Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Şems-i Tebrizi'nin 40 Kuralı


Radya

Önerilen İletiler

..

 

Tebriz'de bir alevi pazarda kendinden geçmiş bir halde

yere yığılmış,kusmuş, yüzü, sakalı salyaya ve toprağa

bulaşmıştı.

 

Dindar, büyük bir hoca, bu hali görünce küfrederek

yüzüne tükürdü.

O günün gecesi bu hoca Peygamberi rüyasında gördü.

Peygamber gazapla:

 

"Senin benden olduğunu iddia ediyorsun ve bana tâbi

olduğun için cennete gitmeyi umuyorsun da, beni

pazarda salyalarla bulaşmış olarak gördüğün zaman

niçin evine götürmedin, beni okşamedm ve yüzüme,

sakalıma bulaşan pislikten temizlemedin?

Köleler efendilerine hizmet ederler, sen ise bana

bunların hiçbirini yapmadın.

Yüzüme tükürmene gönlün nasıl razı oldu?" dedi.

 

Hoca içinden kendi kendine:

"Ben Peygamber'e bunu ne zaman yaptım?" diye geçirdi.

Peygamber, derhal ona:

"Benim çocuklarımın bizzat 'ben' olduklarını bilmiyor musun?

Bizim çocuklarımız bizim ciğerlerimizdir (H.),

Eğer böyle olmasaydı babanın malı oğluna kalır mıydı?"

cevabını verdi.

 

Hoca, Muhammed'in heybetinden, dehşetinden uyandıktan

sonra o alevîyi aradı ve buldu.

Kendi sarayını, malını ve mülkünü yarısını ona verdi;

yaşadığı müddetçe daima alevinin hizmetine bel bağladı.

 

Hülâsa bu üç sırrın hikmetini, böylece Musa'ya anlattı ve

birbirinden ayrıldılar.

 

Bu anlamı kuvvetlendirmek için rivayet ederler ki,

bir veli başka bir veliye:

"Ulu Allah bende her gün yedi defa tecelli ediyor"

dedi ve o veli de ona:

"Eğer insansan git ve Ebayazid'i bir defa gör!"

cevabını verdi.

 

Aralarındaki bu münakaşa uzadı.

Her ne zaman bu,

"Ben Allah'ı günde yetmiş defa görüyorum." derse,

o da:

"Eğer insansan git Ebayazid'i bir defa gör,"

cevabını verirdi.

 

Macera uzayınca bu saf sofi Ebayazid'e gitmeğe karar

verdi.

Ebayazid, bir ormandaydı.

Sofînin hizmetine geldiğini kerametle anladı ve sofiyi

karşılamak üzere ormandan çıktı.

Onların karşılaşması ormanın yanında olacaktı.

Fakat sofi, Ebayazid'e bakıp onun mübarek yüzünü

görünce, tahammül edemedi, derhal vücut kalıbını boş

bırakarak bu dünyadan öbür dünyaya göçtü.

 

Şimdi esas meseleye gelelim:

Orman, Ebayazid'in içi ve ormanın ağaçları,

onun kalbinde bulunan fikirleri, ilmi ve makamı idi.

Sofî Ebayazid'in içi olan ormana, nasıl girebilirdi?

İşte Ebayazid bunun için ormandan dışarı çıkıp sofiye

doğru gitti.

 

Akıllı bir insan, bir çocukla konuşurken, kendi bilgi ve

akıl ormanından çıkar, çocuğa doğru gelir.

Anlıyabilmesi için de çocuğun aklı ölçüsünde konuşur.

Çünkü insanlara akılları nisbetinde söz söylemek lâzımdır.

 

Tebrizî

..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

..

 

 

O sofi, Allah'ı kendi anlayış, kavrayış ve kudreti nisbetinde gördü.

Allah'ın nuru ve tecellisi Ebayazid'in kuvveti nisbetinde ona çarpınca

dayanamadı ve öldü.

 

Cebrail'de Allah'ın tecellisi vardı.

Belki onun içinde yetişmişti. Onunla meşguldü.

Ondan başka işi yoktu.

Denizin içinde bulunan bir balık gibi o, her zaman vuslat denizinin

içinde idi. Muhammed'i, Allah'ı göstermek için Mi'raca götürdü.

Cebrail kendi makamına geldiğinde durdu ve daha ileri gidemedi.

Bunun üzerine Mustafa (Allah'ın selâmı O'nun üzerine olsun) ona:

"Gel! Niçin durdun?" diye buyurunca Cebrail:

"Bu makamdan ileri gitmek sana mahsustur.

