Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

KENDİNİZİ AŞIN: HAYATINIZA BİRAZ BİLİM KATIN... En son bilimsel gelişmeleri takip etmek isteyip, görüşlerini burada paylaşmak isteyen arkadaşlar...


DİPNOT

Önerilen İletiler

Bilim umut ve ilhamın dilidir. Hayalgücümüzü ateşleyen bir ilham, sorulmuş 'doğru' bir soruya yol açar. Sorunun cevabını ararken de yaşadığımız dünyaya ait yepyeni şeyleri açığa çıkarırız.

 

Columbia Üniversitesi'nde Teorik Fizik Profesörü Brian Greene (¹) geçtiğimiz günlerde The New York Times gazetesinde bir makale yayınlayarak; teknolojik gelişmelerin baş döndürücü bir aşamaya geldiği çağımızda eğitim sisteminin gençleri nasıl da bilimden uzaklaştırdığına değindi.

İletişim çağında olmamıza rağmen hurafelerin ve cehaletin başdöndürücü bir şekilde etrafıızda olduğunu görüyor ve insanlığın geleceği hakkında umutsuzluğa kapılıyoruz.

Oysa insanlığın bu gezegendeki macerası bütün ihtişamıyla sürüyor. Aydınlanma çağından başlayan 'insan aklının yücelişi' bazen kesintilere uğrasa da insanlık için umut olmayı sürdürüyor.

Profesör Greene'nin makalasinin geniş bir özetini aşağıda dikkatinize sunuyoruz.

Bilim ve fen denince hepimizin aklına teknolojik yenilikler geliyor. Her ne kadar teknolojinin ilerlemesi hayatımızı kolaylaştırıyorsa da, gene de 'bilim adamları' imajından bazen ürküyoruz. Beyaz önlükler giymiş bir takım insanların laboratuarlara girip ne olduğunu pek de anlayamadığımız şeyler üzerinde çalışmaları 'bilim' denen olguyla aramıza biraz mesafe koymamıza neden oluyor.

Ya da belki durum bunun tam tersidir: Bilimden ve bilim adamlarından biraz uzak durmayı tercih ediyoruz çünkü eğitim sistemimiz 'fen bilgisini' bize oldukça nahoş şekillerde verdi. Oysa doğanın, fiziğin ve biyolojinin kurallarını kendi hayatımızı daha verimli yaşayacak şekilde benimsemiş olsaydık belki de insanlık bugün bambaşka bir yerde olurdu.

Cep telefonlarımız, iPod'larımız, bilgisayarlarımız, Internet'imiz, LCD televizyonlarımız, uydu bağlantılarımız ve son model arabalarımız sayesinde bilimsel gelişmeler (ve onun sonucu olan teknoloji) hayatımıza girmiş durumda. Tıptaki gelişmeler sayesinde yaşam kalitemiz kelimenin gerçek anlamıyla da yükseldi. Ama bir anlamda 'işi bilim adamlarına havale etmeye' o kadar alıştık ki dünyamızı tehdit eden iklim değişikliği, global ısınma, salgın hastalıklar, giderek azalan doğal kaynaklar ve ufukta beliren açlık tehlikesi karşısında da "Nasıl olsa bilim adamları bir çaresine bakar.." rahatlığı içindeyiz.

Oysa son tahlilde hükümetleri ve bilimsel çevreleri belli bir konuda düşünmeye ve çözüm aramaya iten ana unsur, kamuoyu baskısıdır. Kamuoyundan gelen bilinçli bir talep olmadıkça dünyadaki önemli sorunlara sağlıklı ve kalıcı çözümler bulmak mümkün olamayacak gibi görünüyor.

Bilim denen olgunun en önemli işlevi bu noktada ortaya çıkıyor. Bilim bize bir perspektif sunar. Bizi kafa karışıklığından kurtarır ve güvenilir sonuçlara bizi ulaştırır. Bizi çevreleyen sorunları anlamamızı ve görmemizi sağlar.

Düşünce yapımızı dönüştürmek ve bilmin bize anlattığı şeyleri kavramak için yüksek bir zeka düzeyi veya eğitim illa ki gerekli değil. Samimi bir ilgi ve merak duyduğumuz sürece biz insanların kavrayamayacağı şey yok.

Sanıyoruz ki bilim dediğimiz şey sadece sınıflarda veya laboratuarlarda yapılır. Kapalı bir odaya girip çalışan bilim adamları birden dışarı çıkıp bize 'muhteşem' bilimsel gelişmeleri anlatmaya başlarlar.

 

UMUT VE İLHAMIN DİLİ

İşin gerçeği, bilim umut ve ilhamın dilidir. Hayalgücümüzü ateşleyen bir ilham, sorulmuş 'doğru' bir soruya yol açar. O sorunun cevabını ararken de yaşadığımız dünyaya ait yepyeni şeyleri açığa çıkarıveririz. İşte bilimin özü budur. Zaten bu yüzden Albert Einstein "Hayalgücü bilgiden önemlidir" demişti.

Belki de bilim, sizin hayatta ilginizi çeken bir olgu değildi. Fen bilgisi dersini hiç sevmemiştiniz. Ama düşünün: Bilimden yoksun geçen bir hayat, tıpkı müzikten veya sanattan veya edebiyattan yoksun geçen bir hayat gibidir. Eksiktir.

Her ana-baba bilir ki, çocuklar 'bilinmeyeni' merak etmek ve araştırmak güdüsüyle dünyaya gelirler. Daha yürümeye ve konuşmaya başladığımız andan itibaren etrafımızdaki şeylerin ne olduklarını ve nasıl çalıştıklarını anlamaya çabalarız. Yani hepimiz hayata minik bilim adamları olarak başlarız.

Aradan geçen zaman için pek çoğumuz bu merak duygumuzu yitiririz. Ya da daha kötüsü, etrafımızdaki kişiler ve koşullar yüzünden 'anlamak ve öğrenmek' merakımızdan vazgeçeriz. Ne büyük bir kayıptır bu!

Öğrencilerde merak ve öğrenme isteğini teşvik etmek ve sürekli canlı tutmak konusu uzun süredir eğitimcileri meşgul eden bir soru. Bu amaca ulaşmak için çeşitli çözümler ve teoriler de ileri sürülüyor.

Belki de sorun doğrudan pedagojik paradigmalarımızda yatmakta: Öğrencilerin B aşamasına geçebilmeleri için A aşamasını tamamlamaları gerektiğin öngörüyoruz. Böylece bilimsel kavrayışın 'dikey' bir doğası olduğunu varsayıyoruz. Oysa bilim, teknik detayların üstüste dizilmesinden çok daha başka, çok daha üstün bir şeydir.

Doğru bir şekilde anlatılıp gösterilebilirse bilimsel yenilikler, teoriler ve gelişmeler öğrencilere çok daha net ve doğru şekilde aktarılabilir. Ancak bu sayede genç öğrencilerin merak duygusunu ve öğrenme isteğini canlı tutabiliriz.

Bilim, bütün macera hikayelerinin en görkemlisidir. Binlerce yıldır kendimizi ve çevremizi öğrenmek için çalışıyoruz. Bu yolda çok uzun bir mesafe katettik. İnsanlığın yaşayageldiği bu ortak macerayı genç nesillere de doğru ve net bir şekilde aktarmamız gerekiyor.

Dünyamıza bakmak, ve bizi birbirimizden ayırdığını zannettiğimiz herşeyin üstünde yer alan evrenin harikalarını görmek..

İşte bu her çocuğun hakkı ve her yetişkinin de ihtiyacıdır.

 

______________________________________________________________________

 

DİPNOT...

¹)-TednaeU6AEm.jpg

Teorik fizik dalında dünyaca ünlü profesör Brian Greene,

1996 yılından beri Columbia Üniversitesi'nde. '

The Elegant Universe' ve 'The Fabric of the Cosmos'

gibi kitaplarıyla evrenin oluşumuna dair teorileri

herkesin anlayacağı bir dilde anlatıyor.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kilise'den Darwin'e 126 yıl sonra özür...

d.jpg

Bugün Hıristiyan dünyası için tarihi bir gün! İngiliz Kilisesi, evrim teorisinin sahibi Charles Darwin’den (1809-1882) teorisini yanlış anladığı için özür dileyecek. Özür Darwin’in büyük büyük torununa iletilecek. Bundan 126 yıl önce Darwin, teorisini açıklamıştı. O dönemin Canterbury piskoposu Dr Rowan Williams, böyle bir olayın söz konusu olamayacağını açıklamıştı. Dünyanın 7 günde yaratıldığının dışında hiçbir fikri benimsemeyen İngiliz Kilisesi, Darwin’i yerden yere vurmuş, aşağılamış ve Kilise’ye yakın bilim çevrelerinde alay konusu olmuştu.

 

İLK ÖZÜR DEĞİL

Ancak, bu durum ilk değil! 1992 yılında da Vatikan Kilisesi’nden Papa 2. John Paul, dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneş çevresinde döndüğünü söyleyen Galileo’dan özür dilemişti. Papa, “Galileo’ya Kilise tarafından reva görülen muamele haksız ve insafsızcaydı” demişti.

KİLİSE: Maymundan gelmedik!

EVRİM teorisi, canlı türlerinin nesilden nesile kalıtsal değişim gösterdiği üzerine kuruludur. Bu teoriye göre hayvanlar, bitkiler ve diğer tüm canlıların kökeni kendilerinden önce yaşamış türlere dayanır. İnsan ve maymunun ortak atalardan geldiğini savunur. Kilise, bu teoriyi asla kabul etmedi. Ayrıca, gelişmiş ülkeler seviyesindeki 32 ülkeyi içeren bir çalışmada, ‘evrimi doğru kabul edenlerin oranı’ yüzde 27 ile en düşük Türkiye’de bulunmuştu.

 

DİPNOT...

(¹)- http://www.aksam.com.tr/haber.asp?a=129867,5

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Şimdi bilimsel yaklaşımdan bahsedip konuyu bir anda kilise-darwin meselesine getirmek beni başlığa yazma konusunda şüpheli duruma düşürdü...

 

Ama yine de özellikle vurgulanmasına ihtiyaç duyulan "bilgi sevgisi", "merak", "arayış" gibi meselelerin varlığı da beni yazmaya zorladı...

 

Günlük konuşmaların bilimsel-felsefi konuşmalardan çok keskin bir biçimde ayrılması ve insanların bilim-felsefe algılayışlarındaki yanılgılar yeni bir bilim-felsefe seçkin zümresi meydana getiriyor sanırım; öyle ki bu seçkin zümreye dahil olanlardan da bazıları hallerinden çok memnun bir şekilde yanlış algılamaya katkılarını sürdürüyorlar...

 

Özellikle ülkemizden bakarsak bugün bilimi putlaştıran felsefeyi başıboşlaştıran yaklaşımlar nedeniyle halkımız da "aman çocuk kafayı mı yesin; aman dinden mi çıksın" biçiminde tepki gösterebilmektedir...

 

Halbuki her işte bu işi farklı yöntemlerle yürütecek insanlar vardır; işte bu forumda da hakkında başlık açtığım sayın Abdüsselam gibi bu yanlış algılamaları yıkan bilim insanlarından da çok vardır ve gerçekten bilim-felsefe işi kendilerince bilim-felsefe putları oluşturmak isteyenlerin tekelinde olmak zorunda değildir...

 

Bilenle bilmeyenin bir olmayacağını; bize verilen akılla doğruca düşünmenin gerekliliğini hepimiz kabul etmeliyiz...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Dinde bilimin yerini irdelemek,bunu Kilise ve Darvin ile açıklamak bana da ilginç geldi.Kaldı ki bilimi,bilimadamını yok sayan Kilise ile açıklanacak ise bu şunu derim;ortaçağ zihniyeti bırakın bilimi yok saymayı para ile cennetti satıyordu.Bu zaten başlı başına bir cehallettir.

 

Darwinizm,bugün put haline dönüştürülen bir din olma yolunda;o ayrı.Yalnız ben din(gerçek anlamda din ama) bilimi yok sayıyor gibi yaklaşımlara da ''olmaz be '' derim.İslam dini için konuşayım;eğer bu din,bilimi ve gerçeği hayal dünyası ve doğmalarla yok sayıyorsa;o zaman gözümü kapatmadan yanlış derim.Ama İslam kitabı;insanı akıl yolu ile ALLAHı bulma noktasında teşvik eder.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Şimdi bilimsel yaklaşımdan bahsedip konuyu bir anda kilise-darwin meselesine getirmek beni başlığa yazma konusunda şüpheli duruma düşürdü...

 

Ama yine de özellikle vurgulanmasına ihtiyaç duyulan "bilgi sevgisi", "merak", "arayış" gibi meselelerin varlığı da beni yazmaya zorladı...

 

Günlük konuşmaların bilimsel-felsefi konuşmalardan çok keskin bir biçimde ayrılması ve insanların bilim-felsefe algılayışlarındaki yanılgılar yeni bir bilim-felsefe seçkin zümresi meydana getiriyor sanırım; öyle ki bu seçkin zümreye dahil olanlardan da bazıları hallerinden çok memnun bir şekilde yanlış algılamaya katkılarını sürdürüyorlar...

 

Özellikle ülkemizden bakarsak bugün bilimi putlaştıran felsefeyi başıboşlaştıran yaklaşımlar nedeniyle halkımız da "aman çocuk kafayı mı yesin; aman dinden mi çıksın" biçiminde tepki gösterebilmektedir...

 

Halbuki her işte bu işi farklı yöntemlerle yürütecek insanlar vardır; işte bu forumda da hakkında başlık açtığım sayın Abdüsselam gibi bu yanlış algılamaları yıkan bilim insanlarından da çok vardır ve gerçekten bilim-felsefe işi kendilerince bilim-felsefe putları oluşturmak isteyenlerin tekelinde olmak zorunda değildir...

 

Bilenle bilmeyenin bir olmayacağını; bize verilen akılla doğruca düşünmenin gerekliliğini hepimiz kabul etmeliyiz...

 

 

Dinde bilimin yerini irdelemek,bunu Kilise ve Darvin ile açıklamak bana da ilginç geldi.Kaldı ki bilimi,bilimadamını yok sayan Kilise ile açıklanacak ise bu şunu derim;ortaçağ zihniyeti bırakın bilimi yok saymayı para ile cennetti satıyordu.Bu zaten başlı başına bir cehallettir.

