Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

KUTSAL ŞEMSİYE ...


GeceKuşu

Önerilen İletiler

***

 

"Kitabın Adı: Kutsal Şemsiye

 

Kitabın Yazarı: Peter L. Berger

 

Basım Yılı ve Tarihi: 2005, İstanbul

 

 

***

 

Sistematik Unsurlar

 

Birinci Bölüm: Din ve Dünya-Kurma

 

Her insan topluluğu bir dünya-kurma girişimidir. Toplum, bir insan ürünü olmak ve bir insan ürünü olmaktan başka bir şey olmamakla ve fakat sürekli bir şekilde üreticisi üzerinde karşı etki ücra etmekle diyalektik bir olgudur. Toplum bir insan ürünüdür, insan da bir toplum ürünüdür. Toplum fert doğmadan önce vardı ve öldükten sonra da var olmaya devam edecektir. Üstelik fert, ancak toplum içerisinde ve toplumsal süreçler sonucunda kimlik kazanan onu sürdüren ve böylece hayatına yön verecek olan çeşitli tasarıları gerçekleştiren bir şahıs olur. İnsan toplumdan ayrı var olamaz.

 

Toplumun temel diyalektik süreci üç adımda oluşur. Bunlar dışsallaşma, nesnelleşme ve içselleşme’dir. Topluma en uygun ampirik bakış, ancak bu üç aşamanın birlikte anlaşılmasıyla mümkündür. Dışsallaşma, insanların hem fiziki hem de zihni faaliyetleriyle dünyaya doğru sürekli taşmalarıdır. Nesnelleşme, kendi asli üreticilerini kendinden çok dışa dönük bir olgusallık olarak karşılayan bir realitenin bu faaliyetinin sonucunda ulaşılan bir noktadır. İçselleşme ise sözü edilen aynı realitenin kendisini bir kez daha objektif dünyanın yapılarında sübjektif bilincin yapılarına aktarırken insanlar tarafından tekrar kendi içine mal edilmesidir.

 

İnsan organizmasının “eksik olarak” doğma özelliği, onun içgüdüsel yapısının nispeten oturmamış niteliğiyle yakından alakalıdır. Gayri insani bir hayvan hayvan dünyaya yüksek düzeyde gelişmiş ve kuvvetle yönlendirilmiş içgüdülerle gelir. Netice itibariyle, şöyle veya böyle tamamen kendi içgüdüsel yapısıyla belirlenmiş bir dünyada yaşar. İnsanın yapısı kendi yapısı gereği eksik olarak programlanmıştır. O açık bir dünyadır. Yani öyle bir dünyadır ki, bizzat insanın kendi aktivitesiyle biçimlendirilmelidir. İnsan kendi kendine bir dünya oluşturmak zorundadır. Bu bakımdan insanın dünya-kurma çabası biyolojik açıdan ilgisiz bir olay olmayıp aksine onun biyolojik yapısının doğrudan bir sonucudur.

 

Beşeri varoluş, insan ile bedeni ve insan ile dünyası arasında durmadan bir “denge kurma faaliyeti” dir. İnsan sürekli bir “kendine hakim olma” süreci içerisindedir. Ancak bu süreç içerisinde insan, bir dünya üretir. Sadece kendi ürettiği böyle bir dünyaya kendini yerleştirir ve hayatını gerçekleştirebilir. İnsan yalnız bir dünya üretmekle kalmaz, aynı zamanda kendisini de üretir. Daha açık bir ifadeyle, o kendini bir dünyada üretir.

 

Dünya-kurma sürecinde insan, kendi çabasıyla kendi enerjisini toplar ve kendisine bir istikrar temin eder. O biyolojik anlamda bir insan-dünyasından sıyrılırken, beşeri bir dünya inşa eder. Bu dünya şüphesiz, kültürdür. Kültür insan tarafından sürekli bir şekilde üretilmeli ve yeniden üretilmelidir. Bu nedenle kültür yapıları, doğaları gereği değişmeye yatkın ve zorunlu yapılardır. Kültür, insanın ürettiklerinin toplamından ibarettir. Onun bir kısmı maddidir, bir kısmı da manevi. Kültürün bir unsuru olarak toplum, beşeri bir ürün olmakla manevi kültürün karakterini bütünüyle paylaşır. Toplum eylem halindeki insanlar tarafından oluşturulur ve sürdürülür.

 

İnsan topluluklar halinde yaşar ve gerçekten insanlığını ancak diğer insanlardan koparılıp yalnızlığa itildiği zaman kaybeder. Daha da önemlisi insanın dünya-kurma aktivitesi her zaman ve kaçınılmaz olarak kolektif bir girişimdir. İnsanlar ancak birlikte aletler geliştirir, birlikte dilleri türetir, birlikte değerler bağlanır, birlikte müesseseler kurar ve benzeri şeyler yaparlar. Toplum kültürün sadece sonucu değil, aynı zamanda onun zorunlu bir koşuludur da. Toplum, insanların dünya-kurma aktivitelerine temel oluşturur, onları düzene kor ve koordine eder.

 

İnsan bir dil icat eder, sonra bakar ki hem konuşması hem de düşünmesi o dilin gramerleriyle belirleniyor. Yine değerler üretir ve sonra bakar ki onlara muhalefet ettiği zaman suçluluk duygusuna kapılıyor. İnsan güçlü bir biçimde kendisini kontrol etmek üzere karşısına dikilen ve hatta dış dünyanın kalabalıklarını tehdit eden müesseseler kurar. Toplum yönlendirir, müeyyide kor, kontrol eder ve bireysel davranışı cezalandırır. Hatta onun çok güçlü ilahlaştırma özelliğiyle, bireyi yok bile eder.