Eğer bir parmak daha fazla yaklaşırsam yanarım. (Sûre:37, Âyet: 164)

cevabını verdi.

 

Ondan sonra Peygamber (Allah'ın selâmı, onun üzerine olsun) yoluna

devam etti ve Hazret-i Hakkın cemalini Kur'an'da:

"Onun gözü, kaymadı, dönmedi" (Sûre:53, Ayet: 17) buyurulduğu gibi,

hiçbir görüş hatası olmadan, "baş gözüyle" gördü.

 

Allah'ı gören her kimse, O'nu, ancak kendi kavrayışının kudreti nisbetinde

görebilir. Karıncadan Süleyman'a varıncaya kadar hepsini Allah besler.

Hepsinin varlığı ve canlılığı tamamen Allah'ın tecellisindendir;

fakat bu iki tecelli arasında fark vardır.

Süleyman'a olan tecelli nerede!

Karıncaya olan tecelli nerede!

 

Meselâ, bir efendinin biri beş yaşında biri on yaşında,

biri yirmi yaşında, biri otuz yaşında ve böylece ta kırk

ve elli yaşında olmak üzere beş kölesi olsa, bunların

hepsi akılları başında büyük ve aynı yaşta olsalar bile,

akıl bakımından bir olmayıp, muhakkak ki birinin akıl

ve kifayeti öbürüne nazaran daha az, diğerlerinkinden

daha fazla olabilir.

O efendi, her biriyle aklının derecesi nis­betinde konuşur,

görüşür; fakat bunların en büyüğü ve akıllısıyla konuştuğu,

görüştüğü gibi en küçüğü ve akılsızıyla konuşursa,

en küçüğü anlamaz. Tahammül edemez.

Mesel:

 

Ey ruhu dinlendiren kimse!

Esvabı insanın vücuduna göre ölçer biçerler.

 

Bunun gibi, evliya ve müminlere Hakkın tecellisi de, onların

Allah'ın indindeki mertebeleri nisbetindedir.

Allah'ın nuru, onlar üzerlerine tahammül edebildikleri kadar iner.

 

Bir insan ateşe kavuşmak ve ondan faydalanmak

isterse, hamamı ateşle kızdırır ve hamam vasıtasiyle ateşin

vuslatından istifade eder.

Eğer doğrudan doğruya kendini ateşe atarsa tabiatiyle yanar.

Kemale eren Allah adamları, semender gibi ateş içinde

ve balık gibi suda yaşayabilirler; fakat diğer müminler

ve gerçeği arayanlar doğrudan doğruya ateşten faydalanacak

güce sahip değillerdir.

 

Bununla söylemek istediğimiz şudur ki:

Kemale ermiş olan Allah adamlarının yüzünü görmen,

doğrudan Allah'ı görmekten daha güç olmaktadır.

Yalnız bu,

"Evliya ve Allah ayrı gayrıdır" demek de değildir.

Böyle düşünmek bile yanlış ve küfürdür.

Bu, "Onların Allah'ı gördükleri kuvvet ve kudret,

sizde yoktur." demektir.

Kemale ermiş olan Allah adamını arayıp onun gördüğü gibi

görürsünüz.

 

..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

..

 

 

Bir adam:

"Dervişlerden bazısına ebrişim/saz ve saire gibi

haram olan sema ile meşgul olduklarını gördük,

bunu dervişlik mezhebinde doğru görmek nasıl

olur? Dervişe, böyle bir işle uğraşmak yakışır mı?"

diye sordu.

 

"Bunun cevabı mufassaldır", dedik.

 

Sadık ve hür türlü mücadeleyi yapmış, namaz, oruç,

zikir gibi ibadetlerle senelerce Allah'ı taleb etmiş,

ondan hâsıl olmuş olan halet ve zevki iç terazisiyle

tartmış, eksiğini, fazlasını bilmiş olan bir dervişin,

döndüğü ve sazın, rebabın neyin sesini işittiği zaman,

ilâhi hali artar.

 

Aşk ve fakr müftüleri, derviş için bunları reva görürler.

Çünkü onun, bunlardan maksadı zevk, eğlence değil,

Allah'a yaklaşmaktır.

Eğer bu ilahî hal kendisinde namaz, oruç, zikir ile hasıl

oluyorsa, maksat daha iyi bir şekilde elde edildiğinden,

eğlenceye, saza ve sema'a izin vermezler.

