Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Garip


Önerilen İletiler

Seni gecenin, soğuğun ve kalabalığın içinde görünce dilime gelen bu oldu: Garip. Sen garipsin. Görüyorum. Şimdi bu kanepede otururken gözlerine, onlardaki gurbete bakıyorum. Gurbetin bir resmisin sen. Seni sadece bu sözcük anlatabilir. Gurbet kimi insana hal, kimisine mekan olurmuş. Senin halin garip. Garip bir mekânda duruyorsun. Sessiz, öylece, saatlerce...Gözlerini benden kaçırıyor, birkaç saniye sonra tekrar dönüyorsun. Hallerine bakıyorum günlerdir. Baktıkça görüyorum ki, içindeki derinliğe doğru kayboluyor, gizleniyorsun. Sırlanmışsın meğer gözlerimden. Seni tanıdığımı sanıyordum, yanılmışım. Sana baktıkça temizleniyorum. İçimde, üzerimde fazla ne varsa kurtuluyorum. Gözlerine baktıkça beni gurbetine çekiyorsun. Oraya girdikçe de sessizliği, alçakgönüllülüğü, tevekkül ve sabrı öğreniyorum. Belki bir adın da edeptir. O ancak sabırla öğrenilebilir. Gerçi bunun öğrenilebilir bir şey olmadığını biliyorum. Bunu da senden öğrendim. Seninkisi sadece sessizlik. Sanki bir daire var, benim göremediğim ama hissettiğim bir oluş dairesi, onun bir yerine yerleşmişsin. Sakin. Sessiz. Hareketsiz, durgunsun ve bu haldeyken bütün alem yıkılsa dönüp bakmıyor gibisin. Bu beni büyüledi biliyor musun? İlk gördüğümde sanki bir buluta girdim, karla kaplı bir dağda doruktan aşağı yuvarlandım ve o yumuşacık karın içinde kayboldum, ruhuma öyle bir sızdın ki, yüzümün, göğsümün, parmak uçlarımın gözeneklerinden girerek bedenime, onu konuk eden canın sırlarına öylesine sirayet ettin ki, beni kuşattın, merhametle sarıp sarmaladın, yaralarımı acıtmaksızın, hafif dokunuşlarla pansuman yapar gibi onları iyileştirdin, içimdeki uğultular dinmeye başladı.