 

Darwinizm,bugün put haline dönüştürülen bir din olma yolunda;o ayrı.Yalnız ben din(gerçek anlamda din ama) bilimi yok sayıyor gibi yaklaşımlara da ''olmaz be '' derim.İslam dini için konuşayım;eğer bu din,bilimi ve gerçeği hayal dünyası ve doğmalarla yok sayıyorsa;o zaman gözümü kapatmadan yanlış derim.Ama İslam kitabı;insanı akıl yolu ile ALLAHı bulma noktasında teşvik eder.

 

Öncelikle ve çok kısa bir açıklama...

Hiçbir bilim veya bilim adamı Önceden belirlenmiş fikirlerle düşünmezler...

 

Şimdi gelelim konumuza...

Her zaman olduğu gibi ünümüzde Modern inancli kesimin en onemli mazeretlerinden biride, din ile bilimin karsilikli bagdasabildigidi ve bilimin buluslarinin dinlerin cesitli iddialarini kanitladigidir.

Kaldıkı burada bilimin bulgularinin, inancı kanitladığını iddia eden kimselerin, cesitli yollardan yine sadece kendi inanclarını dogruladigina sasirmamak lazım. ;)

Hayrı ca da her nedense Bu iddiada bulunan eden kimseler, bu sekilde bilim ve bilimsel metodlara basvurduklarini israrla belirteceklerdir/belirtmektedirler...

Son olarak;

Size küçüçük bir soru; "Dininizin dogru olmadigina ikna olmak icin, ne tur bir bilimsel yahut rasyonel delili kabul ederdiniz?"

 

____________________________________________

Bu arada düşüncelerimizin ne kadar aklı olduğuna dair güncel bir hatırlatma...

bu yıl The God Delusion'ı görünce raflarda birden Gen Bencildir'i hatırladım... Richard Dawkins... Bir bilim adamı... Hayatını bilimsel gerçekleri çözmeye adamış bir bilim adamı. Çok konuşuldu The God Delusion üzerine... Çok yazıldı, çok çizildi... AIHM bile başvurulmuştu, kitabın inançlara saldırdığı yolundaki iddia ile. Beraat kararı çıkmıştı...

Mahkeme kararı mı? Mahkemeyi kim tanır - pardon başkasının mahkemesini kim tanır olacaktı...

Çünkü kendi mahkemeleriyle karar alıp sitesine erişimi yasaklayıverdi Türk hükümeti...

Kim mi bu hükümet...

Dinci AKP zihniyeti...

Varın gerisini siz düşünün...

..................................

Bu arada unutmadan..

Yapabiliyorlarsa bilimi yasaklasınlar bu ülkede.

Yapabiliyorlarsa öğrenmeyi, düşünmeyi yasaklasınlar...

Yapamazlar değil mi?

Ya yapabilirlerse peki....

___________________________________________

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BİLİMSEL HABERLER...

  1. İnsan vücudunun hareketi elektrik enerjisine çevrilerek cep telefonları şarj edilebilecek.
  2. İnsan vücudunun hareketi elektrik enerjisine çevrilerek cep telefonları şarj edilebilecek.
  3. Görünmezlik sağlayan elbise geliştirildi. Radyasyon ve elektromanyetik dalgaları geçirmeyen elbise 500 dolardan satılıyor.
  4. Biz konuşacağız bilgisayar yazacak:Türkçe konuşmayı bilgisayarlara aktarabilecek teknoloji kısa bir süre sonra satışa çıkıyor.
  5. Japonlar akıllı DNA yaptı..Japon bilim adamları, yapay zeka özelliği gösteren DNA molekülü yaptı.DNA yapılarının olağanüstü bilgi saklama özelliğini ele alan araştırmacı Masahiko Inouye ve arkadaşları, DNA'nın hücrelerin gelişmesi ve çalışması gibi bilgileri de içeren dört temel yapısı üzerinde çalıştı.Yüksek teknolojili DNA sentezleme cihazı kullanan araştırmacılar, DNA yapısında bulunan dört temel yapıyı tek yapı hale getirerek büyük bölümü yapay olan dünyanın ilk DNA molekülünü geliştirdiler.Bu molekülün gelecekte gen tedavisi, nano ölçekli bilgisayarlar ve yüksek teknoloji gerektiren diğer çalışmalarda kullanılabileceği belirtiliyor.
  6. Yine Japonlar su ile çalışan otomobil üretti...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sayın Dipnot;

 

hiçbir bilim öngürü değildir ama ayrıca hiçbir bilim diğer bilgilerden bağımsız değildir.

 

bilimi diğer bilgilerden soyutlayamayacığımız gibi onu dinden de soyutlayamayız.

 

dinde içinde bilimsel verileri taşıyabilir.

 

ki evrensel ise taşımalıdır.

 

ve sorunuza gelince ne zaman ki bilim yaşadığım dünyanın oluşumuna kesin cevaplar verecekse,ne zaman ölümü kaldıracaksa,ne zaman insan acizliğini yok edecekse ve ne zaman ki duygularıma kadar inecekse o zaman ben de dinin doğru olmadığına ikna olurum.

 

saygılar!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Her şeye siyaseti karıştırmaktan ve her yeri siyasi çıkar çatışması için alan yapmaktan kurtulmadan bilimsel yaklaşımdan bahsedemeyiz...

 

Bir de bilim adamları anadan doğma bakıp da her şeyi öğreniyor değiller; bilimde paradigmalar vardır teoriler vardır, insanlara bilimi bizden bağımsız bir iş gibi göstermeye lüzum yoktur...

 

Ayrıca burada dinimizi de konuşmuyoruz; hangi akla hizmet bizim inancımız tartışma konusu edilir anlamak mümkün değil(mi!!!)...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Boyle bir konu basligi actigi icin oncelikle dipnotta tesekkurler ederim

Aslinda biraz dusunursek bugune kadar bilimi Cussesi kalin insanlar surekli kendi tekelinde olduklarini iddia etmislerdirki bu halende gunumuzde ozellikle bizim ulkemizde avrupadan daha fazla bir sekilde gorunmektedir aslinda bilim insanliga hizmetten baska birsey degildir bugun bilim olmasaydi insanlar en ufak bir enfeksiyonda dahi hayatini bos yere yok edecekti oyleki gunumuz turkiyede halen bilime karsi koyan ve halen ufurukculerle dertlerine derman arayan insanlar vardir.. Bugun bilim adamlari ilaclari neden yapmakta bitkilerden bu bitkiler yanlis kullanildigi taktirde buyuk hasarda etki birakacak tartibatlara yol acilmaktadir bir adam bosunami universiteye gidip okadar kitabi okuyor eger okadar kolay olmus olsaydi bugun herkes bir doktor bir fizikci bir kimyager olurdu en basit ornegi turkiyede parasi olan herkes muhendis oluyor ve sonuclarinida en son 17 agustosta gorduk..

Ayrica kilisenin Darwinden ozur dilemesi cok ama cok gec kalinmis bir ozurdur zaten darwinin torunlarida bu ozuru kabul etmemislerdir.. Aslinda darwinin evrim teorisindeki ama yeryuzundeki canlilari siniflandirmakti bugun bu teoriyi darwin bulmamis olsaydi bilim nekadar ilerleyecekti..

Bu arada dipnotun yazisina bir sey eklemek istiyorum dunya yuvarlak degildir elipsidir :)

saygilar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Boyle bir konu basligi actigi icin oncelikle dipnotta tesekkurler ederim

.......

Bu arada dipnotun yazisina bir sey eklemek istiyorum dunya yuvarlak degildir elipsidir :)

saygilar

Bendende saygılar sayın yakisikli... :)

 

Bu arada bir kitaptan bahsedeceğim...

Gerçekten ilginç...

Ve düşünebilen, araştırabilen, sorgulayabilenler için oldukça faydalı bilimsel bir araştırma...

Kitap şu...

TANRI: BAŞARISIZ HİPOTEZ...

 

godthefaildhypothesis1-197x300.jpg

Fizik ve astronomi profesörü Victor J. Stenger’ın God: The Failed Hypothesis aldı kitabı tanrının varlığı konusunda yazılmış ve bu konuyu bilimsel açıdan inceleyen en başarılı kitaplardan biridir. Tanrının varlığına inanın ya da inanmayan, aklınızda sorular, şüpheler olsun ya da olmasın, bu kitabı okumanızı ve bilimin bu konuda neler söylediğini, bilimsel delillerin neyi gösterdiğini, neye işaret ettiğini, hangi argümanları desteklediğini bir fizik ve astronomi profesörünün kaleminden okumanızı tavsiye ederim. Kitabı internette e-kitap olarak bulmanız mümkün. Mesela buradan kitabı indirebilirsiniz. Ama benim tavsiyem kitaba biraz göz atmanız ve eğer beğenirseniz, olanağınız da varsa kitabı Amazon’dan sipariş etmenizdir.

 

Aslında bu kitabı Stenger’ın 2003 yılında yayımlanan ve Türkçe’ye Bilim Tanrı’yı Buldu mu? adıyla çevrilmiş olan Has Science Found God? adlı kitabının devamı, bir adım ileri taşınmış hali olarak görmek mümkün. Her ne kadar çevirisini beğenmemiş olsam da bu kitabı da edinip okumanızın faydalı ve oldukça bilgilendirici olacağını düşünüyorum.

 

Richard Dawkins’in Tanrı Yanılgısı‘nın başına gelenleri gördükten sonra hangi yayımcı kitabevi bu işe girişmek ister bilmiyorum ama God: The Failed Hypothesis Türkçe’ye Tanrı: Başarısız Hipotez olarak, konuya hakim ve yaptığı işin hakkını verecek biri tarafından çevrilirse çok güzel olurdu. Ama ben bunu beklemeden kitaptan bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Aslında paylaşmak istediğim o kadar çok bölüm var ki onun için bunları parça parça aktaracağım. Bu yazımda Mümkün Olan ve Olmayan Tanrılar (Possible and Impossible Gods) başlıklı 9. bölümde Stenger’ın sunduğu Tanrı hipotezine destek sağlayacak varsayımsal gözlemleri sizlerle paylaşacağım. Yapacağım şeyin tam bir çeviri olmadığını, anlatılmak istenen şeyi en uygun Türkçe ile ve net ifadelerle anlatmaya çalışacağımı en baştan belirtmek isterim. Birkaç yerde de açıklama amaçlı olarak köşeli parantez içinde ve italikli font ile kendi açıklamamı ekledim.

 

Tanrı Hipotezine Destek Sağlayacak Varsayımsal (Hipotetik) Gözlemler

  • Tamamen doğal süreçlerin evreni oluşturmak için yetersiz olduğu kanıtlanabilirdi. Mesela evrenin ölçülen kütle yoğunluğu, evrenin tam da sıfır enerji (bunun hiçliğin enerjisi olduğunu varsayıyoruz) konumundan başlaması için gerekli olan değerde çıkmayabilirdi. Bu, evrenin oluşması için enerji korunumunun ihlal edilmesinin yani bir mucizenin gerekli olduğu anlamına gelirdi.
  • Tamamen doğal süreçlerin evrendeki düzeni oluşturmak için yetersiz olduğu kanıtlanabilirdi. Mesela evrenin genişlemediğini ve bir gök kubbe (İncil’de ifade edildiği gibi) olduğunu düşünün. Termodinamiğin 2. kanunu evrenin geçmişte hep olabilecek maksimum değerinden daha düşük entropiye sahip olmasını gerektirecekti. Bu durumda eğer evrenin bir başlangıcı varsa, bu başlangıç dışardan empoze edilmiş bir düzen olmalıydı. Evrenin başlangıcı olmasa bile yani geçmişte sonuza kadar gidiyor olsa bile yine de devamlı artan düzenin kaynağını açıklamamız gerekirdi. [burada kullanılan "firmanent" kelimesi Kuran'daki "sema" yani gök ile aynı anlamdadır. -dv]
  • Tamamen doğal süreçlerin Dünya’nın kompleks yapısını oluşturmak için yetersiz olduğu kanıtlanabilirdi. Mesela Dünya’nın yaşının evrim için çok kısa olduğu ortaya çıkabilirdi. Basit şüreçlerin kompleks yapılar oluşturamayabilirdi.
  • Evrimi yanlışlayan kanıtlar bulunabilirdi. Fosiller evrimle izah edilemeyecek şekilde tarihsel sıralanıştan yoksun olabilirdi. Canlıların tamamı aynı genetik şemaya dayanmayabilirdi. Geçiş türleri gözlemlenmeyebilirdi.
  • İnsan hafızası ve düşünceleri bilinen fiziksel süreçlerle mantıklı bir şekilde açıklanamayan deliller sunabilirdi. Bilim zihnin fiziksel olarak mantıklı bir şekilde açıklanamayan sıradışı güçlerinin varlığını belirleyebilirdi. Bilim sonraki yaşamla ilgili tatmin edici deliller ortaya çıkarabilirdi. Mesela öldüğü kesinleşmiş birinin bilmesi mümkün olmayan ve daha sonradan doğruluğu ortaya çıkan bazı bilgilerle birlikte yaşama dönebilirdi. [bunun teolojik bir temeli olup olmaması önemli değil. Bunlar olabilecek ve olduğu takdirde Tanrı hipotezine destek sağlayacak şeylerdir. -dv]
  • Vahiy ile elde edilen bilgilerin doğrulanmasıyla fiziksel olmayan bir haberleşme kanalının varlığı deneysel olarak onaylanmış olurdu. Mesela bir insan Tanrı’dan aldığı vahiy ile Dünya’nın sonunun tam tarihi öğrenebilir ve daha sonra bu olay gerçekleşebilir. [burada anlatılmak istenen şey normal olarak sahip olunması mümkün olmayan bilgilerin vahiy ile elde edilmesinin Tanrı hipotezine destek sağlayacağıdır. -dv]
  • Dini metinlerdeki mucizevi olayların ve anlatılan hikayelerin doğruluğunu gösteren fiziksel ve tarihsel deliller elde edilebilirdi.
  • Boşluğun mutlak olarak dengeli (stabil) olduğu ve böylece hiçbir şeyden ziyade birşeylerin varolması için bazı aksiyonların olması gerektiği ortaya çıkabilirdi.
  • Evrenin insan yaşamı için çok uygun olduğu ve böylece insan yaşamı temel alınarak yaratılmış olması gerektiği sonucuna varılabilirdi. İnsanlar kıtalar arasında dolaşır gibi gezegenler arasında dolaşabiliyor ve diğer tüm gezegenlerde yaşam desteği için birşeye ihtiyaç duymaksınız yaşayabiliyor olabilirdi.
  • Doğa olayları nötral matematiksel kanunlardan ziyade bazı ahlaki kurallara uyuyor olabilirdi. Mesela yıldırımlar genelde kötü, ahlaksız insanları çarpıyor; kötü davranışlar sergileyen insanlar daha sık hasta oluyor; rahibeler uçak kazalarından sağ kurtuluyor olabilirdi.
  • İnananlar inanmayanlara göre daha yüksek ahlakı değerlere ve bazı diğer ölçülebilir üstün değerlere sahip olabilirdi. Mesela hapisler ateistlerle doluyken inananlar mutlu, refah içinde sevgi dolu aileleriyle yaşıyor olabilirdi.