Bununla beraber bu derviş, sema ve eğlenceyle meşgul

olsa bile onun bu halini başkalarının haline benzetmek

doğru değildir. Çünkü, görünüşte onun bu hali küfür ise

de bu küfürde bir din gizlidir.

O derviş, manen tamamiyle imana garkolmuştur.

 

Başkalarının eğlencesi ise küfür içinde küfür, karanlık

içinde karanlık olur.

Bundan başka fakr yolu, şeriatin özü ve içidir.

Bir şeyin özü ve içi ise, o şeyden başka bir şey değildir.

Şeriat; umumun/avamın itaatidir.

Umumun işlerini halletmek için kolaylıklar gösteren bazı

çareler, yollar ortaya koymuşlardır.

 

İnsanlar çok kez gece, gündüz hattâ beş vakitte Allah'a

hizmet ederler ve Allah'ı anarlar. Bununla beraber bu

insanların meyli ve aşkları zayıf olduğundan fazlasını

yapamazlar. Örnek, karada yaşayan kuşlar uzun zaman

suda kalamazlar.

 

"Sizi yerden yarattık, öldükten sonra yine oraya

göndeririz ve oradan bir defa daha çıkarırız"

(Sûre: 70, Ayet: 57),

buyrulduğu gibi onların menşei topraktır.

Sadece zaman zaman suya yaklaşırlar, su içerler,

yıkanırlar ve sonra sudan, denizden ayrılarak yine

kendi yerlerine, toprağa dönerler.

 

"Melekler daima salâttadırlar.

(Sûre: 70, Âyet: 23)"

buyrulduğu gibi, daim suda bulunmak balıkların işidir.

Bunların denizden ayrılmaları imkânsızdır.

Çünkü asılları denizden çıkmıştır.

 

"Sonra Allah, onlar üzerine kendi nurundan döktü"

 

(Hadis)

 

Burada şeriatten maksat, denize, suya dönmektir.

Balıklar yüzlerini tamamen denize çevirmiş ve denize

dönmüşlerdir. Onların yiyecek, giyecek ve yatakları,

her şeyleri denizdir.

Uykuları ve uyanıklıkları da denizdedir.

 

"Akıllı kullar da Ulu Allah'ı, ayakta dururken, otururken,

yatarken hülasa her zaman ve her halde zikrederler".

 

(Sûre: 3 , Âyet: 190-191)

 

Karaya mensup olan avam, denize mensup olan seçkin

insanların işlerini yapamazlar. Çünkü onlara kuvvetleri,

vüs'atleri, takatleri nisbet/oranında bir ibadet tahsis

olunmuştur.

 

"Esasen Ulu Allah hiç kimseyi takatinin üstünde

bir külfetle mükellef kılmaz"

(Sûre: 2, Âyet: 286)

 

Balıkların daima meşgul oldukları şey, kulluğun kemali

ve şeriatin içinde bulunmak ve dışına çıkmamaktır.

Daima Allah ile beraber bulunan evliya ve fukaranın

ahvalini şeriata aykırı olarak gören bir kimse,

on kilo ekmeği, bir kilodan;

Fırat'ı testideki sudan; gülü, gül suyundan;

bademin içini ve yağını, bademden ayrı olarak zan ve

kabul edenlere benzer.

Meselâ, bademleri böyle kabul etmesinin sebebi de

şudur: Bademler birbirinden ayrıdır, sayılabilir ve

avucunda toplayıp sıkarsan bir ses çıkarır.

Halbuki bademin içi ve yağı bu özelliklere sahip değildir.

 

O halde bunlar bademden başka bir şeydir..

 

Bu sözden ve delilden, onların, bademi tanımadıkları,

bademden sesi, sayıyı anladıkları, asıl bademin ne

olduğunu bilmedikleri bellidir.

İşte bu gibi insanlara "mukallid" derler.

Muhakkiklerin yanında mukallitlerin imânının hiçbir

değeri yoktur, şeriatta gerçek, Allah'a kulluk etmek,

yüzü Allah'a çevirmektir. Dünya ve şeytanlardan da yüz

çevirmek lâzımdır. Eğer şeriat namaz, oruç, zekât, zikr

olsaydı bütün ozaman şeriatlerin, mezheblerin ve

gidişlerin hepsinin aynı şekilde ve aynı tarzda olması

gerekirdi;

 

Peygamber:

"Bu Kur'anın hükümleri ve bu şeriat, senden evvel

gelen Peygamberlerin kitaplarında vardı. Fakat bu

şekilde bu suret ve tertip ile mevcut değildi.