Hissettirmeden ruhuma sızarken sana yaşattığım acıları düşünüyordum. İnsan ancak kendi gönlüne sefer edebilirmiş ya, sen de benden kendine kaçmış, içini bir gurbet yapmıştın. Sana bakınca o gurbetin kuytularını gördüm. İçinde ne çok ıssız yerler vardı. Yüksek tavanlı ve sonu gelmez bir mağara gibiydi için. Girince sessizlik...kimsesizlik...gariplik...dayanılmaz bir belirsizlik...boşluk...kin, pişmanlık, merhamet, öfke herhangi bir duygunun olmadığı, sadece sessizlikti için. Gözlerin içindeki o büyük boşluğun kapısı. Bakınca kapı yavaş yavaş açılıyor, içeri alıyordun. Ne kadar masum bakıyorsun. Bu beni nasıl üzüyor bilemezsin. Birbuçuk yıl boyunca her gün benden bir haber bekleyerek sabahladığını söylerken evin kapısına gelmiştik. Kapıyı açmak için anahtarı aradım. Bulamadım. Anahtarı birkaç saat önce kabanımın sol iç cebine koymuştum. Yoktu. Dışarıda kaldık. Göğe baktın. Yıldızlar ne güzel görünüyor, dedin. Evet dedim, burada gece ışıklı değildir, gündüzden farkı belirgindir. Tahmin ediyordum, dedin. Neyi? Böyle bir yerde yaşadığını. Ama sana ağaçlardan söz etmiştim. Evet. Bak bu kara erik, hani pencereden bakınca sadece bir dalını, ondaki çiçekleri gördüğümü yazdığım...Dalı okşar gibi tuttun. Kurumuştu. Ölüyor, dedin. Sesindeki korkuya baktım. Ne kadar uzaktı. Kuruyup sararmış yapraklarındaki minik damarların arasından yıldızlara bakmaya çalıştın. Orada gözlerin tutunduğu bir şey bulabiliyor insan. Bak buradan bakınca başka türlü görünüyor. Oradan yıldızlara değil kendi yarasına bakabiliyor insan, sanki hayatın son anıymış gibi. Öyle değil midir zaten? Öyle ama insan kabullenmek istemiyor. Ben senden bir kelime, tek bir ses bekledim aylarca. Bana anlamsız da olsa bir sözcükle seslen diye bekledim. Bu umursamazlık insanı nasıl yıkıyor bilemezsin. Şimdi bilmeye başladım sanıyorum. Neden? Yanındayken seni özlüyorum. Gözlerine bakarken parmaklarını özlüyorum. Saçlarını okşarken dudaklarını özlüyorum. İnsan niçin özlüyor? Nasıl bişey bu? Neden bu kadar çoğalıyor, büyüyor her şey. İnsan nasıl tahammül edebiliyor? Hepimiz aynı hikayenin içinde gibiyiz. Bak bu kayısı. Bunun tomurcuklarına iyi bak. Nisanın ilk haftası açıyorlar. Kendilerini açarak bir şey söylüyorlar. Ne diyorlar? Onlarda da bir şevk var. Bir arzuyla kıvrandıkları hissediliyor. Bu elma. Önce pembeleşiyor, kırmızıya dönüşüyor sonra. Kokusu bayıltıcı. Duvarın dibindeki leylak gibi. Toprağa köklerini öylesine salıyor ki, küçük dallar fışkın vererek yerden havaya, göğe doğru bir seyre çıkıyor. Onları görebiliyorum. Üç yıl öncesine kadar şehir merkezindeki üç katlı binanın kuzey cepheli dairesinde yaşarken göremiyordum. Ağaçları, yıldızları, kayaları, toprağı, kekikleri, yaban tavşanlarını, gelincikleri, tilkileri, bazen arabamın aynasına konan baykuşu göremiyordum. Seni de görememişim. Sen ne kadar safsın. Arı durusun. Sana bakınca sanki toprağı avuçluyorum. Ne kadar zarif görünüyor dudakların. Yandan bakınca, ön üst dişlerin hafif tavşansı, onları örten üst dudağın ne kadar tatlı görünüyor. Ona bakınca içimdeki arzu büyüyor. Seni çok arzuluyorum. Gözlerin sonra. İri, ela, kaşların siyah. Onlara bakıyorum. Sana