Ama bunların hiçbiri olmadı. Tanrı hipotezi elimizdeki verilerle onaylanmadı. Aslında bu hipotez eldeki verilerle güçlü bir şekilde çelişmektedir.(Victor J. Stenger, God: The Failed Hypothesis, s. 231-233)

 

 

 

 

____________________________________________________________________

 

 

 

 

 

 

 

Kaynak; Da Vincihttp://www.bilimfelsefedin.org/?p=16

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kaçacak yer yok!...

İzleniyoruz, dinleniyoruz, takip ediliyoruz... Ofiste kullandığımız bilgisayarımız, yazışmalarımız, tıkladığımız her sayfa, baktığımız her resim yerimizi, duruşumuzu ve mahremiyetimizi deşifre etmek için kullanılıyor. Kapitalist sistemin son numarası, şirketlerdeki “performans raporlamaları” ise çalışanların bilgisayar üzerindeki tüm hareketlerini takibe alıp, mahremiyet sınırlarını aşıyor.

 

Bilgisayarlardan evde de işte de uzak kalamıyoruz, ama bu yakın iş arkadaşları sır tutmayı pek de bilmiyor. Elbette suçlu onlar değil, ama bilmemiz gereken mahremiyetinizin özellikle ofisteki bilgisayarınızda ihlal ediliyor olduğu. Çünkü ister iş performansımız ister de kişisel çıkarlar için olsun bilgisayarlarımız izleniyor. Geçen yıl Amerika’da yapılan bir araştırmanın sonuçları da bunun kanıtı. Sonuçlar vahim, araştırmaya katılan patronların, çalışanlarının ziyaret ettiği siteleri izleme oranı yüzde 76. Patronların yüzde 50’si çalışanlarının özel dosyalarına da ulaşırken, yüzde 35’i özellikle e-posta yazışmalarını takip ediyor. Hatta araştırmaya konu olan şirketlerin yüzde 23’ünde bu takipler sonucu işten çıkarmalar da yaşanmış. Türkiye’de böyle bir araştırma henüz yok, ama işin içindekiler durumun ciddiyetinin farkında.

Ofiste bilgisayardaki kişisel mahremiyet tüm dünyada davalara da konu olmuş durumda, ama kanunlar şu an için bir sonuç vermiyor. Patronlar çalışanlarının zamanlarını nasıl “değerlendirdikleri” konusunda meraklanmaya başlayınca ilk başvurdukları yer ağ yöneticisi olan bilgisayar oluyor. Kimi şirketlerde bu iş için departmanlar bile kurulmuş. BBG odası da denilebilecek güçte yazılım ve donanıma sahip bu odada bilgisayar kullanan her çalışanın bıraktığı izler takip edilebiliyor. Patronun çalışanının mahremiyetini izlemesi artık meşru ve gerekli görülüyor. Elbette bilgisayarların izlenmesi yalnızca patronların yaptığı bir şey değil, yetkin bilgilere ve yeterli mahrem merakına sahipseniz istediğiniz kişinin e-postası ya da chat programındaki yazışmaları, internet bankacılığı işlemlerini görmeniz mümkün.

Ben de ise son noktayı başka bir şirketteki arkadaşıma e-posta ile bir yemek teklifi yaptığımda bana geri dönüp “iş dışındaki konuları buradan konuşmayalım, tüm yazışmalarımız kontrol ediliyor” demesi koydu. Sonra da epey kafama takılan bu soru bu yazıya konu oldu. Önce çevremdekilerle konuştum, meğerse pek çoğunun başından bu tür sevimsiz olaylar geçmiş. Sonra da gazetenin “bilgisayar sistemi” servisine çıkıp kafamdakileri sordum. Yanıtlar korkutucuydu, kullandığım bilgisayardaki her türlü bilgi, yazışma ya da internet üzerinden kullandığım şifreli alanlar onlardan bağımsız değildi. Elbette bu bir “iç güvenlik” hadisesiydi. Sistem servisindeki arkadaşımın bana son sözü ise “internette ve işteki bilgisayarında bilgin düzeyinde güvendesin, yani ne kadar çok bilgi o kadar mahremiyet” oldu.

Gilbert K. Chesterton “neden açıldığını bilmediğiniz bir kapıyı sakın kapatmayın” diyordu, evet 21. yüzyıl internetin sayesinde tüm kapıları açıp, sınırları kaldırdı. Peki ya şimdi, neden açıldığını bildiğimiz bu kapıyı nasıl kapatacağız? Biz de konuyu McAfee Secure (Kurumsal internet güvenliği üzerine çalışan, bir Amerikan firması) Türkiye Temsilcisi İnan Taptık ve bu durumdan mustarip olanlarla konuştuk.

 

İzlemenin adı “Performans raporlama”...

 

- Şu aralar pek çok kişi “dinlenme ve izlenilme” paranoyası yaşıyor. Cep telefonu, internet derken işin bir de çalışma ortamı boyutu var. Yani ofiste kullandığımız bilgisayarlar da izlenmeye açık. Siz de internet ve ağ güvenliği konusunda tecrübelisiniz. Bu durum düşündüğümüz kadar vahim boyutlarda mı?

Denetimlerimizin sonucunda çıkanlar şaşırtıcı, zaten otoritenin çalışanlarının bilgisayarlarını büyük ölçüde izlediğini biliyoruz, ama çalışanların birbirini izlemesi bizi epey şaşırttı. Türkiye’deki büyük şirketlerin denetimleri sırasında yüzde 50’inden fazla bir oranında bu tür izleme programlarını tespit ettik, ama bunların yüzde onu otorite izlemesiydi, yari geriye kalanı çalışanların ve dışarıdan izlemelerdi.

 

- Kişisel izlemeler sizce niye bu kadar çok?

Bu oryantal kültüre sahip olmamızın getirdiği bir şey, çünkü biz dedikoduyu, konuşarak üretmeyi seviyoruz. Bu toplumsal bir alışkanlık ya da zafiyet, hepimizde var. Biz, bizi ilgilendirmeyenleri bilmeyi, ortaya çıkarmayı, onlar üzerinden konuşmayı çok seviyoruz. Bunu yaymayı da görev biliyoruz. Hani derler ya bir şeyi iki kişi biliyorsa o sır olmaktan çıkar, hele onu bilen bilgisayarsa o ikinci kişiden çok çok öte bir varlık. Mahremiyet düşkünlüğü gerçekten de önemli sorun. Sanal ortamın meşruculaştırıcılığı da bu işi kolaylaştırıyor.

 

- Siz böyle bir örnekle karşılaştınız mı?

Evet, mesela firmadan ayrılan birisi ayrılmadan önce tüm bilgi akışını izleyen bir program yükleyip gitmiş. Biz de bu yazılımın farkına vardık, yönetime götürdük, habersiz olduklarını söylediler. Araştırınca gördük ki bu program şirket ortaklarının birinin evlilik dışı ilişkisine dair tüm internet yazışmalarının, ofis içi iletişimin kayıtlarını tutmuş. Hatta bu bilgiler ile iş tehdit ve şantaja kadar da gitmiş.

 

- Bu casus yazılımlarla bilgisayarlardaki hangi bilgilere ulaşılabilir?

Aklınıza gelebilecek her şeye! Bilgisayarın masaüstünü rahatlıkla görebilir, sistemin açılış ve kapanışlarını, hangi programları çalıştırdığınızı, neleri değiştirdiğinizi, hangi web sitelerine girip, neler indirdiğinizden, bankacılık işlemlerinizdeki şifrelerinize kadar her şeye ulaşmaları mümkün. Yani klavyeye her dokunuşunu izlemeleri ve kaydetmeleri olanaklı. Bunlara hem dışarıdan bir bilgisayardan hem de sunucu üzerinden ulaşmaları olanaklı.

 

- Sıradan bir kullanıcı bunun nasıl farkına varabilir?

Bunu anlamanız oldukça zor, burada bir sürü program var ve bunlar virüs de değil. Bunlardan biri de yerli bir yazılım. İsmi “Sentinal Professional”. Hatta 11 dilde yapılıp başka ülkelere de satılıyor. “Net Vizer”, “Net Spy”, “E Blaster”, “Spector Pro” isimli pek çok program daha var. Hepsinin farklı etkin edilme kodları var. Yani bu programları görebilmek için şifreli tuş kombinasyonlarını bulup onları görünür hale getirmek gerekli. Ticari olarak satılan 100’ün üzerinde lisanslı, 30-40’ta internet üzerinden ücretsiz indirilebilen programla bu izlemeyi yapmak mümkün.

 

- Bu programların en önemli özelliklerinden biri de sanırım “performans raporları”. Yani çalışanların bilgisayarlarındaki her hareket belli kategorilere göre sınıflandırılıp raporlanıyor. Bu ne kadar insani bir çalışma değerlendirme sistemi?

Ben bunun insan haklarına aykırı olduğunu savunuyorum, insan gibi düşünen herkes için de bu böyle olmalı, ama bu işin yaptırımları konusunda, yani mimlenme ve izlenme konusunda yaptırımlar ne olur onu da bilemiyorum. Bir yandan da şu kamusal alan derdi var, yani “burası işyeri, burada yaptığın ve yarattığın her şey bana ait” diyor şirket, yani siz şirkete aitsiniz. Bilgisayarlarınız da ona ait, işte geçirdiğiniz zamanda. Bu yüzden sizin özel hayatınız da dahil her şeyinizi izlemesi onlar için çok meşru bir davranış. İş ve ofis bilgisayarlarının izlenmesi etik değil, yasak, ama yaptırımı yok. Türkiye’de de insan hakları.gov.tr diye bir yer var, ama o da başbakanlığa bağlı, yani siz şimdi nereyi nereye şikâyet ediyorsunuz. Bu biraz ironik bir durum. Yani bu bir sivil toplum örgütünün elinde olmalıyken, zaten baştan taraf olan bir yerin kontrolüne veriliyor.

- Size böyle isteklerle gelenler oluyor mu?

Biz masanın diğer tarafındayız, bize kurumsal firmalar geliyor ve sistem açıklarını kontrol ettiriyorlar.

- Denetimlerinizde casus yazılımları bulduğunuzda neler oluyor?

Burada tespit ettiğimiz çarpıcı bir gerçek var, o da yönetimlerde yüzde 80 gibi bir oranın “biz yapmadık” demesi. Yüzde yirmisi durumu kabul ediyor. Çoğu zaman farkında olmadıklarını söylüyorlar, elbette bu mümkün değil. İzleme ve raporlama maliyetleri kullanıcı başına 20 ile 60 dolar arasında değişiyor. Büyük bedeller tutmadığı için bu maliyetler birtakım hesaplar arasında kaynayıp fatura edilebiliyor. Buradan da anlıyoruz ki bu özel hayata dair merak ve müdahale içerikli olabileceği kadar yönetim ile ilgili strateji belirlemelere kadar giden bir durum.

 

 

 

Cumhuriyet / Pazar Dergi-

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KENDİSİNDEN ÖNCE BAŞKALARINI DÜŞÜNENLER (ALTRUİZM)

altrizm1.jpg

Hepimiz Darwin'in doğal seçilim kuramını biliyoruz. Kurama göre doğaya en iyi uyumu sağlayan organizmanın hayatta kalma olasılığı ya da doğal seçilim yoluyla genlerini bir sonraki kuşağa aktarabilme yetisi daha yüksek oluyor. Yüzeysel olarak düşünecek olursak, başkaları için kendinden fedakârlık yapma davranışı doğal seçilim fikrine ters düşüyor gibi görünüyor. Çünkü diğerleri için kendinden ödün veren bir organizma, bir bakıma hayatta kalma şansından da ödün vermiş oluyor. Bu nedenle de beklentimiz kendini feda etme davranışının evrimsel yok oluşu doğrultusunda olsa da, niçin halen kuvvetle varlık sürdürebildiği akıllarda soru işareti uyandırıyor. İşte, yıllarca altruistik davranışın temellerini sorgulayan biyolog ve psikologların ortaya koydukları açıklamalar zihnimizde oluşan bu soru işaretlerinin yanıtı oluyor.

 

Altruizm kişiye maddi ya da manevi bir yük getirmesine rağmen diğerleri için gönüllü yardımlarda bulunması anlamına geliyor. Kendinden bir şeyler feda ederek diğerlerine yardımlarda bulunma davranışı içeriğinde genellikle empati barındırıyor. Empati, diğerlerinin duygularını anlayabilme ve olaylara onların penceresinden bakabilme anlamı taşıyor. Daha açık ifade edecek olursak, yardıma ihtiyacı bulunan kişilerin hissettiklerini anlayabilen ve kendisini onların yerine koyabilen birey, büyük yüklerin altına girme pahasına bile olsa onlara yardım etmeye devam ediyor.

 

kisilik2.jpg

Kan bağımız olanlara yardımcı olarak kendi genlerimizi de koruma altına almış oluyoruz.