Birisi, Arapçadır, diğeri Süryanca ve İbrancadır.

Her birinin ayrı orucu, ayrı bayramı, ayrı haccı ve

ayrı delili, ayrı haramı ve helâli vardır"

buyurmuştur.

 

Bilinir ki dinin gerçeği, şekil ve dilde değildir.

O, her suret ve her dile gelir ve yüz gösterir. Diller ve

şeriatler kadehler gibidirler.

Din ve Allah'ı bilmek, kâselere, testilere, küplere,

ibriklere, şişelere ve kadehlere konulabilen sular ve

içkilerdir.

Fakat içki, şarap, kabın kendisi değildir.

Suya yabancı olan ve testiye tapan kimseler,

bu bilinen testiyi görmezler ve suyu kabul etmezler.

 

Böyle bir kimsenin su ile aşinalığı yoktur.

Şekle tapan ve mukallittir.

Şaraba tapan ve suyu tanıyan kimse, içinde şarap ve

su bulunan her kadehi can ve gönülden kabul eder ve

kadehin önünde,

"Meleklerin hepsi ona secde ettiler"

(Sûre; 15; Ayet: 30)Buyrulduğu gibi secdeye gelir.

Allah'ın bundan maksadı, kadeh değil, şaraptır ve onun

zevki efsaneden değil, haldendir.

 

Bunun gibi, Mustafa (Allah'ın selâmı ve salâtı onun

üzerine olsun), Ayşe (Allah ondan razı olsun)'nin

ayaklarını öper, yüzüne sürerdi.

Ayşe, bunu gördü ve hayret etti.

Peygamber birkaç gün onun yüzüne bakmadı. Ayşe

bunun derdiyle şikâyet ederek ağladı.

Peygamber'e:

"Ayşe'nin gönlünü al!"

diye emir geldi.

Peygamber, Ayşe'den özür dilemeğe gelerek onun

elini ve ayağını öptü ve:

 

"Ey Ayşe!

Senin elini ve ayağını, senin suretine olan sevgimden

öptüğümü zannetme.

Ben Allah'a olan sevgim için öpüyorum.

Senin yüzünde dostumun yüzünü görüyorum.

Ve senin gece gibi olan gökselliğinin karanlığında

Allah'ın sabahının parlak nurunu görüyorum.

Secdeyi, Kadim olan Allah'a ediyorum.

Senin sonradan vücuda gelen (hadis) birkaç günlük

vücuduna değil.

Bundan sonra kendini değil, Allah'ı görmen lâzımdır"

dedi.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bana velî diyorlar.

Dedim ki haydi öyle olsun, bana bundan ne kıvanç

olabilir?

Belki ben bununla öğünürsem çok çirkin düşer,

ancak Mevlânâ, Kuran ve hadiste yazılı vasıflardan

anlaşıldığına göre velî'dir.

Ben de velinin velisi, dostun dostuyum; bu bakımdan

daha sağlamım.

 

Aynaya yüz kere secde etsen hiç yerinden oynamaz.

Onda eğer sonradan olmuş bir çirkinlik varsa, kusuru

kendinde bil aynayı kötüleme. Onun yüzünde gördüğün

bu tek kusuru ondan gizle, çünkü o benim dostumdur.

O hal diliyle der ki:

"Bu elbette olmaz."

 

Dedi ki:

Şimdi ey dost, aynayı elime ver de bakayım diyorsun!

Buna bir bahane bulamıyorum, sözünü kıramıyorum,

ama gönülden bir bahane bulayım da aynayı sana

vermiyeyim diyorum.

Çünkü senin yüzünde bir kusurun var desem, belki

ihtimal vermezsin, eğer aynanın yüzü kusurludur

desen daha beter olur. Sevgi bırakmaz ki bir bahane

bulayım.

Şimdi diyorum ki, aynayı eline vereyim, ancak aynanın

yüzünde bir kusur görürsen onu aynadan bilme;

aynada sonradan olmuş bil!

Onu kendi hayalin bil, yahut kusuru kendinde bul!

Bari benim yanımda aynaya bakma.

Şart odur ki aynanın yüzünde kusur bulmayasın.

Eğer kendine de kusur bulamıyorsan, bari o kusuru

bende bul ki aynanın sahibiyim.

Aynayı kötüleme!

 

"Kabul ettim and içtim" dedi,

"Aynayı getir artık sabrım kalmadı."

