettir.

 

İşadamlığını, birilerinin şahsiyetlerine güvenme ve inanma üzerine değil; sağlam teminatlar, kontrgarantiler, gizli silahlar, yedek kurşunlar, alternatif kaçış ve sürpriz baskınlar üzerine kur!

 

En büyük yazar da, en büyük holding sahibi gibi tehlikeli bir adamdır. Onların da ''büyüklük'' ''şöhret'' ve ''başarı'' merdivenlerini, ancak senin gibi tırmanabileceklerini unutma!

 

Ticaretin teorik ahlaki olmaz. Her sey konuşulan paranın (veya imajin ve şöhretin) büyüklüğüne, yapılabilirlik hesaplarına, risklere ve daha iyi bir teklifin olup olmadığına bağlıdır.

 

İş dünyasında teorik bir ahlak geçerli olsaydı, kimse sıfırdan zengin olmazdı. Zenginler de asla kaybetmezlerdi. Sınıflar arası gecişi sağlayan, pratik bir ahlaksızlıktır.

 

 

KANUNLAR:

 

 

Kanunları kim koymuş? Anadolu’ nun azizleri, yunusları mı?

 

Hayır. Senin benim gibi akıllı iş adamları...

 

Niye koymuşlar?

 

Bizi deli azizlerden korumak için!

 

İşte, genc iş adamı, o kanunlar dediğin anlı sanlı kavramlar, çok güçlü hırsızların arasındaki mukavelerden başka bir şey değildir.

 

Evet, genç adam: demek ki kanunlar, kanunlara uyarak çalan hırsızlar tarafından, gelecekteki hırsızların haklarını korumak için yazılmışlardır. Asla kanunlara karşı gelme!

 

Uyumlu ol, çünkü kanunlar zaten seni korumak için vardır.

 

Genç iş adamı; kazancının yüzde onunu devlete vergi olarak veriyorsan, yüzde yirmisini bu cins karsız ve karşılıksız görünen işlere ayır!

 

 

Meşru servet üç şekilde yapılır:

 

1. Kanunlara uygun hırsızlık,

2. İyi satın almalar (sürekli enayi satıcılar bulabilme becerileri)

3. ''deal making'' yani kumpas kurma becerileri yani;

'' Başkasının taşı ile başkasının kuşunu vurma ''

 

 

Bir şeyler yaratabilmek için insanlarla yüz yüze iliski içinde olmak gerekir:

 

Adam tanımak, gezmek, davetler vermek, sempatik olmakla popüler bir lider olunur; kendin gibi dünyanın diğer uçlarında yalnız ve beceriksizlerle monitor başında sözde iletişim kurarak değil...

 

70' li yıllar üretim, 90'lı yıllar ise halka ilişkiler yıllarıydı. 2000'li yıllarda istihbarat çok önemli olacak.

 

 

Genç Bir İş Adamına - EMRE YILMAZ

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

eyl%C3%BCl-ay%C4%B1n%C4%B1n-hat%C4%B1rlatt%C4%B1klar%C4%B1_23493.jpg

 

 

"Eylül! öyle bir ay ki, geçen her güzel günü için ona minnettar olmak gerekir.eylül, esef ve özlem ayıdır, içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, insan o güzel havaların, devamlı yazın artık geçtiğini anlayıp üzülür, özlem çeker...

 

Hava, yine o hararet ve rengin üzerine simdi gayr-i mahsus bir tül çekilmis gibi ketum bir gölgeye, hararet hafif bir revnake ancak his olunan bir ılık nefhaya munkalib olmus, ziya sade bir anakas(yansima)? halinde intisar idiyor, denizin laciverd gözleri sanki bulanarak sinesinden nihan eden o keskin bahar râihasıyla beykoz koyu’na dogru sokuldukça kararıyordu.

 

Çayırı bütün bütün tenha buldular, agaçların gölgeleri, nim bulutlu sema altındaki çayır soluk, melül idi. yalnız son yagmurların ve dünkü günesin verdigi bir tazelik ile mahzun bir yesillik vardı; onlar çayırın bu rengindeki güzellikten bahsederlerken suad çınarlardan sarı, kuru düsen yaprakların kapladıgı yollarda yagmurla ıslanarak hasıl ettikleri çamura, bu çürümüs yapraklara bakarak “iste!” diyordu...

 

Necib etrafına bakınarak:

-havanın rengi iyice soluyor, dedi. ve bastonuyla karsıdan agır agır yükselen bulut sürülerini gösterdi.

süreyya:

—ey ne olacak? dedi, geçenki havaları düsünsene... ne idi o yagmur, o rüzgâr?..

—amma dün, evvelki gün ne kadar parlaktı. bir yaz günü gibi..