Anne-çocuk ilişkisinde annenin yaptığı fedakârlıklar da altruistik davranış şekli olarak görülebiliyor. "Yemeyip yediren, giymeyip giydiren" anne, zamanının ve kaynaklarının birçoğunu çocuğu için harcıyor. Tam bu noktada evrimsel psikologlar, bireylerin kendi hayatta kalımlarından çok genlerinin hayatta kalımı için savaşım verdiklerini hatırlatıyorlar. Her ne kadar bilinçli olarak böyle bir düşüncenin farkında olmasak da, aslında her şeyi genlerimizi hayatta tutabilmek için yapıyoruz! Bahsettiğimiz bu güdünün terimsel karşılığı akraba seçilimi . Kan bağımız olanlara yardımcı olarak kendi genlerimizi de koruma altına almış oluyoruz. Öyleyse evrimsel pencereden bakılınca kendini feda etme davranışının gen ortaklığının fazla olduğu yakın akrabalara yönelik olması bekleniyor. Ancak bazı durumlarda yakın kan bağımızın olmadığı kişiler için de büyük fedakârlıklar yapabiliyoruz. Bilim insanları bu davranışıysa karşılıklı altruizm olarak değerlendiriyorlar. Birey diğerine yardımcı olurken, bir zaman içinde kendisinin de ondan yardım göreceğini umuyor.

 

kisilik3.jpg

Arkadaşlıkların çoğunda yapılan fedakârlıklara karşılık bekleniyor.

Karşılıklı altruizm için okul arkadaşlıklarını örnek verebiliriz. Oyun saatinden ödün verip tüm gece çalışarak ödevini tamamlayan bir çocuk bunu bir diğer arkadaşıyla paylaşırken mutlaka ki ileride kendisi de benzer bir yardım görme beklentisi içinde oluyor.

 

Kimler Daha Yardımsever?

Hepimiz farkındayız ki bazı kişiler diğerlerine göre daha yardımsever oluyor. Bunun nedenlerini araştıran bilim insanları yardımseverlikle ilişkili karakter özelliklerini açığa çıkarmaya çalışıyorlar. Buna dair öne sürülen kuramlardan biriyse kişisel normlara gönderme yapıyor. Norm "standart model" olarak benimsenen anlamına geliyor. Kişisel normlarsa kişisel değerlerimizi oluşturuyor. Eğer ki yardımseverlik kendi normlarımızda değerli bir yere sahipse, bu davranış öz tatmin sağlıyor. Daha açık ifade etmemiz gerekirse, böyle kişiler için yardımseverlik aslında bir şekilde yardım eden kişinin kendi kendini tatminiyle de ilişkili bir davranış şeklini alıyor.

 

kisilik4.jpg

Trafik kazaları sonrasında gönüllü ilk yardım yapanlar üzerinde yürütülen bir çalışmada yardım eden kişilerin sosyal sorumluluk duygularının daha yüksek olduğu saptanmış.

 

 

 

 

 

----------------------------------------------------------------

 

 

 

 

 

DİPNOT:http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/insan.htm

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kilise'den Darwin'e 126 yıl sonra özür...

d.jpg

Bugün Hıristiyan dünyası için tarihi bir gün! İngiliz Kilisesi, evrim teorisinin sahibi Charles Darwin’den (1809-1882) teorisini yanlış anladığı için özür dileyecek. Özür Darwin’in büyük büyük torununa iletilecek. Bundan 126 yıl önce Darwin, teorisini açıklamıştı. O dönemin Canterbury piskoposu Dr Rowan Williams, böyle bir olayın söz konusu olamayacağını açıklamıştı. Dünyanın 7 günde yaratıldığının dışında hiçbir fikri benimsemeyen İngiliz Kilisesi, Darwin’i yerden yere vurmuş, aşağılamış ve Kilise’ye yakın bilim çevrelerinde alay konusu olmuştu.

 

İLK ÖZÜR DEĞİL

Ancak, bu durum ilk değil! 1992 yılında da Vatikan Kilisesi’nden Papa 2. John Paul, dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneş çevresinde döndüğünü söyleyen Galileo’dan özür dilemişti. Papa, “Galileo’ya Kilise tarafından reva görülen muamele haksız ve insafsızcaydı” demişti.

KİLİSE: Maymundan gelmedik!

EVRİM teorisi, canlı türlerinin nesilden nesile kalıtsal değişim gösterdiği üzerine kuruludur. Bu teoriye göre hayvanlar, bitkiler ve diğer tüm canlıların kökeni kendilerinden önce yaşamış türlere dayanır. İnsan ve maymunun ortak atalardan geldiğini savunur. Kilise, bu teoriyi asla kabul etmedi. Ayrıca, gelişmiş ülkeler seviyesindeki 32 ülkeyi içeren bir çalışmada, ‘evrimi doğru kabul edenlerin oranı’ yüzde 27 ile en düşük Türkiye’de bulunmuştu.

 

DİPNOT...

(¹)- http://www.aksam.com.tr/haber.asp?a=129867,5

Kilise, Darwin'den neden özür diledi?...

Anglikan Kilisesi 126 yıl sonra Charles Darwin’den özür diledi. Giordano Bruno dünyadan başka pek çok gezegen bulunduğunu söylediği için 1600 yılında Katolik Kilisesi’nin kararıyla Roma’da yakılarak öldürüldü. İşin tuhafı Bruno tanrıyı reddetmiyor, Tanrı ile evrenin iki ayrı cevher olduğuna karşı çıkarak bunların aynı gerçeğin iki farklı yansıması olduğunu iddia ediyordu.

Galileo Galilei, kilise tarafından uğradığı türlü baskılar sonucunda dünyanın döndüğü iddiasından vazgeçmek zorunda kaldı. Galilei’nin tanrı inancı da tamdı ama bilimsel yaklaşımı kilisenin tanımlarına uygun değildi. Yaşamının son dönemini evinde müebbet hapisle tamamladı.

Charles Darwin, Bruno’dan ve Galilei’den daha şanslıydı. Sanayi devrimine doğru giden yolun yarattığı altyapı dünyayı değiştirmişti. Dinle devlet yönetiminin ayrılmasını bilimin dinsel öğretiden kopması izlemişti.

Darwin böyle bir altyapıda yetişti. Açıkladığı görüşler Giordano’nun ve Galilei’nin görüşlerine göre kiliseye çok daha tersti. Eğer bu görüşlerini Giordano ve Galilei’nin yaşadığı dönemde öne sürmüş olsaydı kazığa geçirilmekten ya da diri diri yakılmaktan kurtulamazdı. Ama dediğimiz gibi devir değişmiş insanlar bu tür düşüncelere karşı daha hoşgörülü olmuşlardı. O nedenle kilise, Darwin’in görüşlerini reddetse de ona karşı bir şey yapamadı. Kaldı ki o tarihte Darwin’in görüşlerini destekleyenlerin sayısı da az değildi. Bu kez onun teorisini insanın maymundan geldiği iddiasıyla özdeşleştirmeye çalıştılar.

Bütün bunlara karşın Darwin’in türlerin kökenini anlatan kitabı, dünyanın en çok okunan kitaplarından birisi oldu ve çok yandaş buldu.

Zaman içinde kilise önce Bruno’nun ve Galilei’nin haklı olduklarını kabul etmek zorunda kaldı. Bilim ve teknoloji hızla ilerliyordu ve kilisenin evren ve yaratılış teorisinin birer hurafeden ibaret olduğu bir bir anlaşılıyordu.

Darwin teorisine çok uzun süre direndi kilise. Nihayet sonunda ona da direnemez oldu.

Çünkü dünyanın her tarafından evrimle ilgili çok sayıda kanıt geliyordu.

Bana sorarsanız dönüm noktası, Tiktaalik Rosaea’nın bulunuşudur.

Bu konuda 16.04.2006’da yazdığım bir yazıdan bir alıntı yapmak istiyorum izninizle: “Evrim kuramına karşı olanlar, kendi görüşlerini kanıtlamak gibi bir zorunluluk içinde olmadıklarından, evrim kuramının geçersizliğini kanıtlamaya uğraşıyorlar. En çok ileri sürdükleri iddia bir türden ötekine geçişle ilgili ara formlara ilişkin fosillerin bulunmadığı iddiası. Bu iddiayı ileri sürenlere göre örneğin zamanın bir dönemecinde balıkların bir bölümü evrim kuramında ortaya atıldığı gibi koşulların gerektirdiği bir nedenle sudan çıkıp kara hayvanına dönüşmüş ise yarı balık, yarı sürüngen bir yaratığın fosilinin var olması gerekiyor... Nature Dergisi’nin 5 Nisan 2006 tarihli sayısında yayımlanan bir makalede...

Tiktaalik Roseae’nin, 385 milyon yıl önceye tarihlenen Panderichtys adı verilen balık fosiliyle 365 milyon yıl önceye tarihlenen Acanthostega adı verilen ilk dört ayaklı kara canlısı fosili arasındaki geçiş formu olduğu öne sürülüyor. Tiktaalik Roseae, sığlaşmaya başlayan sulardan çıkıp karada yaşamaya hazırlanan bir türün görünümünü ifade ettiği ve balıktan kara sürüngenine geçişin ara formunu gösterdiği için evrimle ilgili olarak, daha önce bulunan bütün fosillerden daha net bir kanıt olarak ortaya çıkmış bulunuyor.” İşte bu buluş bence kiliseyi pes ettirmiş, evrim kuramına karşı çıkışını gözden geçirmesine neden olmuş ve işi Darwin’den özür dilemeye kadar getirmiştir diye düşünüyorum.

1979 Nobel Fizik ödülü sahibi Steven Weinberg, “Günümüzde, özellikle Batı’nın yerleşik din kurumlarında doğanın dinsel yollardan açıklanması çabasına son verildi ve bu alan bilime bırakıldı” diyor.

Kilisenin önce Bruno ve Galilei’nin kuramlarını kabulü sonra da Darwin’den özür dilemesi bu yaklaşımın somut göstergeleri. Buna karşın kilisenin özrünü fazlaca büyütmemek gerekir. Kilise önce karşı çıktığı sonra kanıtlar karşısında pes edip kabul ettiği bütün bilimsel buluşları bir şekilde yaratılışın içine monte etmekte becerikli davranarak çevresinde toplananları kaybetmemeye çalışıyor.

Bu özür aslında kilisenin evrimi yaratılış yaklaşımına monte etmesinin biraz zaman almasından kaynaklanan özrüdür.

Kimsenin buradan hareketle kilisenin bilimsel bir yaklaşım içine girdiği zehabına kapılmaması gerekir.Buna karşın kilisenin bu özür dilemesini laiklikten daha önemli olan din ile bilimin birbirinden ayrılması yaklaşımına verilen bir onay olarak kabul edersek Anglikan Kilisesi’ni takdir etmek gerekir.

 

_____________________________________________/__________________________________________________

 

 

 

 

MAHFİ EĞİLMEZ/EKONOMİ / 28/09/2008

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

HIV ve HPV Kaşiflerine Nobel Ödülü...

72492-nobeltip.JPG

2008 Nobel Tıp Ödülü'nü Alman Harald zur Hausen, Fransız Francoise Barre-Sinoussi ve Luc Montagnier kazandı.

2008 Nobel Tıp Ödülü'nü Alman Harald zur Hausen, Fransız Francoise Barre-Sinoussi ve Luc Montagnier kazandı.

Karolinska Enstitüsü'nden yapılan açıklamada, iki Fransız bilim adamının AIDS'e neden olan HIV'i, Alman bilim adamının da rahim ağzı kanserine yol açan İnsan Papilloma Virüsü (HPV) keşifleriyle bu ödüle layık görüldükleri bildirildi.

Bilim adamları 1,4 milyon dolarlık ödülü paylaşacak.

 

2008 Nobel Tıp Ödülü'nü Alman Harald zur Hausen rahim ağzı kanserine yol açan İnsan Papilloma Virüsü (HPV) ve Fransız Francoise Barre-Sinoussi ile Luc Montagnier AIDS'e neden olan HIV keşifleriyle kazandı.

 

Nobel Tıp Ödülünü, 1991 yılından bu yana kazananların listesi şöyle:

 

2007: Mario R. Capecchi (İtalya doğumlu ABD vatandaşı), Martin J. Evans (İngiltere)

ve Oliver Smithies (ABD)

2006: Andrew Z. Fire ve Craig Mello (ABD)

2005: Barry J. Marshall ve J. Robin Warren (Avustralya)

2004: Richard Axel ve Linda B. Buck (ABD)

2003: Paul C. Lauterbur (ABD) ve Peter Mansfield (İngiltere)

2002: Sydney Brenner (İngiltere), John E. Sulston (İngiltere) ve H. Robert Horvitz (ABD)

2001: Leland H. Hartwell (ABD), R. Timothy (Tim) Hunt (İngiltere) ve Paul M. Nurse (İngiltere)

2000: Arvid Carlsson (İsveç), Paul Greengard ve Eric Kandel (ABD)

1999: Guenter Blobel (Almanya ve ABD vatandaşı)

1998: Robert F. Furchgott, Louis J. Ignarro ve Ferid Murad (ABD)

1997: Stanley B. Prusiner (ABD)

1996: Peter C. Doherty (Avustralya), Rolf M. Zinkernagel (İsviçre)

1995: Christiane Nuesslein-Volhard (Almanya) Edward B. Lewis ve Eric P. Wieschaus (ABD)

1994: Alfred G. Gilman ve Martin Rodbell (ABD)

1993: Richard J. Roberts ve Phillip A. Sharp (İngiltere)

1992: Edmond H. Fischer (ABD ve İsviçre vatandaşı) Edwin G. Krebs (ABD)

1991: Erwin Neher ve Bert Sakmann (Almanya)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sayin dipnot

1991 yilindan bu yana alinan nobel tip odulu cok guzel insanlarin tipta nekadar ilerlediginin gostergeside neden icinde tek bir turk bilim adami yok yoksa onlarda siyaset yapmaktan bilime hizmet veremeye firsatmi bulamiyor :)...