bakınca çevreden kopuyorum. Nesneler silikleşiyor, yok oluyor. Bir şey bırakmıyorsun. Beni de tutukluyor, kendine, ruhuna doğru çekiyor, yok ediyorsun. Efsunlu bir şey var gözlerinde, duman gibi, buluta benzer bir belirsizlik. Büyülüyor işte. Onlara bakınca yani gözlerine ruhunun uçlarını görüyorum. Ruhun nasıl bir şey olduğunu bilemiyor işte insan, hani sana ruhtan soruyorlar, de ki o Rabbimin bir emridir. Bunu ilk duyduğumda emr kelimesinin anlamını bilmiyordum. Buyruk sanıyordum, emretmekle ilgili bir şey. Emr'in 'iş' olduğunu söylemişti sorduğum biri. İş...bunun da bir anlamı yok ki. Ne işi? Bunun ruhla ne ilgisi olabilir? Senin benimle ne ilgin var? Ben seni seviyorum işte, bu nereden nasıl geliyor, bu ateşi içime kim, nasıl düşürüyor? Nedir bu beni sana seni bana yönelten şey? Bu meyil nasıl akıyor? Seni görmeyince neden üzülüyorum? Yanındayken seni niçin özlüyorum? Sen kimsin? Ruh nedir? Senin ruhunu nasıl bu kadar hissedebiliyorum? Beni böyle kendine nasıl bağlayabiliyorsun? Kendimi neden yitiriyorum? Bu nedir peki? O ceviz. Gerçekten mi? Evet, bodur ceviz o. Kuru yaprağı koparıp eziyor, kokluyorsun. Cevizin kokusu yüzünden yayılıyor. Bunları sen mi diktin? Evet. İlginç olmalı. Evet. Bir Amısh'in sözünü hatırlıyorum, bir filmden. Bankacı bir adamla karısı mali polisten kaçıp onlara sığınıyorlar. Adam, senin kuzeninim diye yalan söylüyor. Amısh farkında ama belli etmiyor. Ekim zamanı geliyor. Bizim bankacı mısır ekimine yardımcı oluyor. Birkaç hafta sonra zümrüt gibi parlayan mısır tarlasına bakarak kendinden geçiyor, 'inanamıyorum, bunu ben mi yaptım şimdi?' Amısh sakin, 'kuzen' diyor, 'ben de Tanrı'nın mucizelerine şaşırmaktan hiç usanmadım.' Kent dışındaki bu bahçeli eve taşınıp da domates, salatalık, biber yetiştirmeye başladığımda, yüzeydeki karı kazıyıp donmuş toprağı kazarak derinlerdeki ılık toprağa meyve fidanlarını gömdükten birkaç ay sonra çiçeklendiğini gördüğümde aynını hissetmiştim. O kaosun içindeyken de dünyanın rüya olduğunu bilirdim ama şimdi başka. Şimdi sen varsın. Senin acıların var. Çocukluğunu anlatırken söz ettiğin yalnızlık odası var. Bir kuyu gibiydi demiştin, odaya girince, derin, karanlık kuyuya inerdim sanki. Dünyanın dibine doğru...Yeraltına değil, kabuğuma çekilir, yalnızlığa dalardım. Şimdi oradan çıkmış gibisin. Cevizin yaprağını tekrar kokluyorsun. Ne düşünüyorsun, diye soruyorsun kitaplıktaki kanepede otururken. 'Masa üzerinde yarılmış bir nar gibi hissediyorum kendimi' diyorum. Gülümsüyorsun. Bunlar bitişik zamirlerdir bak, ben, sen, o...bunlar bir gün tenimizin toprağa düşeceği korkusu gibidir. Öyle bir çocukluktu işte benimkisi. Nasıldı? Yalnızdım, çok yalnız. Babamın bağırtıları, şiddeti ve öfkesi düşerdi ortalığa, evin kuytularına sızar, hepimizi bir köşeye, gizli çekmecelere, dolapları kemiren kurtların içine, annemin naftalinli çeyizlerinin arasına, içimde büyüyen o 'kahverengi dağ ölüsü'nün açık kalmış gözlerine dolardı. Keşke derdim bu kadar öfkeli olmasaydı babam. Annemi üzmeseydi. Ona sarılabilseydim. her şeyi konuşabilseydim. Akşam gelişini dört gözle bekleseydim. Ona onu sevdiğimi söyleyebilseydim....