Tekrar gönlü razı olmadı:

"Ey üstat" dedi

"Tekrar bir bahane bulayım ola ki bu şarttan vaz

geçersin"

Ayna işi ince bir iştir.

Tekrar aradaki sevgi buna müsaade etmedi.

"Şimdi o şartı bir daha tazeleyelim" dedi.

O da şu cevabı verdi:

"Şart ve sözleşme şudur:

Her kusurunu gördükçe aynayı yere vurmayacaksın,

onun cevherini kırmayacaksın!

Cevheri kırılmaya elverişli olmasa bile bunu

yapmayacaksın."

"Hâşâ" dedi

"Asla böyle bir kasıtta bulunmam ve bunu düşünmem

bile. Ayna hakkında hiçbir kusur düşünmem."

 

"Şimdi aynayı bana ver ki bendeki edebi göresin;

bendeki vefayı göresin!"

Dedi ki:

"Eğer kırarsan onun cevheri şu kadar, bedeli bu kadardır.

Buna tanıklar, deliller gösterdi."

 

Şimdi bütün bu sözlerden sonra aynayı eline verince

kendisi kaçtı.

Öteki kendi kendine,

"Eğer bu ayna iyi ise, o niçin bırakıp kaçtı?" diyordu.

Hemen kırmayı düşündü.

Yüzüne tuttuğu zaman yüzünde çok çirkin bir hayal gördü;

istedi ki yere vursun.

Ama bunu yapamadı.

 

Dedi ki:

"Onun yüzünden ciğerim kan oldu."

 

Şu suç ve ziyan karşılığı ödeyeceği paralar, bu iş için

tutulan tanıklar sözleşmeler hatırına geldi.

"Keşki," dedi

"O şartlar, o tanıklar ve para cezaları olmayaydı.

Ben de gönlümü hoş eder ne yapmak gerektiğini

ona gösterirdim."

 

O bunu söylerken ayna da hal diliyle ona şöyle

çıkışıyordu:

Görüyorsun ya! Ben sana ne yaptım?

Sen bana ne yapıyorsun?

Şimdi o kendini seviyor, bahaneyi aynada buluyor.

Çünkü kendini seven kimse nefsine saygı gösteriyor.

Aynayı seven de her ikisinden vazgeçer.

 

Bu ayna, Hakkın kendisidir.

O sanır ki ayna ondan başkasıdır.

Bununla beraber aynaya dönenlere ayna da karşılık verir.

Aynanın eğiliminden dolayı onun da aynaya karşı eğilimi

vardır.

O tersine olarak aynayı kırmış olsaydı beni de kırardı.

 

"Ben gönlü kırıkların yanındayım"

buyurulmadı mı?

 

Sözün kısası, aynanın kendi kendine eğilmesi

ve ihtiyat göstermesi imkansızdır.

O bir mehenk taşı ve terazi gibidir;

eğilimi daima hakka doğrudur..

 

..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

..

 

Attığın vakit sen atmadın; lâkin onu Allah attı.

(Sûre: 8, Âyet: 17)

 

Beyit:

 

Onlar kendi varlıklarından fâni ve dost ile bakîdirler.

Bu ne garip şeydir ki onlar hem varlar, hem yoklar.

 

Eğer sen onlardan bir ses işitirsen o ses,

onların suretine girmiş olan başka birisinindir.

Çünkü onlar kalmamışlardır ve yok olmuşlardır.

Nitekim bir duvardan ses işittiğin zaman nasıl

hayrete düşersen ve bu hal sende ne gibi bir

değişiklik yaparsa, evliyadan bir söz işittiğin

vakit de böyle olman, yani o sesi duvardan

bilmemekliğin gerekir.

 

Meselâ; bir adamı cin çarptığı zaman muhtelif dillerle

konuşur. Halbuki o adam, bu hale tutulmadan evvel,

bu dilleri bilmez ve anlamazdı.

 

Meselâ; Arapça konuşur, Kur'an'ı hiç okumamış,

ezberlememiş olduğu halde Kur'an okur.

Bunu görenler sözleri onun değil, perinin söylediğine

inanırlar.

 

Bunun gibi, bir adam çok şarap içmiş olsa, serhoşluk

halinde ve kendinden haberi olmadığı arada durmadan

bir çok şeyler söyler; akıllılar:

 

"Ondan bilmeyiniz, çünkü o söylemiyor, şarap söylüyor."

 

derler.