Ayrica evrim teorisine her inanan maynundan geldigimizede inanacak diye birsey yokki :) mesela ben bilimle ugrasiyorum ve evrim teorisine inaniyorum ama maymundan geldigimize inanmiyorum bu inancimdanmi kaynaklaniyor hayir cunku ben bilim ile dini birbirine kesinlikle karistirmam zaten bulundugum ortadam buna musaitte degil fakat soyle bir durum darwinin evrim teorisinin amaci insanlarin maymundan geldigini kanitlamak degildi sadec yeryuzundeki tum canli ve bitkileri siniflandirmak ve bunlari familyalara ayirmakti ve evet maymunla insan 95% birbirine benzemektedir ama geri kalan 5% de cok buyuk bir fark yaratmaktadi

birde soyle dusunelim ... birazdan donerim kaldigim yerden yazarim

saygilar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Genetik olarak maymunlarla yanlis hatirlamiyorsam 99% benzemekteyiz ama bu demek oluyorki 1% dahi cok buyuk bir etkendir. Ilk insan olarak bilinen Australopithecus africanus ile simdiki Homo sapiens sapiens arasinda dahi cok buyuk farklar vardir bu hem fysiolojik hemde genetik olarak bilim adamlarinda sunulmustur A. Africanus bundan 3-3,5 milyon yil once var sayilmakta ve homo sapiens sapiens ise 40 bin yildir peki modern insan olarak bildigimiz homo sapiens sapienslar 40 bin yildir evrim gecirmis ise ozaman biriminden sonra yeni evrimler neden gecirmemis yada simdiki maymunlarin gunahi ne peki onlarda insan olmuyor bu soruyuda sorabiliriz kendimize evrim durdumu acaba ??

daha oncede yazdigim gibi ben insanlarin maymundan geldiklerine inanmiyorum ama ayni familiadan geldiklerini kabul ediyorum cunku iki grupunda birbirine benzer ozellikleri bunun bir kanitidir, ayrica soyle bir seyde sorabiliriz kendimize bilim genelde fareleri kobay olarak kullaniyor cunku farelerin genetik ozellikleri insanlarinkine benzemektedir ama bu demek degildirki insanlar farelerden gelmedir :D

saygilar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

10 YIL SONRA NE OLACAK...

Ben bir gelecek tahmincisi (Futurologue) değilim. Geleceğe çakşır (elbise) biçmek gibi bir amacım yok. Fakat dünyanın bütün politikacıları olayları başını gözünü yararak yorumlayıp, gerçekleşmeyen projelerden söz ederken seksen yıldan fazla yaşamış ve yirminci yüzyılın bütün politik palavralarını dinlemiş olan birinin, enerji buhranı, çölleşme ve ekonomik krizi kapımızda bulduğumuz şu günlerde on, on beş yıl sonrasına ilişkin bazı endişelerden söz etmesi olağan sayılmalıdır.

 

Geleneğin baskısını geçen yüzyılda kırmış olan Batı ve bugün büyük bir hızla gelişen Asya karşısında, eski dünyanın merkezini oluşturan İslam dünyası hâlâ alt edemediği dogmatizmi nedeniyle yeni bir ekonomik kölelik dönemine girmiştir.

Italo Calvino geleceğin edebiyatına ilişkin yazdığı küçük bir deneme kitabında edebiyatta ağırlık yerine hafifliği yeğlediğini yazar. Karanlık bir geleceğe ilişkin bir yorumun üslubunun hafif olması olanaksız. Bir İstanbul depreminden daha kesin zaman sınırları içinde, çoktan başlamış bazı ekonomik ve fiziksel süreçlerin toplumları sıkıntılara sokacağı kesin. Bu gelişmelere karşın hazırlıklı olmak sanıldığından daha köktenci tavırlar gerektiriyor.

 

Ernest Nagel’in 1979’da yayınlanan “The Structure of Science – Problems in the Logic of Scientific Explanation” (Bilimin Strüktürü-Bilimsel Açıklama Mantığının Sorunları) adlı önemli yapıtının girişinde, çok açık ve basit bir bilim tanımı vardır. (*Ernest Nagel Columbia Üniversitesinde bilim felsefesi profesörü idi.). “Bilim kurumlaşmış bir sorgulama sanatı olarak çeşitli meyveler vermiştir. Bugün bilimin en çok reklamı yapılan ürünleri insan ekonomisinin geleneksel biçimlerini giderek artan bir hızla değiştiren teknolojik hünerlerdir.”

 

Teknolojinin getirdiği değişikliklerin alt yapısını kamuoyu her zaman bilinçlendirmez. Bunların başında pek çok olayın, olgunun ve sürecin oluşumundaki saptayıcı nedenler konusunda eskiden öğrenilmiş genel bilgiler gelir. Ve yeniyi, doğruyu anlamayı engeller.

Nagel’in dediği gibi, “Bir çok korkularımızın ve ilkel uygulama ve davranışların kökeni olan eski inanç ve önyargılardan kurtulmak, ahlâki ve dini dogmaların akli temellerinin, sosyal haksızlıkların sürekliliğini sağlayan irrasyonel geleneklerin koruyucu katı kabuğunu zayıflatarak kırmak.” zorundayız.

Bu, giderek geleneği daha çok sorgulamayı gerektirir ve önceleri tartışılmayan alanları sistematik eleştiriye açarak olur. Kısaca, sorgulanmayan tabu kalmaz. Bu durum dünyada toplumların pasif ve sürü içgüdüsü ile yaşayan çoğunluğu için rahatsız edici olabilir. Ne var ki, Nagel’in vurguladığı gibi, bu gelişmeler ‘Liberal uygarlık düşüncesinin temelidir’. Bu nedenle sürekli bir inceleme konusu olarak önemi unutulmamalıdır.

 

Yunan Çağı ile başladı

Bu kuramsal soruşturma Avrupalılar için Yunan çağı ile başlar. Bugün bilim felsefesi denilen ve bu gelişmeleri inceleyen bilgi alanı geçmişte genel bir felsefe, metafizik ve mantık başlıkları altında incelenmiştir.

Bilimin ideal yapısının irdelenmesi isteği ve iradesi de, Batı kültürünün özel bir gelişmesine tekabül eder. Ne Asya kültürleri ne de İslam, bilimsel açıklamanın doğasını, mantıksal yapısını, doğayı gözleme, ölçme tanımlama tekniklerini, bilimsel gerçeğin mantık yapısını Avrupa düşüncesinin geliştirdiği boyutta ve ayrıntıda geliştirmemişlerdir. Ortaçağda dünyanın en önünde giden İslam bilimi 12.-13. Yüzyıllarda dinsel dogmatizme mağlup olarak Ortaçağdaki görkemiyle müzelik olmuştur.

Bilimsel yöntemin değişik inceleme alanlarında, giderek artan ayrıntılarla ve giderek hassaslaşan tekniklerle her gün yeni bir araştırma alanı yaratma çabası ve insanı ve doğayı ilgilendiren her olgu ve gelişmeyi mantıklı bir araştırma konusu yapmak, sadece Batı kültürüne aittir.

Avrupa’ya dünya egemenliğini sağlayan teknoloji ve onun yarattığı çağdaş yaşamın bütün etkinliklerini kapsayan yeni teknikler geliştirdiğini anlamayan İslam dünyası, batının yarattığı liberal uygarlığın temelini oluşturan bilim-teknik-teknoloji yapısını kavramadan teknolojiyi satın alarak ortaçağı aşamıyor. Batının satışa sunduğu ilgili yaşam ve iletişim tekniklerini ortaçağ inançlarını canlandırmak için kullanarak, bilimsel düşüncenin yarattığı dünya vizyonunu değiştireceğini hayal ediyor. Oysa bugünkü ekonomik ve kültürel tabloların açığa vurduğu gerçekler iç karartıcıdır.

 

Geleneğin baskısını geçen yüzyılda kırmış olan Batı ve bugün büyük bir hızla gelişen Asya karşısında, eski dünyanın merkezini oluşturan İslam dünyası hâlâ alt edemediği dogmatizmi nedeniyle yeni bir ekonomik kölelik dönemine girmiştir.

Bu olguyu yazılarımda yineleyerek okuyucuları çok sıktığımı düşünüyorum. Ne var ki bilim-teknik-teknoloji üçlüsünün artık bir bütün oluşturan yapısını toplum kültürüne entegre etmeden, Türkiye’nin içinde bulunduğu cehalet, fakirlik ve borç batağından kurtulması şansı olmadığını anlatmanın başka yöntemini de düşünemiyorum. Yetmiş milyonluk bir ülkeyi Batı’nın arkadan itmesi ve medyanın beyin yıkaması ile çağdaşlaştırmak kabil olsaydı, önce Suudi Arabistan çağdaşlaşırdı.

 

Hangi sorular sorulmalı

Türkiye’de tutucular soruyorlar: Kadınımız televizyonlarda gözlerimizi fal taşı açarak seyrettiğimiz kadınlar gibi mi olsun?

Oysa bugün dünyada köle olmadan yaşamak için sorulacak sorular bu tür sorular değil. Toplumlar kadınlarını ve kızlarını güçleri yettiği kadar örtü altında tutabilirler. En azından, yarım yamalak bile olsa demokratik rejim, kişinin giyimine özgürlüğüne şimdilik karışmıyor.

Yakın geleceğin sorunu yeteri kadar açık: Dinleri ne olursa olsun, bütün dünya toplumları enerji, su, tarım ve iletişim dar boğazına 5-10 yıl içinde girdikleri zaman, özellikle nüfusu bizim gibi yüksek olanların (Endonezya, Banglades, Pakistan, Hindistan, İran, Türkiye, Mısır, Nijerya) tek çabaları, karın doyurmak olacak.

1923’de nüfusu on milyon olan Anadolu 2023’te ondan sekiz kat daha kalabalık olacağı için halkın ve hükümetlerin sorunu açlıkla savaşmadan öteye pek gidemeyecek. Su kıt olunca tarlalardan yeterli ürün elde edilemeyecek. Enerji kıt olunca alabilinen mal bile taşınamayacak Alternatif enerji için yatırım yeterince yapılmazsa evlerimizi bile ısıtamayacağız. Kaldı ki üretim yetersiz olacağı için gerekenleri ithal bile edemeyeceğiz.

Ağır bilgisizlik afyonu

Üretimin ekonomik olabilmesi için, çok kısa aralıklarla değişen en yeni yöntemlerin kullanılması, yeni yöntemleri, gelişmiş teknolojiyi ve o teknolojiyi geliştirecek bilgi ve teknik örgütlenmeyi gerekiyor. Bu birbirini basit mantıkla izleyen değişme ve örgütlenmeler, cahil toplumlar için felaket senaryolarıdır. . Hala ayılamamış toplumlar 20. yüzyıldan kalma söylemlerin, 21. yüzyılda yaşamı sürdürebilmek için yetersiz olduğunu anlamakta zorlananlardır. Bu konunun tartışılması bağlamında, Türkiye’nin nerede olduğunu anlamak için politikacıların, idarecilerin ve medyanın ne söyleyip yazdığını incelemek yetişir. Türkiye ağır bilgisizlik afyonu ile kendinden geçmiş bir ülke görünümünde. Bilim ve Teknoloji dergisi gibi birkaç dergi ve doğası gereği bilim ve teknoloji ile uğraşan birkaç kurum dışında, güncel yaşama egemen olan teknoloji, artık ayağa düşmüş ürünlerin pazarlanması ve tüketilmesi üzerine oturmaktadır.

Dünya günlük hava raporları gibi ülkenin geleceğine ilişkin enerji, bilimsel öğretim, teknoloji, örgütlenme ve üretim gibi bütün etkinliklerin sayısal durumunu her ay, her yıl izlemek ve yeniden programlamak zorunda olduğumuz zor bir çağa girmiştir.

Türkiye’nin 80 milyon nüfusunu 10 yıl sonra nasıl besleyeceğini gösteren bir hesabı yapması ve onu sürekli yenileyerek gereklerini yerine getirmesi zorunlu. Politik retoriğin toplumlardan saklayabileceği bir gerçek yakında kalmayacak.

 

Saygılar…

DİPNOT…

 

119bahramarjmandniairanvu8.jpg

 

http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&hn=9906&kn=18

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

AKIL-RUH SAĞLIĞI: GERÇEKTEN ÖNCELİKLİ Mİ... VE KİMİN İÇİN?

 

10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü hafta boyunca çeşitli etkinliklerle toplumun gündemine taşınırken akla en çok gelmesi gereken soru bu olmalı… Ruh sağlığı öncelikli mi? Evet ise kimin için? Değilse neden?…

 

Dünya Ruh Sağlığı Günü dolayısıyla yapılan çeşitli etkinliklerle konunun önemi topluma anlatılmaya çalışılırken, bu önemli günde ülkenin gündemi ile 10 Ekim’in gündeminin nasıl da örtüştüğünü görüyoruz. Şiddet diz boyu… Savaş ve terör yanı başımızda… İşkence sayısı ikiye katlanmış, insanlar öldürülüyor... Küresel mali krizin bedenimizde ve ruhumuzdaki krizi nasıl büyüteceği henüz tartışma konumuz bile değil… Küresel olarak ısınan yeryüzünün yarattığı çok doğal felaketlerin çok doğal sonuçları insanları etkilemeyi sürdürüyor… Toplumsal eşitsizlikler, ayrımcılık, yoksulluk, işsizlik, iş stresi… Tüm bunlar ruh sağlığının neden bir öncelik olması gerektiğini gösteriyor…

 

DÜNYADA 500 MİLYON KİŞİ

Dünya Ruh Sağlığı Federasyonu tarafından 10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü’nün bu yılki ana teması, “Ruh sağlığını, tüm dünyada, tüm ülkelerde toplumun tüm kesimlerinin öncelikli konusu yapmak, küresel bir öncelik haline getirmek” olarak belirlendi. Dünya üzerinde ruhsal rahatsızlığı/hastalığı olan yaklaşık 500 milyon kişi olduğu sanılıyor. Bu, her yedi kişiden birinin tedavi gerektirecek derecede ruhsal sorunu olduğu anlamına geliyor. Her dört kişiden biri ise yaşamının bir döneminde tedavi gerektiren, sosyal ve mesleki yaşamında yıkıma yol açan ruhsal hastalıkların etkisi altında kalıyor. Fakat ruhsal hastalıkların bu denli yaygın olmasına karşılık, yaşadığı ruhsal sorunlar nedeniyle herhangi bir sağlık kurumuna başvurma oranı o denli yüksek değil. Veriler ruhsal sorunları olan her yedi kişiden ancak birinin herhangi bir sağlık kuruluşuna tedavi için başvurduğunu gösteriyor. Tedaviye başvurunun bu kadar az olmasında birçok etkenin rolü olduğunu söyleyebiliriz. Belirtilerin yeterince tanınmaması, tedavi edilebileceğinin bilinmemesi, sağlık sistemine ulaşmanın zorluğu -ki bu bireysel olmanın ötesinde sağlık sistemi ile ilişkili görünüyor- kimden ve nereden nasıl yardım alacağının bilememe (mesleki rollerin ve sınırların bilinmemesi), yoksulluk, ekonomik güçlükler başlıca etkenleri oluşturuyor. Ayrıca ruhsal hastalıklar konusunda toplumda varolan önyargı ve damgalamanın bireylerin yardım arama ve bir sağlık kuruluşuna başvurma eğilimini azalttığını, bireylerin damgalanma korkusuyla yeti yitimi oluşana dek sorunların çözümü için yardım arama çabası içine girmediğini eklemeliyiz.