 

Hiçbir beşeri yapı, ferde kendisini bir gerçek gibi tanıtmaya zorlayan bir nesnellik düzeyine ulaşmadıkça doğru olarak sosyal bir hadise diye isimlendirilemez. Başka bir deyişle toplumun temel zorlayıcılığı onun sosyal kontrol vasıtaları altında yatmaktan çok kendisini gerçeklik olarak kurma ve kabul ettirme gücünde yatmaktadır. Bunun paradigmatik örneği dildir. Özel herhangi bir dil, insan yaratıcılığı, hayal ve hatta kaprisinin uzun bir tarihi sonucunda oluşur. Sözgelimi, İngiliz dilinin gelişmesini açıklayacak, bilinen hiçbir tabiat kanunu yoktur. Özgül beşeri olaylarda kaynağını bulan İngilizce, insan aktivitesiyle kendi tarihi boyunca geliştirildi ve ancak insanlar onu kullandığı ve anladığı müddetçe varlığını sürdürebilir.

 

Nesnel bir gerçeklik olarak toplum, insan ikamet etmesi için bir dünya temin eder. Bu dünya, içerisine bir dizi olaylar şeklinde yayılan bireysel öz yaşam öyküsünü kuşatır. Gerçekten de bir ferdin özel biyografisi, sadece toplumsal dünyanın anlamlı yapıları içerisinde kavranabildiği ölçüde nesnel olarak gerçektir. Kuşkusuz fert başkalarını tuhaf ve büsbütün anlaşılamaz gibi görünen, oldukça çok sayıda sübjektif şahsi-yorumlara sahip olabilir. Bu şahsi-yorumlar ne olursa olsun, sonunda, kolektif bir biçimde kabul gören bir referans çerçevesine yerleşen ferdi biyografinin nesnel yorumu baki kalacaktır.

 

Sosyalleşme, psikolojik olarak elbette bir öğrenme süreci olarak tanımlanabilir. Kültürün manalarına alıştırılan yeni nesil, onun yerleşik işlevlerine katılmayı ve rollerle birlikte onun toplumsal yapısını oluşturan kimlikleri kabul etmeyi de öğrenir. Sosyalleşmenin başarısı, toplumun nesnel dünyası ile ferdin nesnel dünyası arasında bir uyum kurmaya bağlıdır. Bu dünya, ferdin bilincinde (ebeveyni, öğretmenleri ve akranları gibi) anlamlı/önemli hariçten kimselerle giriştiği diyalogla inşa edilir. Yine bu dünya benzer diyalogla sübjektif gerçeklik olarak sürdürülür. Eğer böyle bir diyalog (eşin ölmesi, arkadaşların ayrılması veya göç etme) kesintiye uğrarsa, sözü edilen dünya sendelemeye ve kendi sübjektif makuliyetini yitirmeye başlar. Çoğumuzun bu istikrarsızlıktan habersiz olmasının nedeni genellikle bizim manidar başkalarıyla sürdüre geldiğimiz diyalogda yatmaktadır. Bu tür bir devamlılığın korunması toplumsal düzenin en önemli zorunluluklarından biridir.

 

Toplumsal dünya hem objektif olarak hem de sübjektif olarak bir anlamlı düzen oluşturur. Objektif düzen bir bakıma nesnelleşme süreci içerisinde verilir. Dil olgusunun yaşam tecrübesi üzerine yapılmış bir düzen empozesi olduğu hemen görülebilir. Dil, sürüp gitmekte olan hayat tecrübesi akışı üzerine farklılaşma ve yapı empoze etmekle yasa koyar. Toplusal dünyada yaşamak, düzenli ve anlamlı bir hayat sürmek demektir. Toplum, yalnız nesnel olarak kurumsal yapılarında değil, aynı zamanda öznel olarak ferdin bilincini oluşturma konusunda da düzen ve mananın koruyucusudur. Bu nedenle toplumsal dünyadan köklü bir uzlaşma veya düzensizlik (anomi) fert için oldukça güçlü bir tehdit oluşturur. Fert bu gibi durumlarda yalnızca duygusal tatmin bağlarını kaybetmekle kalmaz, hareket halindeki istikametini bile kaybeder. Nasıl ki bir fert düzeni manidar başkalarıyla yaptığı diyalog içerisinde oluşturmakta ve sürdürmekteyse aynı şekilde bu diyalogu tamamen kopardığında anomiye saplanması da mümkündür.

 

Beşeri varoluş esas itibariyle ve kaçınılmaz olarak dışsallaşma faaliyetidir. Dışsallaşama sürecinde insanlar realiteye mana aktarırlar. Her insan topluluğu daima manalı bir bütünlüğe yönelik dışsallaşmış ve nesnelleşmiş bir yapı oluşturur. Her toplum asla tamamlanmayan manalı bir beşeri bir dünya-kurma girişimiyle meşgul olmaktadır.

 

Din, insanın dünya-kurma girişiminde stratejik bir yol oynamıştır. O, insanın kendini dışsallaştırmasının ve kendi öz manalarını realiteye aşılamasının en yüce sınırını ifade eder. Din ayrıca beşeri düzenin, varlığın bütününe yansıtıldığını da ima eder. Başka bir deyişle din, evrenin tamamını insan açısından manidar bir varlık olarak kavramanın cüretkar bir girişimidir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

***

"Kitabın Adı: Kutsal Şemsiye

 

Kitabın Yazarı: Peter L. Berger

 

Basım Yılı ve Tarihi: 2005, İstanbul

 

 

***

 

İkinci Bölüm: Din ve Dünya-Koruma

 

Toplumsal olarak kurulu dünyaların tümü doğuştan istikrarsızdır. İnsan aktivitesiyle desteklendikleri için insana özgü çıkarcılık ve budalalık olgularıyla tehdit edilirler. Kurumsal programlar çatışan menfaatleri dolayısıyla fertler tarafından baltalanırlar. Fertler sık sık basit bir şekilde onları ya unutur ya da ilk aşamada öğrenmekten aciz kalır. Başarılı olduğu oranda sosyalleşme ve sosyal kontrolün temel süreci bu tehditleri hafifletme işlevi görür. Sosyal düzenin yapısını etkilemede destek görevi yapan merkezi öneme sahip başka bir süreç daha vardır ki o da yasallaştırma sürecidir.