 

Zira peri ve şarapta öyle bir kuvvet vardır ki bunlar insanı

kendi aletleri yaparlar ve onun suretinde söz söylerler.

Fakat o söz, insanın sözü olmaz. Onların sözü olur.

 

Böyle olduğu halde insanın, perinin, yerin, göğün, arşın,

kürsînin, yaratıklar ve gerçeklerin yaratıcısı olan Allah'a,

bir insanı kendi âleti yapması ve kendi sözünü ona

söyletmesi niçin lâyık olmasın?

 

İnsan ortada yoktur ve söylediği şeyde de hiçbir dahli

olamaz.

Muhakkak ki sözler Allah'ın sözleri olur.

 

..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

..

 

Allah:

"Yeryüzüne bir halife gönderdim."

(Sûre:2 , Ayet: 28)

buyuruyor.

 

Her ne kadar bu, görünüşte yeryüzünün halifesi olsa da

hakikatte gök yüzünün de halifesidir.

Onun su ve çamurdan ibaret olan görünüşü yere mensup

olanların kıblesi ve onun nakışsız olan cemâli, canı ve gönlü

semâya mensup olanların halifesi olur.

 

Bu yüzden göğe mensup olan meleklere:

"Âdeme secde ediniz."

(Sûre: 2, Âyet: 32)

emri geldi ve Bütün melekler secde ettiler.

 

(Sûre: 15, Âyet:30)

buyrulduğu gibi bütün melekler emre itaat ve kendi

halife ve öncülerine secde ettiler.

 

Şeyh, yer ve gök yüzünde Allah'ın halifesi olur.

Yeryüzüne mensup olanların ona tâbi ve mahkûm

olması nasıl farz ise, semaya mensup olanlar için de

aynen böyledir.

 

Bu suretle yeryüzünde şeyhin ve Allah'ın halifesinin

vücudu ile yanlış, haktan; eğri, doğrudan; kötü, iyiden;

yakınlar, uzak olanlardan; tortu, saftan; kalp, nakitten;

yar, ağyardan ayrıldı.

 

Bundan evvel, bedir gibi olan şeyhin yokluğu sebebiyle

hasıl olan bir gece karanlığı içinde her şey, bir­birinin

aynı görünüyordu ve güzel ile çirkin beraberdi.

Bir bedir gibi olan şeyhin vücudu ile bütün gizli ve örtülü

olan şeyler zahir oldu.

 

Beyit:

 

Evliyanın güneşi doğunca:

"Ey karışık olan şey uzaklaş ve sâf olan, gel!" dedi.

 

Ebubekir Sıddık, Ebucehil'den;

gökyüzünde de melek, İblis'ten üstün oldu.

O âlem ve bu âlem, Hakkın halifesi olan şeyhin vücudu

ile süslendi ve onarıldı.

 

Hakikatte bunların hepsi Allah'ın işidir.

Çünkü bedir, nura Hakkın güneşi sayesinde maliktir.

Allah, şeyh suretinde Allahlık ediyor.

Bazan doğrudan doğruya, bazan vasıta ile.

Allah daha iyi ve daha doğru bilir.

 

..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

..

 

Âdem'i çamur ve su şeklinde yarattı ve onun vücudunu kendi

nurunun kadehi yaptı. İblis ve melekleri, onunla imtihan etti ve:

"Adem'e secde ediniz" diye buyurdu.

 

Onunla aşinalığı olanlar secde ettikleri aynı nuru bu kadehde

ve bu mazharda, marifetle gördüler ve secde ettiler.

Kalp ve halis ayrıldı ve İblis'in görünüşte yakın ve âşinâ

görünmesine rağmen aslında muhalif ve yabancı olduğu belli

oldu.

Adem'in vücudu, kalpı nakitten ve hakkı batıldan ayırdı.

 

Evvelâ bu iki, bir olarak göründü.

Kalp ve nakdin değeri birdi; bu tecellide ışık çoğalarak kalpları,

sâf altınlardan ayırdı. Bunun gibi acı ve tatlı taneler, gül ve diken,

yerin altındayken birdirler ve birbirleriyle omuz omuzadırlar,

"Biz ilâhi ekinleriz ve hepimiz neşvünema bulmak faaliyetindeyiz"

buyurduğu gibi.

Tatlı taneler, yer altından yüzlerini göğe doğru çevirip, toprağın

çatlağından yeşil dillerini çıkararak:

"Ey Allahm bizi zindandan kurtar ve bizim özümüzü, sırlarımızı

göster ki herkesin özü ve derecesi belli olsun", diye yalvarırlar.