 

EN YAYGIN RAHATSIZLIK: DEPRESYON

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) raporları, dünya üzerinde sosyal ve mesleki işlevlerde en fazla yıkıma neden olan on hastalıktan beşini ruhsal hastalıkların oluşturduğunu söylüyor.

Dünya genelinde en yaygın görülen ruhsal hastalık olan depresyon, bireyin iç dünya ve gerçeklik ile ilişkisini en fazla bozan ve onu kendi iç dünyasında yalnızlaştıran bir hastalık olan şizofreni, alkol ve madde kullanım bozuklukları ve yoğun kaygıya yol açan ve eskilerin ruh kanseri diye andıkları obsesif-kompulsif bozukluk, döngüsel karakter gösteren duygudurum bozuklukları… Öyle ki aslında "tedavisi olanaklı olan" bu hastalıklar nedeniyle bu rahatsızlıların mağduru olan insanlar çalışamaz, aile ilişkilerini sürdüremez, hatta kendi bakımlarını sürdüremez, toplumsal yaşamın gereklerini yerine getiremez duruma geliyorlar.

Tüm bunlar yaygınlıkları giderek artan, hem mağduru, hem yakınları hem de tüm toplum üzerinde farklı düzeyde etkileri olan ruhsal hastalıkların neden bir öncelik haline gelmesi gerektiğini gösteriyor.

Ruhsal rahatsızlıklara yol açan pek çok etkenin varlığından söz edebiliriz. Bazıları için gösterilen ve -örneğin genetik faktörlerin etkisini azaltmak için sergilenen- milyonlarca dolar harcamanın yapıldığı çabalara karşın bu alanda yeterli başarı elde edildiğini söylemek olası değil. Hastalıkların biyolojik kökenlerine artan ilginin psikososyal ve ekonomik bir çerçeveden yoksun olması bu nedensellik ilişkisinin nesnel olarak da ortaya konmasını ketleyen bir ortam yaratmaktadır. Oysa son yıllarda daha belirgin olmak üzere yoksulluk, kötü yaşam koşulları, savaş, işkence, afetler gibi travmalar, sağlık ve sosyal güvencenin olmayışı, sosyal destek sistemlerini ortadan kaldıran zorunlu göç, ayrımcılık, ırkçılık gibi faktörlerin ruhsal hastalıklara yol açabileceğini, varolanları da ağırlaştırabildiğini biliyoruz. Üstelik, genetik faktörlerden farklı olarak, bu konularda iyileşme sağlamak, bu etkenleri ortadan kaldırmak daha olanaklıdır.

 

AYRILAN KAYNAKLAR YETERSİZ

Ruhsal hastalıklar bu denli yaygın olmasına, yol açtığı olumsuz sonuçlar bu denli ağır olmasına rağmen, ülkemizde ruh sağlığına ayrılan kaynakların yetersiz olduğunu vurgulamamız gerekir. Ruh sağlığı hizmetlerine ayrılan yatak sayısı olması gerekenin çok altındandır. Neredeyse onda biridir. Ülkemiz, bu konuda Avrupa ülkeleri arasında sonuncu sırada yer almaktadır. Ülkemizde yüz bin kişiye düşen ruh hekimi sayısı 1.6’dır. Dünya ortalaması yüzde 4 iken, Avrupa ülkelerinde bu oran yüzde 9’dur. Türkiye’deki oran, dünya ortalamasının yarısı, Avrupa ortalamasının ise ancak 1/6’sıdır. Hemşire, psikolog ve sosyal hizmet uzmanı sayısı çok azdır ve olanların büyük kısmı da sağlık sistemi içinde asal işlevlerinin çok uzağında çalıştırılmaktadırlar. Bugüne dek bu sorunların aşılmasında hem küresel hem de yerel ölçekte yeterli çaba gösterildiği de gözlenmemiştir. Ülkemizde 100 bin kişiye düşen yatak sayısı 12 iken, dünya ortalaması 40, Avrupa ortalama ise 100 binde 93’tür.

 

Altını çizmeliyim ki, ruh sağlığını tüm dünya ve tüm toplumlar için bir öncelik haline getirmek, ruh sağlığına ilişkin tüm yasal düzenlemeleri, ruh sağlığı politikalarını ve uygulamalarını sağlık gündeminin öncelikli konusu haline getirmeyi gerektiriyor. Unutulmamalıdır ki, bu sorunların aşılması kamusal nitelikli, eşit, ücretsiz, ulaşılabilir ve kapsayıcı, bütünlüklü bir ruh sağlığı sisteminin yaşama geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Öncelikle sağlığı geliştirmeyi, ruhsal ve fiziksel hastalıkları önlemeyi, tedaviyi, rehabilitasyonu, bakımı ve iyileşmeyi kapsayan bütünlüklü ve etkili bir ruh sağlığı sistemine ihtiyacımız olduğunu vurgulamamız gerekir. Bunun çözümü için öncelikli olarak Zambia’da, Afganistan’da bile var olan ama henüz ülkemizde olmayan, hem hastaların, hem de ruh sağlığı çalışanlarının hak ve yükümlülüklerini düzenleyen bir “Ruh Sağlığı Yasası” çıkarılması büyük önem taşıyor.

 

ULUSAL RUH SAĞLIĞI POLİTİKASI

2005 yılında DSÖ tarafından Helsinki’de gerçekleştirilen, Sağlık Bakanlığı’nın da resmi olarak ruh sağlığının iyileştirilmesine yönelik toplantıda ruh sağlığı konusunda toplumun ve meslek gruplarının bilinçlendirilmesi, eşitsizliğin ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması, riskli ve dezavantajlı toplum kesimlerine yönelik programların uygulanması, ruhsal hastalıklarına yol açan etkenlerin ortadan kaldırılması, etkenle temasın önlenmesi ya da bireyin bağışık kılınmasını önceleyen, erken tanı ve uygun tedavinin beklenmeden uygulanması, ortaya çıkan kayıpların ortadan kaldırılarak bireyin rehabilite edilmesini içeren bütünlüklü bir ruh sağlığı isteminin yaşama geçirilmesi, ruh sağlığına daha çok kaynak ayrılması, uzmanlaşmış ekiplerin oluşturulması yönünde kararlar almıştır. Sağlık Bakanlığı bu karar metnine imza koymuş olmasına karşın bu yönde yeterince çaba göstermemiş durumdadır. Tüm eksik ve zaaflarına karşın 2006 yılında resmi belgeye dönüşen Ulusal Ruh Sağlığı Politikası’nı yaşama geçirmek için bile herhangi bir çalışma şimdiye dek başlatılmamıştır.

 

YASA BİR AN ÖNCE ÇIKARILMALI

Ruh Sağlığı Yasası’nın en kısa zamanda çıkarılması ve ilişkili hukuksal mevzuatın düzenlenmesi için ilgili tüm kurumlar harekete geçmelidir. Varolan temel ruh sağlığı sorunlarının çözülmesi, bir insan hakkı olarak ruh sağlığının geliştirilmesi için ruh sağlığına ayrılan kaynağın artırılması, var olan personel eksikliğinin giderilmesi, alanda çalışan tüm uzman ve diğer yardımcı sağlık çalışanı sayısının artırılması, psikiyatri yatak sayısının artırılması, gündüz hastaneleri, ayakta takip ve tedavi birimlerinin sayısının ve niteliğinin artırılması gerekmektedir. Ruhsal hastalıkları henüz ortaya çıkmadan önleyen, risk etkenlerini ortadan kaldıran ya da bu etkenlerle karşılaşmayı engelleyen, koruyucu ve önleyici çalışmalara ağırlık veren bir yaklaşıma öncelenmeli ve bu yaygınlaştırılmalıdır. Tüm bunların sağlıklı biçimde yaşama geçirilmesi öncelikle ruh sağlığı ile ilgili bu sorunların kamusal bir sağlık sistemi anlayışı içinde çözülmesiyle olanaklı olacaktır.

 

Ruh sağlığı öncelikli olmalıdır. Salt bireysel değil, toplumsal bir öncelik olmalıdır. Salt bireyin değil, devletin, yönetimin, siyaseti biçimlendirenlerin önceliği olmalıdır. Ruh sağlığı bir ticaret nesnesi değil bir anayasal hak olarak anlaşılmalıdır. Ancak bu yolla sağlıklı kuşaklar yetiştirebileceğiz...

uhsal sağlık olmadan sağlık olmaz!

BURHANETTİN KAYA Doç. Dr., Türkiye Psikiyatri Derneği MYK üyesi...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Doktor yerine dua!...

 

Bir New York sabahı hızla metronun merdivenlerinden inerken, elime bir gazete tutuşturuyor birisi. “Dünyanın en büyük küresel gazetesi” sloganıyla yayımlanıp bedava dağıtılan Metro gazetesiymiş meğerse.

 

Trene bindiğimde görüyorum ilk sayfadaki manşeti: 11 yaşındaki hasta kız, anne ve babası doktor aramak yerine dua etmeyi tercih edince hayatını kaybetti...

 

Kızın adı Madeline. Öldükten sonra yapılan otopside şeker hastası olduğu, fakat zamanında müdahale edilemediği için vücudunda azalan insülin oranı nedeniyle öldüğü ortaya çıkıyor.

 

Soruşturmayı yürüten polis şefinin verdiği bilgiye göre, bir ay önce hastalık belirtileri başlamış olmasına karşın, ailesi Madeline’i doktora götürmeyi reddediyor. Nedeni, aşırı dindar olan ailenin, kızlarının hastalığını doktorların değil, duaların iyileştireceğine inanması!

 

Haberi okudukça ürperiyorum. Bu çağda hâlâ hastalıkların Tanrı’dan geldiğini ve bu nedenle de sadece duayla geçebileceğini düşünmek dehşet verici...

 

21. yüzyıldan 12. yüzyıla geri dönüş mü yaptık acaba?

 

12. yüzyılda yaşıyor olsaydık, bu bağnazlık karşısında nasıl tepki verirdik? Aydınlanmayı yaşamayan insanoğlu, böylesine bir cehaletin neden olduğu vahşeti kabul edilebilir bulur muydu? Bunun yanıtını vermek için, önce aydınlanmanın ışığını hissetmeyen toplumlara bakmak gerekir. Bu tür toplumlarda insan, sorgulamayan ve eleştirmeyen, yalnızca kalıp halinde sunulan emirlere biat eden bir varlık olarak kalır.

 

İnsan, bir kere aklını kullanmayı bırakıp dogmalara inanmaya görsün, ondan sonrasında düşeceği karanlığın ucu bucağı yok. Kızları gözlerinin önünde komaya girip can çekişse bile, düşünme yeteneğini kaybeden beyinler uyuşmuştur bir kere... Onlara göre tek doğru vardır; o da değişmez. Bulabildikleri tek çözümse, kadere boyun eğip dua etmektir.

 

Bu gazete haberini, Amerika’da özellikle Evanjelistlerin iktidarında artan bir tartışma kapsamında değerlendirmek gerek.

 

Nasıl oluyor da birçok bilim dalında dünyanın en ileri ülkesi olan Amerika’da hâlâ bu tür olaylar yaşanabiliyor?

 

Gerçek şu ki, Amerika’da bilimi sanki dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bir kesim var. Bu ülkede, özellikle son sekiz yıldır, bilimsel çalışmalar dini nedenler gösterilerek engelleniyor.

 

Milyonlarca hastanın yaşam umudu olabilecek kök hücre araştırmalarına izin verilmiyor. Dine aykırı olduğu söylenerek kürtaja karşı çıkılıyor. Hatta bazıları, anne tecavüze uğramışsa bile kürtaj hakkı olmaması gerektiğini savunuyor... İsa Peygamber, yaşamında kürtaja karşı hiçbir şey söylememiş, ama dincilere bakarsanız kürtaj dine aykırı...

 

Fanatik dincilerin aldatmacalarına kanmayan Amerikalılar soruyor: İsa, yaşadığı süre boyunca savaşlara karşı değil miydi? Sürekli insan hayatının değerini vurgulamamış mıydı? Madem o kadar dine bağlısınız, neden ülkeyi haksız yere bir savaştan diğerine sürükleyip suçsuz insanların hayatıyla oynuyorsunuz?

 

Bu dincilerin yöntemi her yerde aynı; peygamberlerin söylemediğini, kutsal kitaplarda yazmayanı değişmez emirmiş gibi topluma dayatmak, dinen açıkça yasaklanmış olanı da görmezden gelmek...

 

Tanıdık geliyor değil mi?

 

Din ile bilimi sanki karşı karşıya iki ayrı inançmış gibi gösterenlerin topluma sundukları ayrım da şu:

 

Ya dindarsınız ya da bilimden yanasınız...

 

Ya inanıyorsunuz ya da inanmayanlardansınız...

 

Bu, çok tehlikeli bir ayrımdır.

.............

 

 

DİPNOT...

 

 

 

_____________________________________________________

 

 

 

 

Zülal Kalkandelen</B>

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 6 ay sonra...

Evrimin kayıp halkası bulundu!...

 

ABD'de ortaya çıkarılan 47 milyon yıllık hayvan fosili, bilim dünyasını ayağa kaldırdı. Keşfi, 'Dünyanın 8'inci harikası' diye karşılayan uzmanlar, 'Bu fosil kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi gösteriyor' dedi

evrim.jpg

ABD'de yapılan bir araştırmada, bütün maymun türlerinin ve insanların atası olduğuna inanılan 47 milyon yıllık bir hayvan fosili keşfedildi. Bulunan fosilin 47 milyon yıl önce yaşadığına inanılan iki ayrı maymun türü olan tarsidae ve lemur türlerinin ortak atası olduğuna, fakat lemur cinsi maymunlara yapı olarak daha yakın olduğuna inanılıyor. 'Dünyanın 8'inci harikası' olarak karşılanan fosilin, insan ve maymun gelişimi arasındaki 'kayıp halka' olarak nitelenen ilişkiyi tamamen ortaya çıkarması bekleniyor.

Araştırmanın başkanlığını üstlenen Michigan Üniversitesi'nden Prof. Philip Gingerich, 'Bu keşifle gelişmiş primatların ortak bir atasını gün ışığına çıkarıyoruz' dedi.