 

Yasallaştırmayla sosyal düzeni açıklama ve haklılaştırma işlevi gören toplumsal olarak “bilgi” kastedilmektedir. Farklı bir deyişle, yasallaştırmalar kurumsal düzenlemelerin “niçin” öyle oldukları hakkındaki tüm sorular için cevap teşkil ederler. Yasallaştırma “neyin ne olduğu” gibi ifadelerle başlar. Bir anlamda her toplumsal olarak nesnelleşen “bilgi” yasa koymaktadır. Toplumsal olarak kurulu dünya kendini nesnel olgusal gerçekliği vasıtasıyla yasallaştırmaktadır. Ama istisnasız her toplumda ilave yasallaştırmalar gereklidir.

 

Yasallaştırma için hem objektif hem de sübjektif bir yön vardır. Etkin bir yasallaştırma, realitenin objektif ve sübjektif tanımlamaları arasında kurulan bir örtüşmeyi ifade eder. Toplumsal olarak tanımlandığı biçimiyle dünyanın gerçekliği, insanın hem cinsleriyle olan diyalogunda dışsal olarak, bireyin kendi öz-bilinci içerisinde dünyayı algıladığı biçimiyle de içsel olarak muhafaza edilmelidir. Yasallaştırmanın tüm biçimlerinin asıl amacı, ister objektif düzeylerde isterse sübjektif, gerçeklik muhafazası olarak tanımlanabilir.

 

Din yasallaştırmanın tarihi bakımdan en yaygın ve etkin aracı olagelmiştir. Din, o kadar etkin bir şekilde yasallaştırır ki, ampirik toplulukların istikrarsız gerçeklik inşalarını nihai gerçekliğe bağlar. Din, toplumsal kurumları onlara nihai olarak geçerli ontolojik bir statü bahşetmekle, yani onları kutsal ve kozmik bir referans çerçevesine yerleştirmekle yasallaştırır.

 

Tüm yasallaştırmalar realiteyi koruma işlevini görürler. Dini yasallaştırma, beşeri açıdan tanımlanan realiteyi nihai, evrensel ve kutsal bir realiteye bağlamak demektir. Doğuştan istikrarsız ve geçici olan insan aktivitesinin yapılarına böylece, nihai emniyet ve kalıcılık görünümü verilmiş olur. Farklı bir deyişle, beşeri olarak kurulan düzenlere kozmik bir statü verilir.

 

Tüm kurumlar objektiflik özelliğine sahiptir ve onların yasallaştırmaları muhtevaları neyi içerirse içersin sürekli bir şekilde bu objektifliği alttan desteklemelidir. Dini yasallaştırmalar ise toplumsal olarak tanımlanan kurumların realitesini evrenin nihai realitesine, yani “olduğu gibi” realiteye yerleştirir. Böylece kurumlara bizzat tanrılara atfedilen, karşı konulmazlık, sağlamlık ve kalıcılık vasıflarına benzer vasıfları haiz bir görünüm verir.Beşeri rol oynama daima başkalarından haberdar olmaya bağlıdır. Fert kendisini bir rolle ancak başkaları onu o rolle özdeşleştirdiği sürece özdeşleştirebilir. Fertlerin bağlı olduğu rollere ve kurumlara kozmik anlam yüklendiğinde, fertlerin onlarla kendilerini özdeşleştirmeleri daha ileri bir boyutu kavuşur. Ferdin role kendini özdeşleştirmesi, bu durumda, daha derin ve daha kararlı bir hal alır.

 

Din, içerisinde insanların günlük hayatlarını sürdürdükleri toplumsal olarak kurulu dünyanın gerçekliğini koruma işlevi görür. Fakat onun yasallaştırıcı gücü başka önemli bir boyuta, yani günlük hayatın gerçekliğinin bir sorun olarak içerisinde yer aldığı kesinlikle marjinal olan durumların bir yasa ile bütünleşmesi boyutuna sahiptir. Din, marjinal durumları her şeyi kuşatan kutsal realiteye uygun bir şekilde yasallaştırmak suretiyle, toplumsal olarak tanımlanan realiteyi muhafaza eder. Bu ise marjinal durumlara şahit olan bireye kendi toplumunun dünyasında varlığını sürdürme fırsatı verir. Daha önceleri olduğu gibi kabul edilen realiteye güçlü bir şekilde tehdit oluşturan ve tüm toplumları ve sosyal grupları etki altına alan olaylar vardır. Böylesi durumlar; tabii felaket, savaş veya toplumsal kargaşanın sonucunda meydana gelebilir. Bu gibi zamanlarda dini yasallaştırmalar hemen hemen de değişmez bir biçimde ön plana gelir. Dahası, ne zaman bir toplumun kendi üyelerini öldürmek veya hayatlarını tehlikeye atmak üzere harekete geçirmesi gerekse ve böylece son derece marjinal durumlara düşmelerine izin verse derhal dini yasallaştırmalar önem kazanır.

 

Dünyalar toplumsal olarak kurulur ve toplumsal olarak idame ettirilir. Onların hem objektif hem de sübjektif süregelen gerçekliği özgül toplumsal süreçler bağlıdır, yani söz konusu belli dünyaları sürekli bir şekilde yeniden kuran ve idame ettiren süreçlere. Diğer taraftan, bu toplumsal süreçlere müdahale etmek, söz konusu dünyaların gerçekliğini tehdit eder. Dolayısıyla her bir dünya, yaşayan insanlara gerçek görünen bir dünya olarak kendi varlığının devamı için toplumsal bir temele ihtiyaç duyar. Bu temel, onun makuliyet yapısı olarak adlandırılabilir.