Ağlıyorsun. Sessizce ağlıyorsun şimdi. İçim yanıyor sana bakarken, o iri, ela gözlerinden sızan yaş kızgın bir kurşun eriyiği gibi göğsüme akıyor, yakarak yarıp geçiyor.

Yarılmış bir nar gibiyim karşındaki bambu koltukta...saat beşi geçiyor...kulaklarım çınlıyor, uykusuz ve yorgunum. Tanelerim saçılıyor. Parmaklarına bakıyorum şimdi. Nasıl'ı ve niçin'i olmayan bir lütuf gibiler. Yanına sokuluyor, onlara dokunuyorum. Parmakuçlarımız birbirine dokunuyor usulca. Öpüşür gibi. Sende Kuddüs isminin tecellisi görünüyor. Tecelli cilvedir biliyorsun, cilve gerdek gecesi gelinin duvağını açmasıdır. Sana baktıkça, nesneler yok olup ruhun belirdikçe, bedeninin kıvrımları dağılıp kırıldıkça perdeler açılıyor, ruhunun gizleri saçılıyor birer birer. Şimdi bir sırrına bakıyorum. Onu kokluyorum. Seni her an farklı bir gözle görüyorum. Her an yeni bir yüzüne bakıyorum. Kesintisiz bir tecelli var yüzünde. Halin değişiyor, o sükunet ve edebin değişmiyor. O yorucu güzelliğine bakıyorum. İyi ki geldin. Gülümsüyorsun yine. Kelimelerin beni okşuyor sanki. Ne söylediğimin farkında değilim. Gerçekten mi? Evet. Hissediyorum. Gözlerin gülümseyince karaeriğin çiçeklenişini hatırlıyorum. Susuyoruz.

Susunca ince bir şeyin içinden geçiyoruz.

Öncekiler ve sonrakiler, sözün gelişi, lafın geçişidir.

Buradasın ya, bu bana yetiyor. Benim için tek gerçek bu. Buradasın. Yanımda. Karşımdasın. Sana dokunabiliyorum. İçimdesin ya hayali bile cihana değer bir sırrın içindeyiz işte. İyi ki geldin. Seni bekliyordum, yıllardır seni gözlüyordum. Geldin sonunda.

Şafak söküyor.

Yorgunsun, uyumak ister misin?

Hayır, oturmak istiyorum.

Hep böyle kal e mi. Yanımda ol. Beni bırakma nolur. Seni bırakmayacağım söz. Beni terk etme. Sensiz yaşayamam. Şiişşşşt...suss lütfen...biraz sessizlik. Gözbebeklerine bakıyorum, senden başka bir şey yok artık, her şey sensin. Hepimiz sendeniz. Sen nursun, keşifsin sen. Seni keşfediyorum, sana baktıkça bir yönünü açıyorsun bana.

Bakıyor, bir gülünü deriyorum. Bakıyor, bir kokunu alıyorum. Bakıyor, bir sesini duyuyorum. Bakıyor, bir sözünü görüyorum.

Bir acın diniyor. Bir yaran iyileşiyor. Parmakuçlarını öpüyorum, usulca çekiyorsun.

Dokunma lütfen... Sakin ol lütfen, ağlama nolursun, dayanamıyorum yapma bunu. Bak buradayım. Bu dünyanın dışındayım, senin koynundayım. Suretin ve gerçeğin bir değil görüyorum.

Hadi Kurosawa'nın Düşler'ini seyredelim.

Peki.

Böyle yap evet, bana hep peki de, bak iç ve dış bir olunca alemin manası beliriyor. Alem uzlet demektir. Şimdi, bu odada, güneşin camlardan yerdeki kilimlere düştüğü alemde ikimiz uzletteyiz. İki değiliz, biriz. Bir'leyiz, birbirimizi birliyoruz.

Nolur öyle bakma. Utanıyorsun. Sen edepsin, edebin kendisisin. Nasıl böyle zarif olabiliyorsun? Sana bakınca nur görüyorum. Sen keşfediyor, keşfettiriyorsun.

Sen benim dileğimsin, ama tuhaf değil mi benden kaçmıyorsun?

Düşler'in en güzelini, su değirmeni düşünü seyrediyoruz.

Çark dönüyor, su akıyor, yaşlı kadın ölüyor, sevgilisi onu neşe içinde uğurluyor, sen karşımda oturuyorsun, sana sürekli bakıyorum, ben baktıkça sen yenileniyor, büyüyorsun; içinin parıltısı artıyor, bir fanus gibi görünüyorsun, için yanıyor, yandıkça beni yakıyor, bize bir kez bakmış olmalı, bizi yaratıp bırakmamış, bize nazar etmiş olmalı ki bizi perdeliyor.

Perdeyi açsana. Gün ışıyor.

Hadi uyuyalım artık.

 

sadık yalsızuçanlar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.