Gelecek hafta salı günü New York'taki Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nde ziyaretçilere açılacak fosilin, Almanya'da Messel Köyü yakınlarında 2 yıl önce bulunduğu ve bugüne kadar bilimsel bir sır olarak saklandığı ortaya çıktı.

 

FOSİL DE DARWIN DEDİ

DÜNYA basınının, 'paleontoloji dünyasına asteroid düşmüş gibi' etki yaptığını söylediği araştırma, bilim adamlarını heyecanlandırdı. Ida adı verilen Lemur Maymun'un Darwin'in evrim teorisini doğruladığını söyleyen uzmanlar, 'Darwin görse dehşete kapılırdı' diye konuştu.

 

 

_______________________

Kaynak: http://www.aksam.com.tr/2009/05/20/haber/yasam/956/evrimin_kayip_halkasi_bulundu_.html

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Evrimin kayıp halkası bulundu!...

 

ABD'de ortaya çıkarılan 47 milyon yıllık hayvan fosili, bilim dünyasını ayağa kaldırdı. Keşfi, 'Dünyanın 8'inci harikası' diye karşılayan uzmanlar, 'Bu fosil kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi gösteriyor' dedi

evrim.jpg

ABD'de yapılan bir araştırmada, bütün maymun türlerinin ve insanların atası olduğuna inanılan 47 milyon yıllık bir hayvan fosili keşfedildi. Bulunan fosilin 47 milyon yıl önce yaşadığına inanılan iki ayrı maymun türü olan tarsidae ve lemur türlerinin ortak atası olduğuna, fakat lemur cinsi maymunlara yapı olarak daha yakın olduğuna inanılıyor. 'Dünyanın 8'inci harikası' olarak karşılanan fosilin, insan ve maymun gelişimi arasındaki 'kayıp halka' olarak nitelenen ilişkiyi tamamen ortaya çıkarması bekleniyor.

Araştırmanın başkanlığını üstlenen Michigan Üniversitesi'nden Prof. Philip Gingerich, 'Bu keşifle gelişmiş primatların ortak bir atasını gün ışığına çıkarıyoruz' dedi.

Gelecek hafta salı günü New York'taki Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nde ziyaretçilere açılacak fosilin, Almanya'da Messel Köyü yakınlarında 2 yıl önce bulunduğu ve bugüne kadar bilimsel bir sır olarak saklandığı ortaya çıktı.

 

FOSİL DE DARWIN DEDİ

DÜNYA basınının, 'paleontoloji dünyasına asteroid düşmüş gibi' etki yaptığını söylediği araştırma, bilim adamlarını heyecanlandırdı. Ida adı verilen Lemur Maymun'un Darwin'in evrim teorisini doğruladığını söyleyen uzmanlar, 'Darwin görse dehşete kapılırdı' diye konuştu.

 

 

_______________________

Kaynak: http://www.aksam.com.tr/2009/05/20/haber/yasam/956/evrimin_kayip_halkasi_bulundu_.html

 

Ekibin başındaki Dr. Jorn Hurum’un (yanda) kızının adını verdiği ‘Ida’, New York’taki Doğa Tarihi Müzesi’nde sergilenmeye başlandı. “Ida”yı görmek isteyenlerin uzun kuyruklar oluşturduğu belirtilirken evrim biliminde çığır açacak keşfin ardından arama motoru Google da logosunu değiştirerek fosil şeklinde bir logo kullandı. (AP)

 

evrim.jpg

Bilim dünyasında insan ile primat arasındaki sürece ışık tutacak fosil heyecanı

 

Evrimde kayıp halka

 

Dış Haberler Servisi - Almanya’nın Messel maden ocaklarında 1983’te bulunan 47 milyon yaşındaki fosilleşmiş iskeletin, insan evriminin kayıp halkası olduğu ve insan ile primat arasındaki evrim sürecine ilişkin devrim yaratacak veriler sunacağı açıklandı.

Bilim insanları, Idaadını verdikleri fosilleşmiş iskeletin, insan evrimine ışık tutan fosillerin birçoğundan 20 kat daha eski olduğunu ve bugüne kadar bulunan en iyi korunmuş fosil olduğunuifade ettiler.

Idayı öneminden habersiz bir şekilde yıllarca duvarında asılı tutan bir koleksiyoncunun, fosili 2006 yılında Oslo Üniversitesi Doğa Tarihi Müzesi’ne getirdiği ve buradaki uluslararası ekibin son iki yıldır fosil üzerinde araştırma yaptığı belirtildi.

 

'ORTAK ATAMIZ’

Ekibin başındaki Dr. Jorn Hurum, kızının adını verdiği Idanın maymun ve insanın ortak atası olabileceğini söyledi. İlk bakışta Madagaskar maymununa benzeyen dişi fosilin, insan dışındaki primatlardan da özellikler taşıdığını söyleyen Hurum, fosilin keşfedilmesini bir rüyanın gerçekleşmesiolarak nitelendirdi.

Bir başka bilim insanı Jens Franzen ise, fosili dünyanın 8. harikası olarak nitelendirdi. Franzen, fosilin diş yapısından dolayı doğrudan insanoğlunun atası değil, daha çok teyzesi sayılabileceğini kaydetti.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

İnsanın insanlaşma aşamalarına bir örnek: Australopithecus’lar

 

İlk saptanıp, adlandırılışları 80 seneyi aşkın bir süre öncesine, 1900’lü yılların ilk çeyreğinin sonlarına kadar geri giden ve o dönemde insanın evrimsel aşamaları konusundaki bilgilerin bugünkü düzeyde olmaması nedeniyle sözcük olarak “Güney Maymunu” anlamına gelen Australopithecus’lar, bütünüyle Afrika’ya özgü, en eskisi olmasa dahi, insan evriminin hayli öncül evrelerinden birini simgeleyen çeşitli fosil bulgulardan oluşur. Australopithecus’lar kendi içlerinde, alfabe sırasına göre (genellikle) A. afarensis, A. africanus, A. anamensis, A. boisei (Zinjanthropus boisei) ve A. robustus gibi farklı alt türlere ayrılır. Güven Arsebük

İnsan ve kuyruksuz maymun cinslerini birbirinden ayıran çeşitli anatomik ve kültürel ölçütler vardır. Söz konusu anatomik ölçütlerin günümüz için en başta gelenleri, Pongid’ler ile Hominid’lerin arasındaki genetik uzaklıklar, yürüyüş biçimleri arasındaki fark ve diş yapılarıdır. Australopithecus’ların, temelde dört ayaklarını kullanarak hareket eden kuyruksuz maymunlardan farklı olarak iki ayak üzerinde ve dik olarak yürümüş olmaları ve ayrıca diş yapıları (özellikle, köpek dişlerinin [canine] boyunun diger dişlere kıyasla daha uzun olmaması) bakımından Pongid’lerden ayrılmakta ve insangiller grubuna yaklaşmaktadır; bir bütün olarak Australopithecus’larla günümüzden (yaklaşık) 4.5 ile 1 milyon yıl önceleri arasında kalan süre boyunca Güney ve Doğu Afrika’da karşılaşılır.

 

İlk /en eski örneklerinden başlayarak kafatasındaki büyük deliğin (foramen magnum) bulunduğu yer, leğen kuşağı (pelvis) kemiklerinin biçimi ve alt etraf kemiklerinin yapısı olmak üzere çeşitli anatomik özellikler bu cinse giren canlıların esas itibarıyla iki ayak üzerinde ve dik olarak yürüdüklerini açıkça kanıtlamaktadır.

 

Vurgulamak gerekirse, yukarıda da değinildiği gibi iki ayak üzerinde ve dik olarak yürümek, günümüzün anatomik içerikli ölçütlere göre insanı insan yapan ve onu diger primatlardan ayıran çeşitli özelliklerin en önemlilerinden biridir. Buna rağmen insan ile kuyruksuz maymunları birbirinden ayıran bir diger anatomik özelliğe, başka bir deyişle söz konusu primat cinslerinin beyin boyutlarına, gelince Australopithecus’ların bu özelliğinin bazı günümüz kuyruksuz maymunlarından esas itibarıyla pek de farklı olmadığı görülür. Ufak-tefek örneklerden biri olan A. afarensis’lerin beyin hacimlerinin ortalamasının yalnızca ~430 cc, en iri yapılılarından olanın (A. robustus) ise ~525 cc dolayında olduğu saptanmıştır. Bu değerler günümüz kuyruksuz maymunların beyin hacimleri kadar veya biraz üzerindedir. Üstelik, çağdaş insanın (Homo sapiens) beyin oylum ortalamasının 1350 cc dolayında olduğu hatırlanırsa, aradaki fark daha da belirginleşir.

 

Mekânsal veya çevresel anlamında bir genellemeye gidilecek olursa, Australopithecus türlerinin çağdaş şempanzelere kıyasla daha kurak ve tabii bundan ötürü ağaç örtüsünün daha da seyrek olduğu, bu durumda da zorunlu olarak otçullar için gerekli türdeki besin maddelerinin miktar olarak hem daha az ve hem de daha dağınık (yaygın) bir ortamdan sağlanabildiği koşullarda yaşadığı anlaşılmaktadır. Bedensel yapılarına gelince, erkek ve dişi bireyler arasında hem boy (cm) ve hem de ağırlık (kg) olarak belirgin cüsse farkının, teknik deyimle dimorphism’in, bulunduğu ve örneğin A. afarensis’e ait erişkin erkeklerinin ~45 kg, gene erişkin dişilerinin ise yalnızca ~30 kg kadar gelmiş oldukları hesaplanmıştır.

 

DAVRANIŞLARI

Davranış biçimleri yönünden değinilmesi gereken bir husus da, günümüzde yaşayan kuyruksuz maymunların yaşamları boyunca (devamlı olarak değil, aksine çok ender durumlarda) ilkel türdeki bazı teknolojileri uyguladıklarının bilindiğidir. Uyguladıkları böylesine basit teknolojileri esas alarak bazı çevrelerce ısrarla (ancak kanımca gereksiz yere) öne sürüldüğü gibi kuyruksuz maymunların da alet yaptıkları savını ileri sürmek yanlıştır; günümüzdeki geçerli kanı Australopithecus’ların da kuyruksuz maymunlardan farklı olmadığı, yani alet oluşturmadıklarıdır.

 

XX. yüzyılın ilkyarısı ve ortalarında, Australopithecus örneklerinden bazılarının taşa kıyasla işlenebilmeleri veya biçimlendirilmeleri çok daha kolay olan çeşitli organik maddelerden, örneğin bazı iri hayvanlara ait kemik (osteo), diş (donto) ve boynuz (kerato) artıklarından yararlanmak suretiye alet yaptıkları ileri sürülmüş ve bu (sözde) endüstriye o dönemde “kemik-diş-boynuz endüstrisi” (osteodontokeratic industry) adı verilmişse de günümüzde Australopithecus’lar tarafından oluşturulan böyle bir endüstrinin bulunmadığı ve bir dönem için “alet” oldukları ileri sürülen, daha doğrusu alet oldukları varsayılan, bu tür sözde örneklerin bütünüyle doğal kalıntılardan ibaret olduğu artık kesinlik kazanmıştır.

 

Günümüzde geçerliliğini tümüyle yitirmiş benzer bir başka görüşün de ilk saptandıkları dönem(ler) de Australopithecus örneklerinin ateşi kontrol altına almış oldukları da (yanlışlıkla) sanıldığı için gereksiz yere “Prometheus” sıfatı ile de betimlenmiş olduklarını hatırlatmak yararlı olabilir.

 

Bu aşamada (alfabetik sıra ile) farklı Australopithecus türlerinin bazı temel bedensel özelliklerine değinmede yarar olduğu kanısındayım. Örneğin diş yapılarından (azı dişlerinin yayvan ve iri yapılı olması gibi) büyük ölçüde otçul olduğu anlaşılan A. afarensis, yaklaşık 3.7 ile 2.9 milyon yıl kadar önceleri karşımıza çıkar. Beyin hacimlerinin 400-500 cc, boyları 105 ile 150 cm dolayında olup, genelde dik olarak ve iki ayak üzerinde yürüdükleri bedensel yapılarından anlaşılan A. afarensis’lerin ön etraf kemiklerinin (kollarının) uzun ve sağlam yapılı olması, bu türün yaşam alanı olarak ağaçlık yöreleri henüz bütünüyle terketmediği ve çağdaş maymunlar gibi ağaçlara da gerektiğinde rahatlıkla tırmanabildiğine işaret etmektedir. Buna rağmen, Tanzanya’daki Laetoli mevkisinde saptanan ve 3.6 milyon yıl öncelerine tarihlenen ünlü ayak izlerinin A. afarensis’e ait olduğunun kabul edildiği de unutulmamalıdır. Anlaşılan, bedensel yapıları hem iki ayak üzerinde ve dik olarak yürümeye ve hem de ağaçlara tırmanmaya olanak verecek bir özelliğe sahipti. A. afarensis’ler içinde kamu oyunca en yaygın olarak bilineni ünlü Lucy’dir.

 

İLK 1924'TE SAPTANDI

İlk defa 1924 yılında saptanan ve ertesi sene Nature dergisinde yayımlanarak bilim dünyasına tanıtılan, böylece daha sonra karşılaşılan tüm Australopithecus’lara da isim babalığı yapacak olan A. africanus’ ların da diş yapılarından genelde otobur oldukları anlaşılmaktaysa da, aynı zamanda şu veya bu şekilde ele geçirebildikleri bazı ufak hayvanları da yemiş olmaları ve tabii bu arada çevrede yaşayan etçillerin geriye bıraktığı leşlerden de yiyecek olarak yararlanmış olmaları gerekir.

 

Maymunlarda olduğu gibi köpek dişleri (canine) diğer dişlerden belirgin bir şekilde daha uzun da değildir ve üstelik altçenedeki köpek dişleri ile birinci önazıların (premolar) arasında bir boşluk (diastema) da yoktur. A. africanus türü ile yaklaşık 3.5 ile 2.5 milyon yıl önceleri arasında kalan zaman diliminde karşılaşılır. Beyinleri yaklaşık 440 cc dolayında olup, bu değer yaklaşık olarak çağdaş şempanzelerinki kadar, hatta belki biraz da üzerindedir.