 

Herhangi bir fert için, belli bir dini dünya içerisinde var olmak demek o dünyanın da içinde makuliyetini kazanabildiği belli bir toplumsal ortam içerisinde var olmak demektir. Bireysel yaşam düzeninin dini dünya ile aşağı yukarı eş uzamlı olduğu bir yerde, sonrakinden ayrılmak bir anomi tehlikesinin göstergesidir. Her dini dünya kendisi de insan aktivitesinin bir ürünü olan makuliyet sağlayıcı bir yapıya dayandığı için daha doğuştan kendi gerçekliği içerisinde istikrarsızdır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

***

"Kitabın Adı: Kutsal Şemsiye

 

Kitabın Yazarı: Peter L. Berger

 

Basım Yılı ve Tarihi: 2005, İstanbul

 

 

***

 

Üçüncü Bölüm: İlahi Adalet(Teodise) Sorunu

 

Her düzen veya yasa, beşeri duruma özgü düzen dışı veya yasa dışı güçler tarafından kendini yok etme tehdidine karşı sürekli yeniden inşa edilir. Bu olgu, toplumda insan aktivitesi düzeyinde bu aktivitenin, acı çekme, kötülük ve her şeyden önce ölüm gibi düzen dışı olayların bireysel ve kolektif tecrübeye mütemadiyen tecavüz etmesine karşın devam etmek üzere kurumsallaştırılmasını göz önünde bulundurduğumuzda bir problem ortaya çıkarır. Bununla birlikte bir problem de yasallaştırma düzeyinde kendini gösterir. Bu olayların dini yasallaştırmalar ve ne ölçüde teorik bakımdan karmaşık oldukları yönünde bir açıklaması teodisi olarak adlandırılabilir.

 

En az, günahsız bir kimsenin acı çekmesinin Mutlak İyilik ve Mutlak Kudret sahibi bir Tanrı anlayışının yokluğunu ispat etmediği göstermek için bir tez yazan geniş bilgili bir ilahiyatçı kadar, bir çocuğun ölümünü Tanrının iradesine bağlamak suretiyle açıklayan okumamış bir köylü de teodisi ile meşgul olmaktadır. Şüphesiz toplumsal olarak geliştirilen böyle bir kuram toplumun bir ucundan ötekine farklı karmaşık düzeylerde kırılmaya uğrayabilir. Bu nedenle Tanrının iradesi hakkında konuşurken bir köylü, her ne kadar meramını anlatamasa da ilahiyatçı tarafından oluşturulan muhteşem teodisiyi bizzat kast etmiş olabilir. Her düzen ferdi, onu ve onun tüm tecrübelerini kapsayan manalı bir gerçeklik olarak karşısına alır. Hayatına ve onun çelişkili ve acı dolu yönlerine anlam kazandırır. Birey, doğuştan, yaşayan, acı çeken ve sonunda tıpkı atalarının kendinden önce yaptıkları ve çocuklarının kendinden sonra yapacakları gibi ölüp giden biri olarak gözükür. O, konunun bu tarafını kabul eder ve içsel olarak kendine mal ederken kendi bireysel deneyimlerinin görülmemiş acı ve korkularını da hesaba katarak kendi öz bireyselliği kadar biricikliğini de aşar. Nihayet anlamlı düzenin koruyucu şemsiyesi, bireyi inim inim inleyen bir canlı durumunu düşüren tüm hayat tecrübelerini bile kapsayacak derecede geniş olduğu için acı daha çok dayanılabilir ve korku daha az bunaltıcı hale gelir.

 

Her toplum bireysel benin, onun ihtiyaçlarının, endişe ve problemlerinin belli bir ölçüde inkar edilmesini zorunlu kılar. Düzenin en önemli işlevlerinden biri ferdin bilincinde bu inkarın kolaylaştırılmasıdır. Ayrıca bu benlik inkarının topluma ve onun düzenine teslim olmanın, özellikle dinle bağlantılı olarak yoğunlaşması söz konusudur. Bu bir mazoşizm tavrıdır, yani içerisinde bireyin kendini hemcinsleri karşısında, gerek tek başına gerek topluluklar halinde gerekse onlar tarafından kurulan düzen içerisinde iken durgun ve eşya gibi bir nesne konumuna indirgediği bir tavır. Mazoşist teslimiyet; yalnızlıktan, aynı zamanda tek ve mutlak bir mana olarak ortaya konan hiç değilse teslimiyetin vuku bulduğu anda ortaya konan bir başkası içerisinde özümlenmek suretiyle ondan bir kaçma girişimidir. Böylece mazoşizm, insanın hem toplumsallığının hem de manaya olan ihtiyacının tuhaf bir karışımını oluşturur.

 

Teodise, ferde toplumdaki somut hayatında dolaysız olarak etki eder. Makul bir teodisi ferde kendi hayat hikayesinin düzensiz tecrübelerinin, toplumsal olarak kurulu düzenle ve onun kendi öz bilincindeki öznel karşılığı ile bütünleşmesine imkan verir. Teodisilerin en önemli toplumsal işlevlerinden biri, onların toplumsal açıdan yaygın güç ve ayrıcalık eşitsizliklerini açıklayabilmeleridir. Bu işleviyle teodiseler, şüphesiz dolaysız bir biçimde söz konusu özel kurumsal düzeni yasallaştırırlar. Böyle teodiseler hem güçlü hem de güçsüzler, hem ayrıcalıklı hem de yoksun kimseler için yasallaştırmalar olarak işlev görebilirler. Teodiseler fakirlere fakirliklerinin anlamını kazandırırken zenginlere de varlıklı olmalarına bir anlam verme imkanı sağlayabilir. Her iki durumda da sonuç, özel kurumsal bir düzenin idame ettirilmesidir.

 

Fert atalarının kendi içinde esrarengiz bir şekilde yaşadığını tasarlarken aynı şekilde kendisinin de kendi öz varlığını çocuklarını ve sonunda torunlarına yansıttığını düşünür. Sonuç o kendine, ampirik hayat öyküsünün talihsizliklerini azalttığı kadar ölümü de kesin bir biçimde izafileştiren oldukça somut bir ölümsüzlük kazandırır. Kan bağıyla birbirine bağlı olan bütün bir topluluk, zamanın akışı içerisinde her bir üyesinde vücut bulan aynı değişmez hayatı taşıya geldiği için böylece tamamen somut bir şekilde ölümsüzleşmiş olur.