—ey sonbahar bu... artık bu kadar letafet ve hararet verdikten sonra! eylülden daha ne beklenir. eylül malûm a. hüzün ve matem ayıdır.

 

O zaman suat'a da hayatının su devresi kendi ömrünün, kendi kadınlık hayatının eylülü gibi geldi. eylül... birkaç gün hava ne kadar güzel olsa bu kadarcık fâni bir güzellige bile minnettar olmak lâzım gelen bir ay; içine birkaç günlük kıs hücumundan acı düstügü için, o güzel havaların, devamlı yazın artık nasıl geçmis, sade bir mazi olmus oldugunu hissettiren bir esef ve hasret ayı... onun hayatı da böyle degilidi?

 

Son günlerin letafet ile birebir, simdi yine imkânsızlıga, yine hüzün ve kasvet düsmemis miydi? tıpkı simdi düsündügü gibi, nasıl yaz elindeki saadetten bihaber kaçıp yaz da farkına bile varmadan, nasıl elinden saadeti kaçıp ilk kıs hücumuyla teessüf ederse, o da demin anlamamıs eski günlerin tahassür etmemis miydi? tekrar hayatına baslamak arzusu, bugün tekrar yaz olmak emeli gibi bir sey degil miydi? bir senedir onu harap eden endiselerin, melâllerin ne oldugunu artık iyice kavrıyor: “iste benim eylülüm!” diyordu.

 

Eylül!... Henüz renk ve râiha bitmemis, fakat baharın bol renkleri o kadar gayr-i mahsus bir surette çekilmis, o kadar tekrar avdet etmemin hirmân ile avdet eder gibi görünse bile, hemen yine sulub(?) kararan hırçın bos arzulara o kadar acı acı çekilmis ki bir güven iste ruh-u tabiat birden uyanıp görüyor; yapraklarının nasıl sararmıs, bir çoklarının düsüp çamurlar içinde çürümüs oldugunu görüyor; ve simdi, hava ne kadar güzel olsa, o bir iki günün verdigi (çekici?)acilkle bu güzel havaların ne kadar fani, ne renk ve râihanın , ne vefasiz ne artık ele kaçmaz elde iken kiymeti bilinmemis öylece istihdan edilmis bir hazine oldugunu acı acı görüyordu; iste artık ne bir çiçek, ne bir râiha kalmıs...artık onlara tahammül bile kalmamıs, hepsi çürümüs... evvelden yagmur yaga bile lakayıd kalırlardı, belki daha teravet daha hayat gelirdi. simdi...simdi iste yagmur, iste kıs hepsini çürütüyordu; her seyi çürütüyordu, her seyi...

 

Evet her sey çürüyor, her sey...insanlar da çürümeyecekler mi? eylülde, sanki bahara tahassür eden bir tarâvet-i melûle, sanki üzerine çöken kısın, kendini mahvetmek istiyen hazana ragmen pây-dâr kalmak, tekrar bahar olmak mücadelesi vardır; fakat bunun muhtaç oldugu seylerden mahrum olduktan baska ve kendisinde de mukavemet kalmamıs ve tabiat bunu anlamıs gibi acı bir melal ve tefekkürle; üzerine çöken tenhalıgın, matemin hatmi harareti ile düsünüyor; sanki ne kadar ugrasırsa ugrassın, ne kadar mukavemet ederse etsin kısın galibi edecegi, artık her seyin, her ümidin bittigini buna tahammül lâzım geldigini anlamaktan mütevellid bir fütûr ile aglar...

ne renk, ne de râiha... iste yapraklar ölüyor... rüzgâr insafsız, yagmur mmnd(inatçı?); her sey çürüyor, oh, her sey çürüyor.

 

O zaman eylül kendine, tabiatta ilk fütûr ayı, faniligi ilk his ayı, ilk mücadele-i almiye ve gayr-i mesmure arzusu gibi, hayatın ne oldugunu anlayıp, bihaber geçen güzel mazinin tahassürüyle ilk boynu bükülen ay gibi göründü; ayaklarının altında çamurlanmıs çürük yapraklara bakarak: “evet her sey çürüyor. demek biz de çürüyecegiz?” diye düsündü. demek ki çürüyecekti, o da çürüyecekti; böyle, hiç bir saadet gelmeden, daha henüz beklerken, bahsus hayatının nasıl ****** geçmis oldugunu anladıktan sonra, artık bir sey de yapmak kabul olmamadıgını görerek böyle çürümek bitmek ona pek insafsızca, pek acı geliyordu.