 

A. anamensis’e gelince; Beden yapısı ve özellikle topuk ve ayak kemiklerinin arasındaki ilişki bu türün genelde iki ayağı üzerinde ve dik olarak yürüdüğünü göstermekteyse de, hareket halindeyken (özellikle ağaç üzerindeyken) gerektiğinde oldukça uzun olan kollarından da destek almış olabileceği ihtimali unutulmamalıdır.

 

Görünümleri adeta günümüz orangutanlarını andırmış olabilir. Yörenin yoğun güneş ışığına bağlı olarak yüksek radyasyondan dolaylı, diğer Australopithecus’lar gibi bu türün de beden renginin siyah veya siyaha yakın bir koyulukta olması gerekmektedir. Ağırlıklarının 47 ile 55 kg arasında değiştiği hesaplanmıştır. Genel anlamda saptanmış olan en eski Australopithecus türüdür. 4.2 ile 3.5 milyon yıl önceleri karşılaşılır. Birlikte bulunan hayvan ve bitki fosilleri. A. anamensis’in (bütünüyle ormanlık olmasa dahî) koruluk ve otlaklarla kaplı, su kaynaklarına yakın yörelerde yaşamış olduğunu ve yıllık yağış miktarının 500 mm dolayında olduğuna işaret etmektedir.

 

Böylesine bir yağışın her yeri yoğun ormanlık alanların kaplaması için yetersiz olduğu kesindir. B. boisei, diğer adıyla A. zinjanthropus veya yaygın sıfatıyla “Cevizkıran” olarak betimlenen türe gelince... Bu fosil ilginç bir raslantı olarak 1959 yılında, C. Darwin’in ünlü yaptı The Origin of Species (Türlerin Kökeni) adlı kitabının yayınlanmasından tam 100 yıl sonra, Doğu Afrika’da (Olduvai Boğazı’ında) ele geçmiştir. Sağlam ve iri yapılı azı dişlerinden ötürü “Cevizkıran” adını da almış olan bu türün erkek ve dişileri arasındaki bedensel farklar (dimorphisim) dikkati çeker.

 

Kafatasının tepsinde, gorillerde olduğu gibi, arkadan öne doğru bir kemik çıkıntısının (cresta sagitalis) olması ilginçdir. Bu çıkıntının anatomik nedeniyse, çene kaslarının güçlendirilmesi ve gerçekten sert nesneleri çiğneme/öğütme olanağını sağlama amacına yöneliktir. İlk bulunan örnek, Potassium- Argon yöntemiyle yaklaşık 1.700.000 yıl öncelerine tarihlenmiş olup, beyin hacmi 530 cc olarak saptanmıştır. Boyunun yaklaşık 130 cm, vücut ağırlığının ise 37 kg dolayında olması gerekir.

 

Günümüze ulaşan bazı fosil kemiklerin üzerinde izlenen diş ve pençe izleri, bu türe mensup bireylerin bazılarının leopar ve benzeri hayvanlara yem oldukları ve böylece yaşamlarını yitirdikleri, ayrıca bazılarının da öldükten sonra leşlerinin de sırtlanlar tarafından parçalandığını göstermektedir.

 

A. robustus’un (bir dönem süresince kullanılan eski adlarıyla Paranthropus robustus veya Paranthropus crassidens’in) bilim dünyasına tanıtılması XX. yüzyılın ilkyarısına kadar geri gider. Latince “robust” sağlam yapılı ve güçlü anlamına gelir. A. robustus olarak sınıflandırılan örneklerinin diğer Australopithecus’lara kıyasla sağlam yapılı, tıknaz ve güçlü bireylerden oluşmuş olduğu anlaşılmaktadır. Bu tıknaz beden yapılarıyla doğru orantılı olarak azıdişleri de sağlam ve iri yapılıdır, ancak öndeki kesici dişleri (incisor) fazla büyük değildir. Yiyeceklerinin daha ziyade (azıdişleriyle) kırılması/ezilmesi ve çiğnenerek öğütülmesi gereken türdeki kabuklu yemiş ve bazı bitki kökleri gibi sert nesnelerden oluştuğu anlaşılmaktadır. Azıdişlerinin minelerinin dikkati çekecek kadar kalın olması da bu yargıyı destekler.

 

Bazı örneklerin kafataslarının üzerinde/ortasında, A. boisei’lerde olduğu gibi, altçeneye güç/kuvvet sağlayan kasların bağlandığı önden arkaya doğru bir kemik çıkıntısına da (cresta sagitalis) rastlanır. Boyunun 125 cm dolayında, vücut ağırlığının ise 37 kg civarında olması gerektiği hesaplanmıştır. Kafataslarının ön kısımları (yüzleri) yassı ve geniş bir yapı gösterir ve bu örneklerle yaklaşık 2 ile 1 milyon yıl önceleri gibi oldukça geç tarihlerde karşılaşılır.

 

Yaklaşık 1 milyon yıl öncesinden itibaren Australopithecus’ların bütünüyle ortadan kalktığı, yok oldukları görülür. Australopithecus’lara ne olmuş ve uzunca bir süredir Doğu ve Güney Afrika’da yaşamlarını sürdüre gelen bu canlılar niye ortadan kalkmışlardı? Ekolojik kanıtlar, zaman içinde Australopithecus’ların yaşadığı bölgelerde (Doğu ve Güney Afrika) öncekine kıyasla daha serin ve kurak bir iklimin egemen olmaya başladığını, ormanlık alanların büyük ölçüde azaldığını ve bunun doğal sonucu olarak da otlaklar ve çayırlık alanların (savanna) arttığını göstermektedir. İklimsel değişime bağlı olarak oluşan bu yeni yaşam/çevre koşulları, büyük bir olasılıkla daha önceki duruma biyolojikf7 anlamda belli bir ölçüde uyum sağlamış olan Australopithecus’ların köklerinin kuruması ve yok olmalarına neden olmuş ve (zaman içinde çeşitli alt ayrımları ile birlikte) bütünüyle yeni bir insan türünün (Homo’nun) eski dünyaya egemen olması sonucunu getirmiş olabilir. Anlaşılan, böylece zaman ve mekân eksenleri doğrultusunda Australopithecus’lar evrimsel işlevlerini tamamlamış, yerlerini başka bir türe bırakmış ve sonuçta yaşam platformunu da terk etmişlerdir.

 

Herhalde artık sorulması gereken sorular “söz konusu bu türün insanın evrimsel geçmişindeki yeri nedir, nereye yerleştirilmelidir ve maddesel nitelikte olan kültürel özellikler var mıdır?” olacaktır. Genel kanı, Australopithecus’lar insansılar arasında yer aldığı ve insanın insanlaşma aşamalarının, en eskisi olmasa dahi öncül evrelerinden birini simgeledikleridir.

 

Ancak, günümüzde insanı insan yapan temel özelliklerinden biri olarak kabul edilen ve gerçekten de çok önemlilerden birini oluşturan alet yapma yeteneğine (başka bir deyişle söz konusu bu teknokültürel niteliğe) sahip olmadıkları yani maddesel kültür ürünleri oluşturmadıkları, başka bir deyişle alet yapmadıkları, buna rağmen bazı bedensel özellikleri bakımından kuyruksuz maymunlardan ayrıldıkları ve bu anlamda, zaman çizisi boyunca da insanın insanlaşma aşamasının Doğu ve Güney Afrika’ya özgü öncül evrelerinden birini oluşturdukları söylenebilir.

 

(*) Paleoantropolojik içerikli olarak kaleme alınan, dipnotun kullanılmadığı bu yazı Australopithecus’larla ilgili “Seçilmiş Kaynakça”da belirtilen yazarlara ait görüşlerinin genel bir özetini oluşturur. Ulaşılan sonuçlardan yazar sorumludur.

 

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA

 

Arsuaga, J. L. – I. Martinez, The Chosen Species- The Long

 

(2006) March of Human Evolution. Blackwell Publishing, Oxford.

 

Day, M. H., Guide to Fossil Man- A Handbook of Human

 

(1986) Palaeontology. Cassel and Comp.Ltd., London.

 

Johanson, D. – B. Edgar, From Lucy to Language. Simon and

 

(1966) Schuster, New York.

 

Jolly, C.J., “Fifty Years of Looking at Human Evolution- Backward,

 

(2009) Forward and Sideways”, Current Anthropology.

 

50(2): 187-199.

 

McKie, R., Dawn of Man- The Story of Human Evolution.

 

(2000) Dorling Kindersley Publ.Inc., New York.

 

Pollard, K.S., “What Makes Us Human?”, Scientific American,

 

(2009) 300(5): 32-37.

 

Sawyer, G.J. – V. Deak, The Last Human- A Guide to Twenty

 

(2007) Two Species of Extinct Humans. Yale University Press, London.

 

 

 

b080300.jpg

a.bosei kafatası

 

Saygılar...

DİPNOT...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KENDİSİNDEN ÖNCE BAŞKALARINI DÜŞÜNENLER (ALTRUİZM)

 

Ben az geri gidiyorum sayın DIPNOT :)

 

Gecen de bi yazı okuduydum, söz konusu başkalarını düşünenler ile ilgili az..

 

Bir genc kız yaşlı bir kadını görüyor, sokak' ta.. karşı tarfa gecmek istediğini ve yardımcı oluyor.

 

O ara ne oluyor ise.. kız sokağın ortasın da bayılıyor.

 

Yaşlı kadın, hemen bir taxi durduruyor... kızım rahatsızlan dı eve götürmeme yardımcı olurmusunuz diyor.

 

ve taxi söförü tabi ki götürüyor evine kadar, hata eve bile cıkarıyor.

 

Yoluna devam eden söför az sonra cep telef. dan bir ses duyuyor.. kendisininkisi olmadığını anlayınca,

 

arka koltukta olan cep tel. fark edip bakıyor.

 

Telefon' da bir babanın sesi: Kızım nerede

 

Söför ise, kızınızı az önce annesi ile birlikte evine götürdüm yanıtı oluyor tabi ki.

 

Diğer taraf' ta ise babası,olmaz bu imkansız diyor.. çünkü annesi şuan yanım da.

 

ve adresi veriyor söför... sonunu sanırım az cok tahmin edersiniz.

 

Kimi zaman başkalarını düşünelim derken, bu durumlarla da karşılaşabiliyoruz demek...

 

Saygılar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

Robot-böcek geliştirecekler

Japon araştırmacılar, böcek beyninin şemasını çıkararak robot-böcek geliştirmeye çalışıyor. Araştırmacılar, böceklerin beynini kopyalayıp onları belirli işleri halletmek için programlamayı hedefliyor.

 

 

50545372.jpg

 

 

 

Tokyo- Tokyo Üniversitesi'nin Bilim ve Teknolojik Araştırmalar Enstitüsü'nde görev yapan Profesör Ryohei Kanzaki ve ekibi, yaklaşık 30 yıl böcek beynini araştırdı ve makine-böcek yaratma konusunda öncü oldu.

 

Böceklerin beynini kopyalayıp onları belirli işleri halletmek için programlamayı hedefleyen Japon bilim adamlarının bu çabasıyla polisin uyuşturucu aramak için "robot-kelebek sürüsünden" ya da depremin ardından enkaz altında kalanların bulunması için robot-arılardan yararlanması, artık sadece filmlere özgü senaryolar olmayabilir.

 

İnsan beynini anlayıp kaza veya hastalık sonucu zarar görmüş sinir bağlantılarını yapay olarak yeniden oluşturma hedefiyle yola çıkan Kanzaki, önce bunu yapabilmek için böceklerin "beynini" incelemeye başladı.

 

Araştırmacı, böcek beynindeki sinirlerin insan beynindekilerden daha az ve küçük olmasına rağmen, "Her şey boy değildir diyerek" araştırmaya devam etti.

 

Böceklerin beyin yapısının, uçarken başka bir böceği yakalama gibi karmaşık akrobasi hareketlerini kontrol edebildiğini gören Kanzaki, bu durumun, yüz milyon senelik evrim sonucu, böceklerin beyninin "mükemmel yazılım paketi" barındırdığının göstergesi olduğunu ifade etti.

 

Japon bilim adamının ekibi, daha önce genlerini değiştirdikleri bir erkek ipekböceğinin artık kokuya değil, ışık veya başka bir güvenin yaydığı kokuya tepki vermesini sağlamıştı, Kanzaki de elektronik devreler yardımıyla yapay böcek beyni şemasını çıkarmaya çalıştı.

 

Kanzaki ve ekibi, bir deney sonunda, küçük, bir tür pilli arabayla donatılmış erkek böceğin, araştırmacıların dişi böceğin kokusunu verdiği bölgeye doğru aracı sağa ya da sola yönlendirebildiğini gördü.

 

Bilim adamı Kanzaki'nin ekibi, 90'lı yıllardan bu yana yarı makine yarı böcek, yarı robot yarı böcek yaratma projeleri üzerinde çalışıyor. Japon araştırmacıların nihai hedefi, böceklerin beynini kopyalayıp belli işleri yapmaya yönelik programlamak.

 

Uzmanlar, bu tip genetik değişimlerin kilometrelerce uzakta saklı bulunan uyuşturucu, maden, zehirli gaz veya enkaz altında sıkışmış insanları bulabilecek robot böceklerin yapılmasına yol açabileceğini vurguluyor.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

muzikf.jpg

 

Manyetik rezonans cihazının (MR) yardımıyla beynin müziği "dinlendi."

 

ABD'deki Hartford Üniversitesi'nden felsefe profesörü Dan Lloyd, MR görüntüleri ile müziği birleştiren bir bilgisayar programı tasarladı.

 

Lloyd, bilgisayar oyunu oynarken, oyundaki manzarayı izlerken ve dinlenirken MR ile beyninin görüntülerini aldı.

 

Aynı zamanda etkin hale gelen bölgeleri belirleyen bilim adamı, bu bölgelerin her birine bir ton verdi. Sesin kuvveti bu bölgelerin faaliyet yoğunluğuyla bağlantılıydı.

 

Sonuç olarak, bilim adamının hareketlerinin değişmesiyle ilginç bir melodi ortaya çıktı.

 

Bununla da yetinmeyen Lloyd, aynı deneyi başka sağlıklı kişiler ve şizofreni hastaları üzerinde de yaptı. Şizofreni hastalarında müzikal değişimlerin daha belirgin olduğu görüldü.

 

Konuya ilişkin makale, Le Monde gazetesinin internet sitesinde yayımlandı. "Beynin melodisi" internetten dinlenebiliyor.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.