 

Rasyonel-irrasyonel sıralamasının en uç kutupları arasında çeşitli düzeylerde kurumsal rasyonalizasyona elveren çok sayıda teodisi tipleri vardır. Evvela, bir teodisi, anomik olayların telafisini bu dünyaya ait terimlerle anlaşılan bir geleceğe yansıtmak suretiyle inşa edilebilir. Buna uygun vakit geldiği zaman acı çeken kimseler teselli edilecek ve haksızlar cezalandırılacaktır. Mesihçi-millenarist bileşimi, halihazırdaki ıstırap veya haksızlıkların parlak bir gelecekte üstesinden gelineceğine dair bir göreceleştirme yoluyla bir teodisi ortaya kor. Başka bir deyişle, anomik olaylar gelecekteki, bir düzenliliğe gönderme yapılarak yasallaştırılırlar ve böylece her şeyi kuşatan bir manalı düzen içerisinde yeniden bütünleştirilirler. Bu teodisi, tutarlı bir tarih kuramını ihtiva ettiği ölçüde rasyonel olabilir. Teodisilerin üçüncü tipine göre kainat, iki kuvvetli güç olan iyilik ve kötülüğün bir mücadele alanı olarak telakki edilir. Bunlar her ne kadar İran düalizminin Mitraizm ve Maniheizm gibi daha sonraki gelişmelerinde çok daha soyut kavramlar şeklinde belirse bile, Zerdüştlükte Ahura Mazda ve Ehriman tanrıları biçiminde kişiselleştirilmişlerdir. Kuşkusuz bu oluşumlarda tüm düzeysiz olaylar, kötülüğe veya negatif güçlere atfedilirken her düzenlilik de onların iyilik veya pozitif karşıtlarının sürekli üstün gelmeleri biçiminde anlaşılır. Teodisi sorunu köktenci ve ahlaki monoteizmde, yani Kitabı Mukaddes dini ekseni içerisinde çok keskin bir biçimde kendini göstermektedir. Tüm rakip veya küçük ilahların köklü bir biçimde ortadan kaldırıldığı ve yalnız tümüyle gücün değil aynı zamanda bütün ahlaki değerlerinde bu dünyadaki veya başka bir dünyadaki her şeyi yaratan bir tanrıya isnat edildiği varsayıldığında teodisi sorunu bu en merkezi kavrama yöneltilen gözde bir sorun haline gelir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

***

"Kitabın Adı: Kutsal Şemsiye

 

Kitabın Yazarı: Peter L. Berger

 

Basım Yılı ve Tarihi: 2005, İstanbul

 

 

***

 

Dördüncü Bölüm: Din ve Yabancılaşma

 

Toplum kolektif insan aktivitesinin bir ürünüdür. Böylece, sırf bu yönüyle o ferdi nesnel bir gerçeklik olarak karşısına alır. Toplum bireye kendisiyle ortak hareket etmeyi, yani onun toplum gerçeğinin kendisiyle sürekli kurulduğu ortaklaşa harekete katılmasının şart koşar. Bu hareketler bireye, onun gönülsüz de olsa, sırf kendilerine toplumsal olarak tahsis edilen objektif manalara katıldığı noktada toplumsal gerçekliğin öğeleri olarak gerçek gözükecektir.

 

Nesnelleşme fertlerin içinde bulundukları şeyin dışında kalan gerçek bir toplumsal dünyanın üretilmesini ifade ederken, içselleşme aynı toplumsal dünyanın söz konusu fertlerin bilinçleri dahilinde bir gerçeklik statüsüne sahip olmasını ifade eder. Bilinç toplumsallaşmadan önce gelir. Dahası eğer başka bir şey, bir kimsenin kendi bünyevi süreçlerinin süre giden bilincine bunu temin etmediği sürece bilinç asla tamamen sosyalleştirilemez.

 

İnsan toplum içinde yaşamanın bir sonucu olarak hem kendi dışında hem de kendi içinde başkalık üretir. Toplumsal bir dünyanın parçaları olduğu sürece insanın kendi öz eylemleri kendi dışındaki bir gerçeğin parçası olmaktan öteye gidemez. Toplumsal dünyanın başkalığı ve toplumsal hayatın başkaları konumunda olan somut insani varlıklar bilinçte içselleştirilir. Başka bir deyişle, başkaları ve başkalık bilinç haline dönüştürülür. Sonuçta, toplumsal dünyanın bireye yabancı gözükmesi olasılığının yanı sıra onun toplumsallaşan özünün belli yanlarıyla kendisine yabancılaşması olasılığı da ortaya çıkar.

 

Bu yabancılaşmanın insanın toplumsallığında verili olduğunu, başka bir deyişle antropolojik açıdan zorunlu olduğunu vurgulamak gerekir. Dolayısıyla izlenecek iki yol var: biri, dünyanın ve özün yabancılığının her ikisinin de insanın kendi aktivitesinin ürünleri olduğunu hatırlamak suretiyle yeniden uyumlu hale getirilmesi, diğeri ise böyle bir uyumluluğun artık mümkün olmaması ve toplumsal dünya ile toplumsallaşan özün bireyi doğanın olgularına benzer değiştirilemez olgular olarak karşısına almasıdır. Sonuncu süreç yabancılaşma olarak adlandırılabilir. Birey, söz konusu dünyanın kendisi tarafından ortaklaşa üretilmesi ve sürdürülmesi gerektiğini unutur. Yabancılaşan bilinç diyalektik olmayan bir bilinçtir.

 

Yabancılaşma hakkında üç önemli noktanın burada üzerinde durulması gerekir. Evvela şunu belirtmek gerekir ki yabancılaşan dünya bütün yönleriyle bir bilinç olayıdır, özellikle de bir yanlış bilinç olayı. O katiyetle yanlıştır, çünkü insan kendisinin olan ve kendi aktivitesi olarak kalacak olan yabancılaşmış aktivitesiyle yabancılaşmış bir dünyada yaşıyor iken bile bu dünyanın ortak üreticisi olmayı sürdürür. İkinci olarak yabancılaşmayı geç kalmış bir bilinç gelişmesi ve yabancılaşmamış cennetimsi bir varlık halini izleyen, ilahi inayetten bilişsel bir düşüş olarak sanmak oldukça yanıltıcı olabilir. Üçüncü olarak yabancılaşma anomiden tamamen farklı bir olaydır.