 

Halbuki işte onda yasamak için daha siddetli bir arzu, saadetten mahrum olmamak, hayatını kaçırmamak için derin bir ihtiyaç, ihbab ederse mücadele kabiliyeti vardı; fakat her sey bos degil mi? ne olsa ne yapılsa kıs gelmeyecek mi? ya gelinceye kadar... hiç mi hiç mi bir sey yapılamaz? böyle, görerek, anlayarak bile bile hayat ve saadetten feragate tecmilden baska bir sey mümkün degil mi?

 

Derin bir düsünce içinde bu melahatelerden ****** konusan süreyya ile necibe baktı; süreyya necibe bir seyler anlatıyordu; eliyle ileriyi göstererek söylerken necib de suad’a bakıyordu: o zaman, gözler arasında, bugün ilk defa vehdi, atesin bir tassadım oldu; necib bu bakısta ne kadar derin acı bir sesnayat ve istimdad gördüyse, suad da onun gözlerinde o kadar derin o kadar samimi bir mehbat, bir mücadeleye hazır, her tecrübeye memaruz, ölümlere kadar surecek bir rabıta görüyorum zannetti. ve bu ona bu çaresizlik, kimsesizlik hislerini içinde atim bir teselliti mevcub oldu; o kadar ki ona baktıkça devam edebilen bu hissi idame için baktı. gözlerine hakim kaçamayarak onların bakmasına müsaade etti; böyle birbirlerine bir müddet baktılar. sanki gözler uzun müddet birbirinden kaçan ruhların artık mukavemetsizligiyle zayıf ve hasta, bir mücadele-i almiye ile mashar, bitap idiler.

 

Fakat bunda kuvvet veren bir hal vardı; mebhum ve uzak, uzak bir selamet umudu gibi bir sey, sanki o öksüz ve biçare ruhlar için birbirinin olmak intarında bitmis hayatlarının tedavisi var gibi bir sey, iste bunun için, gözler bir an dalıp birbirinden ayrıldıkları zaman tekrar o semaya kosup yine kesb umud ve kuvvet etmenin ihtiyacı baki kalmıstı. bunu bilmeyerek gibi, düsünmeyerek, artık itaat etmeyen bir sevk-i tabii ile yapıyorlardı; o kadar ki bütün o sersemlik içinde aksama kadar üç dört defa daha bu nazarlar tekrar etti. fakat bu bir çok arzulardan, arzuların bir çogunun cesaret ve mukavemeti neticesinde fiile müncir olmasından sonra mümkün oluyordu.

 

Nihayet aksam olup son vapurla rumeli’ye geçerlerken süreyya necib’i götürmek isteyip de o reddettigi zaman nazarlar tekrar birbirlerini aradılar; ve bu sefer o ilk bir telaki ilk mesut kaldılar ki bu sanki uzun bir hisbihal oldu; necib bütün mahrumiyetlerin tesellisi ile mahmur ve medhus, suad bir bilememezlik, bir mukavemet edememezlik ile bitap, sanki birebir olamamalarının acısını ne kadar birbirleri için yasadıklarını anlatarak çıkarmak için nazarlar derin derin bakıstılar. ''

 

Eylül - Mehmet Rauf

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

turkuaz_50sinde_erkek.jpg

 

 

Kerem Görsev-Müzisyen

“Son iki senede iki tane bel ameliyatı oldum, bir de vertigo başladı. ‘Doktor ben gencecik adamım ne oluyor?’ dedim. “50 yaşında oldun! Bunlar olacak tabii...” deyince ‘Acaba öyle miyim?’ dedim. Böyle bir sıkıntı geçti içimden.”

 

Nebil Özgentürk-Belgesel yönetmeni

“50 yaşındayken, bir yıl içinde evlendim, çocuğum oldu. Bundan sonra istediğim projeyi istediğim zaman hayata geçirmek istiyorum. Şu anda keyfimi bozmayın, çocuğuma bez almanın keyfini yaşıyorum.”

 

“Siz bizi manyak ettiniz Tuluhan!”

 

Mustafa Altıoklar-Yönetmen

“Kadınlar seçer, erkekler âşık olur’ diyor biri. Çok güzel söylemiş. Biz salağız. Siz bizi ‘en’ olmak üzere formatladınız. En yükseğe sıçrayan, en hızlı koşan, en iyi avcı, en uzun boylu, en esprili... Siz bizi manyak ettiniz Tuluhan!”

 

Metin Uca-Tv programcısı

“Hayatın boyunca ilk defa bir erkeğin önünde eğiliyorsun ve o adam senin prostatını kontrol ediyor. Kahrolsun! Bu prostatı anlamanın başka bir yöntemi yok mu ya? 50’den hep bunun için korktum.”

 

Ahmet Ümit-Yazar

“Dede oldum’ korkusu yaşamadım. Tam tersine Rüzgar geldiğinde pozitif duygular oluştu bende. Bir insanın dedesi olmak olağanüstü bir şey! Bütün o romanlardan daha değerli benim için.”