 

İsrafil gibi olan bahar hamel burcundan surunu üfleyince, onun bu

hararetli nefesiyle bu taneler, toprağın mezarından dışarı çıkarlar.

 

"O günde bazı yüzler siyahlanır, bazı yüzler beyazlanır."

(Sûre:3, Âyet: 102) buyurulduğu şekilde bahçe, çayır ve çemenlerin,

tavusun kanadı gibi süslenmiş, türlü lütuf ve güzelliklerle bezenmiş

olan güzelleri cilveler yaparak meydana çıkarlar. Acı taneler de

dikenler gibi bahçelerde rüsva. olurlar.

 

Adalet terazisi, hepsinin aynı sırada olmasını, iyinin ve kötünün bir

sayılmasını doğru görmez. İyiyi kötüden ayırır; İyi şeyler, iyi kimseler

için, kötü şeyler kötü kimseler içindir.

(Sûre:24, Âyet: 26) buyurulduğu gibi bir cinsi kendi cinsiyle toplar.

Yine de Âdem'den sonra bazıları, muhakkik, bazıları da mukallit

oldular. Bazısı şaraba tapar, bazısı da kadehe tapar.

 

Adalet terazisi, cinsi, cins olmayanla toplamağa ve birbirine

karıştırmağa razı olmadığından tekrar başka bir peygamber ortaya

çıkardı. Şarapı tanıyan ve nur ehli olan kimseler kadeh değişince

yanılmadılar, bulundukları halden başka bir hale dönmediler. Âdemle

hemdem oldukları için bu peygamberi de Âdem olarak gördüler.

 

Beyit:

Âlemden maksat, Adem'in gelmesi ve Adem'den gelmesi ve

Âdem'den de maksat, o demin gelmesidir.

 

Kadehe tapanlar:

"Biz Adem'in âşıkları ve bendeleriyiz ve bu peygamber, Âdem'den

başka bir kimsedir." diye onu inkâr ettiler.

 

Bu peygamber hal diliyle:

"Ey kadehe tapanlar!

Ben aynı şarap ve aynı Adem'im, eğer ağzın ve damağın varsa

tad ve eğer bir burnun varsa kokla, gözün varsa gör, yok eğer

bunların hiçbirine malik değilsen git ve körlerin sırasında otur.

Zira Adem'i görmeden ve tanımadan ondan nasıl bahsedebilirsin?

Ben Âdem'i arıyorum, diye onu red ve inkâr ediyorsun." dedi.

 

Böylece yeniden muhakkikler ve doğru insanlar o peygamberin

etrafında toplandılar ve ona gönül verdiler.

 

Bunun üzerinden yüzyıllar geçti, tekrar onların arasından mukallitler

baş kaldırdılar. Görünüşte bir göründüler. Adalet terazisi ve fazilet

mihengi hakikî inci ile boncuğun, nakît para ile kalp paranın,

altın ile bakırın, karga ile şahinin bir olmasını ve bir sırada birbirleriyle

karışmış bulunmalarını doğru görmedi.

 

..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

..

 

Tövbe eden ve hacca gitmeye karar veren bir

adam, ailesine de dua etti.

 

Halbuki onun tövbesi daima incittiği karısının

Tanrı'ya yalvarışının hayırlı bir sonucu olmuştu.

 

Çünkü kadıncağız erken bir seher vaktinde öyle

bir ah! çekti ki, nerede ise evin damını, tavanını tutuşturacaktı.

 

O gece kocası bir düş görüyordu, hemen yerinden

fırladı, ağlamaya başladı, günahlarına tövbe etti.

 

Karısına:

 

"Artık ben aile hayatından vazgeçtim.

Yüzümü hac yoluna çevireyim, hacca gideyim diye

 

düşünüyorum ama seni böyle ayağı bağlı bırakmak

da elimden gelmiyor.." dedi.

 

Kadın şu cevabı verdi:

 

"Yabancılık günlerimizde birlikte yaşıyorduk.

Şimdi birbirimizi tanıyıp anlaştıktan sonra ayrılığın

ne yeri var?

Ben de hacca giderim!."

 

..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

'Kainat yekvücut, tek varlıktır. Her şey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının, hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir... ' (Şems-i Tebrizi)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

Yolun varmı da, yoldaş bulamadım diye feryat ediyorsun..?

Gönlüne erdinmi de, gönüldaşım nerede diye sızlanıyorsun..?

Önce kendini bir bul bakalım..!