 

Din insanlık tarihi boyunca anomiye karşı en etkin siperlerden biri olmuştur. Bu gerçek olgu dolaysız bir şekilde dinin yabancılaştırıcı eğilimiyle yakından alakalıdır. Din, tamamen güçlü, belki de en güçlü bir yabancılaşma aracı olduğu için, çok güçlü bir yasallaştırma aracı da olmuştur. Dini yasallaştırmanın getirdiği temel çözüm; insani ürünleri, insan üstü veya insan dışı olgular haline dönüştürmesidir. Buna göre insan tarafından kurulan dünya onun insan ürünü oluşu inkar edilerek açıklanır. Din, insani dünyaya yabancı olan varlıkların ve güçlerin realitede mevcut olduğunu öne sürer. Yabancı olan bir şeyi insana karşı öne sürmek suretiyle din, insanı kendisinden yabancılaştırmak eğilimindedir.

 

Roller, davranışların sadece dışsal kalıpları olarak kalmaz, aynı zamanda onları icra edenlerin bilincinde içselleştirilerek o bireylerin öznel manevi varlıklarının asli bir öğesini de oluştururlar. İçselleştirilen rollerin dini açıdan büyüselleştirilmeleri onları, çifte bilinçlenme açısından bir hayli yabancılaştırmakla kalmaz, öte yandan kötü inanç olarak nitelendirilerek fazladan bir yanlışlama sürecini de kolaylaştırır.

 

Tüm yabancılaştırmaların özü, hayali bir kaçınılmazlığın insanların kurduğu dünya üzerine empoze edilmesidir. Aktivite, süreç; hür irade ise kader haline gelir. Bu durumda insanlar, sanki kendi öz dünya kurma girişimlerinden tamamen bağımsız güçler tarafından kendilerinin ne yapmaları gerektiğinin belirlendiği bir dünyada yaşıyorlarmış gibi olurlar. Yabancılaşma dini açıdan yasallaştırıldığında bu güçlerin bağımsızlığı hem kolektif düzen hem de bireysel bilinçte geniş boyutta artar.

 

Nasıl ki kurumlar izafileştirilebilir ve böylece beşerileştirilebilirse, benzer bir şekilde bu kurumları temsil eden roller de izafi ve beşeri bir konuma indirgenebilir. Geniş ölçüde din yoluyla yasallaştırılan yanlış bilinç ve kötü inanç da benzer bir biçimde yine din yoluyla açığa çıkartılabilir. Dinin tarihte hem dünya idame ettirici hem de dünya sarsıcı bir güç olarak görüldüğü söylenebilir. Söz konusu her iki görünümde de o hem yabancılaştırıcı hem de yabancılaşmadan uzaklaştırıcı olmuştur. Şöyle ki, çoğu kere dini girişimin bir bakıma kendine özgü içsel nitelikleri nedeniyle birinci özelliği, önemli durumlarda ise ikinci özelliği gün yüzüne çıkmıştır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

***

"Kitabın Adı: Kutsal Şemsiye

 

Kitabın Yazarı: Peter L. Berger

 

Basım Yılı ve Tarihi: 2005, İstanbul

 

 

***

 

Tarihi Unsurlar

 

Beşinci Bölüm: Dünyevileşme Süreci

 

Sekülarizasyon (dünyevileşme) kavramı biraz serüvenli bir tarihe sahip olmuştur. Kavramı ilk defa din savaşlarından hemen sonra arazi ve emlakin kilise otoritelerinin gözetiminden çıkarılmasını belirtmek amacıyla kullanıldı. Aynı kavram Roma dini hukukunda bu sefer tarikatlardaki bir müridin dünyaya yönelişini göstermeye başladı. Sekülarizasyon ve hatta onun türevi olan sekülarizm kavramı, geleneksel kiliseyle bağları olan çevrelerde ona Hıristiyanlaşmaktan uzaklaşma, dinsizleşme vb. olarak saldırılırken, ruhban karşıtı ve ilerlemeci çevrelerde ise modern insanın dini vesayetlerden kurtuluşu anlamı verilmeye başlandı.

 

Sekülarizasyonla biz, kültür ve toplum alanlarının dini kurumlar ve sembollerin egemenliğinden çıkarıldığı süreci kastediyoruz. Modern batının tarihindeki toplum ve kurumlardan bahsettiğimizde, kuşkusuz sekülarizasyon tıpkı kilise ile devletin ayrılmasında ve kilise arazilerinin istimlaki ile eğitimin kilisenin daha önce gözetimleri veya nüfuzları altında tuttukları sahalardan tahliye edilmesinde kendini açıkça göstermektedir. Ama kültür ve sembollerden bahsettiğimizde ise sanat, felsefe ve edebiyatta dini içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi de bilimin dünyada özerk ve tamamen seküler bir bakış açısı olarak yükselişinde gözlenebildiği gibi bu süreç, kültürel ve düşünsel hayatın tamamını etkisi altına alır. Nasıl toplum ve kültürün sekülarizasyonu söz konusuysa, aynı şekilde bilincin sekülarizasyonu da söz konusudur. Modern batının dini açıklamalardan yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan gittikçe artan sayıda bireyler ürettiği anlamına gelir. Sekülarizasyon modern toplumların küresel bir olgusu olarak görülse bile hepsinde tek ve aynı tarzda yayılmıştır. Farklı insan toplulukları bu süreçten farklı bir biçimde etkilenmiştir. Dünyevişle Protestanlıkla modern hayata girmiştir. Katoliklerden ayrı olarak Protestanlık kutsalla bağlarını kesmiştir. Protestanlıkta tanrının köklü bir aşkınlığına dünyanın köklü bir içkinliği, yani kutsala kapalılık tekabül eder. Devamlılığa bir son vererek gök ile yer arasındaki göbek bağını kopardı.