 

“50 yaşımda kaybetmeyi öğrendim”

 

Mehmet Öz-Kalp cerrahı

“50 beni duvara çarptı. Doğum günümde gösteriş yapmak için kendime kolonoskopi hediye ettim. Sonucu iyi çıkmadı. Hastalık ihtimalinden kurtuldum ama bundan böyle hayatın daha kısıtlı olacağını anladım. 50 yaşımda kaybetmeyi öğrendim. Ama egomu hâlâ tam olarak yenemedim.”

 

Recep Bütüner-Taksi şoförü

“Bana ‘Emsalini bul, evlen’ diyorlar ama 50 yaşındaki bir kadın bana teyzemmiş gibi geliyor. Bana daha genç biri yakışır sanki... Sağlıklıyım, enerjiğim, doyumsuzum da açıkçası.”

 

Tuncay Okay-İşadamı

“Antalya’da, bir otelde ‘bedelli bir aşk’ yaşarken telefonumu açık unutup bütün yayına eşimi dahil ettim. Otelin oda numarasından arayıp ‘Nasıl, keyifli gidiyor mu?’ diye sorduğunda başımdan aşağıya kaynar sular indi. Çeşitli terapilerden sonra kendimi affedebildim. Eşim de beni affetti, en önemlisi oydu.”

 

Ergün Gündüz-Çizer

“Babamdan bana kalan bir hediye var; diyabet hastalığı. Evde tek başımayken ölümden çok döndüm. Yalnız olmam tehlikeli ama yine de bir daha evlenmem!”

 

50'sinde yola mı giriyorsunuz? Yoldan mı çıkıyorsunuz?

 

 

"Erkek olmayan bilmez. Kuyruğu dik tutmaya çalşarak sürekli 'dışarılar'da yaşamak ne zordur! Bu zor işin altından ancak 'içine' atarak kalkarsın. Sonra bir bakarsın, 50'ne gelmişsin… Sana seni unutturan ne varsa, artık hepsini bir kenara bırakmak istersin. Mecburen, mecburiyetten yaşamaya dair ne kadar yük varsa, üzerinden atmak istersin. Ne güzel ve ne dokunaklıdır; insan bu kadar mı geç büyür!.. Tuluhan müthiş bir iş yapmış. Yakışıklı yalanların, kırgın ruhların, yaralı bedenlerin arasından sıyrılıp geçerek erkek cinsinin tam kalbine dokunmuş. Okumadan olmaz!"

 

Haşmet Babaoğlu

 

"Tuluhan bana, 50'sinde Erkek isimli kitabını yazmak istediğini söylediğinde, içimden 'Benden uzak dur Tuluhan' demek geldi...

 

50 yaşıma kadar yaşadıklarımla, 50 yaşımdan sonra yaşamaya başladıklarım arasında dağlar, ırmaklar, dünyalar, hatta gezegenler vardı. Hayatın romantik şizofrenisi bitmişti 50 yaşımda... Her şey sade bir gerçeklik halindeydi artık.

Çıplak ve yalındı...

 

Kendimle on dört yaşındaki bir çocuğun yaşanmamış hayallerinde yeniden barışacaktım.

Kısaca kendi kendime 'Çocuk' diye hitap edecektim, '50 yaşından sonra büyüyeceksin...'"

 

Reha Muhtar

 

 

50'sinde Erkek - Tuluhan Tekelioğlu

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

13307293823218478679741425-162332_217913851635906_217912814969343_35521_1365_b.jpg

 

 

Kalır gibi gidişlerini izledim önce, sonra gider gibi kalışlarını…

Ve anladım ki ne sen gidebiliyorsun ne ben kalabiliyorum.

Öyle bir hayat yaşıyoruz ki şimdi; ağlamak gülmenin mahkumu, gülmek ağlamanın gardiyanı gibi sanki…

Ve anladım ki ne seninle ağlayabiliyorum, ne de sensiz gülebiliyorum.

 

Belki de sen aşka aşıktın, ben üstüme alındım bilmiyorum. Bir gün gerçekten seni terk edebilecek miyim onu da bilmiyorum.

 

Üzerine sinen benin kokusunu duymadan yaşayabilecek misin?.. Çünkü, senden geriye sadece sen kalana dek terk edilmiş olmuyorsun.

 

İnsan yaşadığı anın değerini yaşadıklarından ötürü değil, neler yaşayacağını bilmediğinden ötürü bilmez. Seni çok seviyorum; bir gün seni terk etme gücümü kendimde bulup bulamayacağımı bilmeye bilmeye... Anlıyor musun?

 

Gel "biz" olalım demek kolay… Benimle hiç olur musun?

 

Bambaşka - Kahraman Tazeoğlu

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.