Ayağında diken yarası olmayan,

Sinesine Gül kokusu süremez..!

 

Şems-i Tebrizi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

BAZEN UZAKLAŞMAK GEREKİR ,YAKINLAŞMAK İÇİN...

BAZEN HATIRLAMAK GEREKİR , HATIRLANMAK İÇİN ...

BAZEN AĞLAMAK GEREKİR , AÇILMAK İÇİN ...

BAZEN ANMAK GEREKİR ,ANILMAK İÇİN ...

BAZENDE SUSMAK GEREKİR , DUYMAK İÇİN ...

 

ŞEMS-İ TEBRİZİ

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 ay sonra...

Mevlana Celâleddîn-i Rumi’ye felsefecilerden bir grup geldi. Sual sormak istediklerini bildirdiler. Mevlana Hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî’ye havale etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî Hazretleri mescidde talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç sual sormak istediklerini belirttiler Şems-i Tebrîzî;

“Sorun!” buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı.

Sormaya başladı:

“Allah var dersiniz ama görünmez göster de inanalım.”

Şems-i Tebrîzî hazretleri;

“Öbür sorunu da sor!” buyurdu.

O;

“Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz sonra da ateşle ona azab edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azab eder mi?” dedi.

 

 

Şems-i Tebrîzî;

“Peki öbürünü de sor!” buyurdu.

O;

“Ahirette herkes hakkını alacak yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar karışmayın!” dedi.

Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci derhâl zamanın kadısına gidip davacı oldu.

Ve;

“Ben soru sordum o başıma kerpiç vurdu.” dedi.

 

Şems-i Tebrîzî;

“Ben de sadece cevap verdim.” buyurdu.

Kadı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı:

“Efendim bana Allahü Teâlâyı göster de inanayım dedi. Şimdi bu felsefeci başının ağrısını göstersin de görelim.”

O kimse şaşırarak;“Ağrıyor ama gösteremem.” dedi.

 

Şems-i Tebrizi;

 

“İşte Allahü Teâlâ da vardır fakat görünmez.

Yine bana şeytana ateşle nasıl azab edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı.

Yine bana;

“Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz.” dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyada küçük bir mesele için hak aranırsa o sonsuz olan ahiret hayatında niçin hak aranmasın?” buyurdu.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

Her hakiki aşk, umulmadık dönüşümlere yol açar.
Aşk bir milad demektir ;
Şayet “aşktan önce” ve “aşktan sonra” aynı insan olarak kalmışsak
yeterince sevmemişiz demektir. Birini seviyorsan onun için yapabileceğin
en anlamlı şey değişmektir!...


Şems-i Tebrizi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

''Sarılmayı bilir misin? Sahiplenmeyi,
sahiplendiğinde sadık kalmayı? Sen bilir misin aşık olmayı? Bölünebilir
misin ikilere, üçlere, gerekirse binlere?''

Şems-i Tebrizi / Makalat

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 ay sonra...

Altın olsam; değerimi herkes bilir.
Ben basit bir demir olayım...
Değerimi sadece anlayan bilsin!

- Şems-i Tebrizi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 ay sonra...

Ey gönül, sakın gama kendinde yol verme, kendini kedere kaptırma.

Cihanda, ruhen sana yakın olmayanların sohbetine katılma.

Madem ki, kuru ekmekte, tereyi yeter buluyor; bunlarla kanaat ediyorsun, el âlemin mağrur bakışlarına, bıyık bükmelerine zerre kadar değer verme.

 

Şems-i Tebrizi / Ab-ı Aşk

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 6 ay sonra...

Bu dünya hayatı ,aynadaki sırdır.
Sır,aşk ve ölümün arasındaki kıldan ince zar gibidir.

Aşk,sırrın tek anahtarı;

kilit ölümde.....

Bu dünyayı, ölmeden önce kalbimizde öldürebilirsek,aynada sır kalmaz

ve her şeyi görebiliriz..

Şems_i Tebrizi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...
Dizinde dermanın bittiği vakitte;
Gönlünde yeşeren yarındır sabır,
Yıkıldığın her an
Yok olmadığına şükret!
Yüreğine güneş koy,
Yüreğine bulut koy,...
Yüreğine yıldız koy,
Yüreğine sabır koy ve yola devam et!

Şems-i Tebrizi

 
10171285_654763574596284_795225484384067
Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

Sabır nedir?...

Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir.

Şems-i Tebrizi

 

 

1235126_513754368747176_2644798992284181

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.