 

Eski Ahit, kendi yarattığı fakat karşısına alıp içine nüfuz etmediği bir kainatın dışında duran bir Tanrı ortaya kor. Bu Tanrı, herhangi bir tabii veya beşeri olguyla mukayesesi imkansız, köklü bir biçimde aşkın bir Tanrı’dır. O, sadece bu dünyanın yaratıcısı değil aynı zamanda tek Tanrıdır. Dahası bu Tanrı, her ne kadar özellikle İsrail tarihine münhasır olmasa da, kozmik olmaktan çok tarihsel olarak eylemle bulunan ve köklü ahlaki talepleri bulunan Tanrıdır.

 

Tanrı’nın aşkınlaştırılması ve ona eşlik eden dünyanın büyüsünün bozulmasının, hem ilahi hem de beşeri faaliyetlerin bir arenası olmak üzere tarihin önüne bir boş alan açtığı söylenebilir. Öncekini tamamen dünyanın dışında duran bir Tanrı yerine getirirken, sonraki faaliyet insan anlayışında önemli ölçüde bir bireyselleşmeyi gerektirdi.buna göre insan Tanrının zatı karşısında tarihi bir aktör olarak gözükür. Böylece, tek tek insanlar, tipik bir arkaik düşünce olan, mitolojik toplulukların olsa olsa birer temsilcileri, fakat birey olarak önemli faaliyetler icra eden seçkin ve biricik fertler olarak gözükür. Burada oldukça yüksek bir şahsiyet sergileyen Hz. Musa, Davut, Elijah ve benzer kişiler akla gelebilir.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

***

"Kitabın Adı: Kutsal Şemsiye

 

Kitabın Yazarı: Peter L. Berger

 

Basım Yılı ve Tarihi: 2005, İstanbul

 

 

***

 

Altıncı Bölüm: Dünyevileşme ve Makuliyet Sorunu

 

Kitabı Mukaddes geleneğinden kaynağını alan dini gelişmeler modern seküler dünyanın oluşmasında nedensel etkenler olarak görülebilirler. Fakat bir kere bu dünya oluştuktan sonra, kesinlikle bir oluşturucu güç olarak dinin süregelen etkinliğini saf dışı bırakması elden bile değildir. İşte tam bu noktada, din ile dünyevileşme arasındaki ilişkide büyük bir tarihi cilve, bu öyle bir cilvedir ki tarihi bir dille söyleyecek olursak şematik olarak Hıristiyanlığın kendi mezarını kendisinin kazması biçiminde dile getirilen bir cilve, yatmaktadır.

 

Daha önce gösterdiğimiz gibi dünyevileşmenin özgün mahalli ekonomik alandır ve özellikle de ekonominin kapitalist ve endüstriyel süreçlerde oluşan sektörleridir. Netice itibariyle modern toplumun farklı kesimleri bu süreçlere yakınlığına veya uzaklığına göre dünyevileşmeden farklı bir şekilde etkilenmiştir. Modern sanayi toplumu, dine karşı bir çeşit kurtarılmış bölge denebilecek merkezde yer alan bir sektör geliştirdi. Dünyevileşme işte bu sektörden dışa doğru toplumun diğer alanlarına yayıldı. Bunun ilginç bir sonucu, dinin kurumsal düzenin en açık ve en kapsamlı kesimleri arasında, özellikle de devlet ile aile kurumu arasında kutuplaşması yönünde bir eğilime sahip olması olmuştur. Gerek iş hayatında gerekse onun etrafında oluşan ilişkilerde yaşandığı gibi günlük hayatın kapsamlı bir dünyevileşme noktasına ulaştığı zaman bile devlet ve aile kurumu gibi kurumlara hala dini sembollerin iliştirildiği görülebilir. Bunu genel sosyolojik söylem açısından ifade etmenin yolu, bir yandan ekonominin diğer yandan da devlet ve ailenin dünyevileşmesi arasında bir kültürel boşluğun mevcut olduğunu söylemekten geçer.

 

Kutuplaşmanın kapsamlı etkisi çok hem de çok önemlidir. Böyle bir durumda din kendini kamusal bir söylem ve özel bir erdem olarak takdim eder. Başka bir deyişle kamusal olduğu sürece din gerçekliği, gerçek olduğu sürece ise kamusallığı kaybeder. Bu durum, bir zamanlar belli bir toplumun üyeleri için kesinlikle bütüncül bir tanımlamalar demetini oluşturan bir kuruluş olarak dinin, geleneksel görevinden şiddetli bir biçimde kopuşunu simgeler. Dinin dünya kurucu potansiyeli böylelikle; alt parçalar, parçalanmış alan dünyaları ve birçok durumda da çekirdek aileden öteye geçmeyen makuliyet sağlayıcı yapılarla sınırlı kalır. Dini tercih sanki ilk defa benimseniyormuş gibi basma kalıp bir halde bırakılabilir. Dünyevileşme tarafından meydana gelen dinin kutuplaşması ve onun beraberinde getirdiği kamusallığın ve realitenin kayboluşu da yine, dünyevileşmenin ipso facto çoğulcu bir yapıya yol açtığını söylemek suretiyle tasvir edilebilir. Daha doğrusu çoğulculuk kavramı genellikle sırf içerisinde farklı dini grupların devlet tarafından hoşgörüyle karşılandığı ve birbiriyle serbestçe rekabete giriştikleri durumlar için geçerlidir. Dünyevileşme ile çoğulculuk arasında çok derin bir bağın var olduğu rahatlıkla görülebilir.

 

İnsanlık tarihinin büyük bir kısmı boyunca dini kuruluşlar toplumda tekeller, yani öyle tekeller ki bireysel ve toplumsal hayatın nihai meşruluklarında yerini alan tekeller olarak mevcudiyetlerini sürdürmüşlerdir. Dini olarak tanımlandığı için bahis konusu dünyanın dışına adım atmak demek kaotik bir karanlığa, anomiye ve belki de çılgınlığa adım atmak demektir. Gerçekten de dini acımasızlığın bu anlamda Kitabı Mukaddes ekseninden çıkan dini geleneklerde elde ettiği temel ayrıcalık, Doğu Asya’nın büyük dinleri ekseninde genellikle mevcut değildir.

 

Tarihsel arka planları ne olursa olsun tüm çoğulcu yapıların temel özelliği, eski dini tekelleri artık kalıcı durumundaki kitlelerin bağlılığını sağlamak için olduğu gibi kabul edilir olmaktan çıkarmaktır. Çoğulcu konum her şeyden önce bir Pazar konumudur. Orada dini kurumlar birer teşhir merkezleri haline gelirken dini gelenekler de birer tüketici malları haline dönüşür. Bu durumda her nasıl olursa olsun hatırı sayılır bir ölçüde dini aktivite Pazar ekonomisinin mantığına göre belirlenmeye başlar. Önceden dini kurumlar bir hizmetliler kitlesi üzerinde tekelci bir denetim kurmaya çalışan bir kurum olarak örgütlenmişti. Şimdi ise aynı gruplar kendilerini öyle örgütlemelidirler ki, bu örgütlenmeleri onların benzer amacı güden diğer gruplarla rekabet halinde iken bir tüketici çevre kazanmaya çalışmalarına elverişli olsun. Bu durumda derhal hasılat konusu önem kazanmaya başlar. Rekabetçi bir ortamda hasılat elde etmek için katlanılan baskı doğal olarak sosyo-dini yapıların rasyonelleştirilmesini zorunlu kılar.

 

Çoğulcu durum genel olarak toplumda özel olarak da bir kimsenin başkasıyla rasyonel ilişkilerinde bağlı kalacağı bir bürokratik yapılar ağının bulunmasını zorunlu kılar. Çoğulcu yapı kartelleşme yönünde bir eğilim sergilediği için; sosyal, politik ve ekonomik dinamikleriyle kiliselerin evrensel birliğine doğru bir eğilim de sergiler. Çoğulcu durumun etkileri yalnızca dinin toplumsal yapısal yönleriyle sınırlı değildir. Ayrıca onlar dini içeriklerle yani dini pazarlama merkezlerinin ürünlerine kadar da uzanırlar.

 

Herhangi özel bir dini dünya kendini bilince ancak ve ancak uygun makuliyet özelliği varlığını koruduğu ölçüde bir realite olarak takdim edebilir. Makuliyet özelliği etkin ve dayanıklı ise koruna gelmekte olan dini dünya da o nispette bilinçte etkin ve dayanıklı bir biçimde reel olacaktır. En azami yararın beklendiği bir anda, işte o zaman, dini dünya yalınkat bir biçimde olduğu gibi kabul edilebilecektir. Bununla birlikte makul olma özelliği zayıfladıkça söz konusu dini dünyanın öznel gerçekliği de zayıflayacak ve bir belirsizlik baş gösterecektir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

***

"Kitabın Adı: Kutsal Şemsiye

 

Kitabın Yazarı: Peter L. Berger

 

Basım Yılı ve Tarihi: 2005, İstanbul

 

 

***

 

Yedinci Bölüm: Dünyevileşme ve Meşruiyet Sorunu

 

Protestan liberalizminin ekonomi ve teknolojideki kapitalist başarılar döneminin, batının gelişmesinin ve burjuva kültürü hakimiyetinin kısaca burjuva kapitalizminin altın çağının altyapısal temeli olarak kabul edilebilecek kısmına dikkat çekebiliriz. Bu dönem, batı medeniyetinin kültürel, siyasal ve ekonomik değerlerinde engin bir güvenin, yani protesan liberalizminin iyimser Weltanschauung’una tamamen yansıyan bir güvenin hakim olduğu bir dönemdi. Sonuçta bir ilahiyatçıyla yapılacak uzlaşma baskı altında yapılmıyor, aksine sırf maddi olarak değil taşıdığı değerler bakımından da oldukça cazip ve övgüye değer kabul edilen seküler bir kültürle karşılıklı oturularak ve istekle akdediliyor. Kaba bir biçimde ifade edecek olursak, Protestan liberalizmi geleneğin belli özelliklerinden payına düşen kısmı satmak için ne gerekiyorsa onu yapıyordu.

 

Günümüzde Protestanlıkta popülerize edildiği biçimiyle radikal teolojinin aşırı şekillerinin yasallaştırmak için tasarlandıkları dini kurumların tam anlamıyla varoluşlarının kuyusunu kazabilecekleri yolundaki yalınkat bir nedene dayalı olarak sözü edilen modern bilinci sahaya taşıması öyle pek olası gözükmemektedir. Çünkü yasallaştırmalar bu durumda bizzat kendi kendilerini mağlup etmiş olurlar. Bununla birlikte Hıristiyanlığı dünyevileşen bilincin belli kilit realite varsayımlarıyla aynı çizgiye getirmek için yapılan daha ılımlı girişimler çok olasılıkla bundan sonra da olacaktır. Hususi olarak, dinin özelleştirilmesi, özellikle de psikolojizmin kavramsal mekanizması yoluyla özelleştirilmesi, olayların akışı bir kez daha iki dünya savaşı arasında neo-ortodoksiyi gün yüzüne çıkaran bir tür afetle kesintiye uğratılmadığı sürece öngörülebilir bir gelecekte kendi kendini feshetmesi ihtimal dışı olan geniş bir eğilim olarak algılanabilir.

 

Modernleşmenin bugün dünya ölçeğinde bir olgu olduğunu ve farklı bölgeler ve ulusal kültürlerde uğradığı büyük değişikliklere rağmen modern sanayi toplumunun yapısının dini gelenekler ve onlara vücut veren kurumlar için dikkat çekici bir biçimde benzer durumlar ortaya çıkardığını vurgulamak yeterlidir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.