Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

30 Mart l972 Kızıldere unutulmayacak!


Yayamaz Kayımca

Önerilen İletiler

‘KIZILDERE OPERASYONU’NDA GÖREVLİ OLAN MEHMET EYMÜR ANLATIYOR: “Dağ köyünde ölümü tercih edenler”

 

 

 

Saat 14.30 sularındaydı. Her tarafımızdan mermiler vınlayarak geçiyordu. Helikopterle gelenler tepeden aşağıya doğru kaçtılar. Biz yere yattık. Ben küçük bir makine ile fotoğraf çekmeye çalışıyordum.

Alay komutanı megafonla ateş kesilmesini emretti. Askerler ateşi kestiler. Ancak evden silah ve el bombalarının atılmasına bir süre daha devam edildi. Megafonla tekrar çağrı yapıldı. Ancak bu sefer cevap veren olmadı. 15-20 dakika sonra çatışma tekrar başladı. Ortalık toz duman olmuştu. Bu sefer çatışma daha uzun sürdü. Evden hiç ses gelmiyordu. Megafona da cevap veren olmadı. Çelik yelekler giymiş bazı subaylar hazırlanmıştı. Evin çatısından ve muhtelif yerlerden binaya girildi. Hiç mukavemet olmadı. Bir müddet sonra çelik yelekliler kapıdan dışarıya çıktı. Eve gittik. Manzara korkunçtu. Birçoğu ellerinde patlayan el bombaları ile parçalanmıştı. Saffet Alp henüz yaşıyordu. Ancak el bombası karnını parçalamış ve organları dışarı çıkmıştı. Birkaç dakika sonra öldü. Koridor ceset doluydu. Çatıya çıkan merdiven altında yere oturmuş vaziyette üç İngiliz elleri arkalarından bağlı ve birbirlerine yaslanmış vaziyette duruyorlardı.

 

Hepsi de başlarından vurularak öldürülmüşlerdi. Fotoğrafla durumu tespit ettik. Ölenlerin bir kısmı teşhis edildi. İngilizlerle birlikte 13 ölü vardı. Çok yorgun ve uykusuzduk. Oradan ayrıldık ve Niksar’da üstümüzü değişip yola koyulduk. Şoför gece dinlenmişti. Yol boyu uyukladık. Bolu’ya geldiğimizde haberlerden Ertuğrul Kürkçü’nün sağ olarak samanlıkta yakalandığını öğrendik.

Kaynak: ‘Bir MİT Mensubunun Anıları’, Mehmet Eymür,

Milliyet Yayınları, 1991.

 

***

ON’larla birlikte Özenç de anıldı

 

Mehmet Antmen

 

30 Mart günü, ON’lar için, hemen hemen tüm kentlerde coşkulu bir şekilde biraraya gelindi. Şiirler okundu, türküler söylendi, slayt gösterileri ve konuşmalar yapıldı.

Bir anma da Adana’da gerçekleştirildi. Ancak, benim için o günün başka bir anlamı oldu. Bir gün önce Mustafa Özenç’in kardeşi telefonla aradı, “Yarın ailecek Adana’ya abimin mezarına geliyoruz” dedi. Ertesi gün 30 Mart’tı ve çok anlamlı bir günde oğullarını ziyarete geliyorlardı.

Sabah 8’de buluştuk onlarla. Gerçekten de ailecek gelmişlerdi. Özenç’in annesi, babası, kardeşleri, onların eşleri ve üç çocukları…

Yaklaşık 4 saat mezarlıkta birlikte kaldık. Mezarı temizledik. Samsun’dan getirdikleri bir çuval toprağı mezara döktüler. Bense mümkün olduğunca babayla sohbet etmeye çalıştım.

 

Erkek kardeşleri daha önce birkaç kez Adana’ya gelmiş ve onlarla sohbet olanağı bulmuştum. Ama babayla ilk kez karşılaşıyor, işin açıkçası biraz da çekiniyordum. 75 yaşında, oldukça muhafazakâr bir babaydı ve oğlunun yaşadıkları nedeniyle arkadaşlarını suçluyor olabilirdi. Saatlerce konuştum onunla. Konuştukça açıldı, açıldıkça konuştu. Özenç’in idam edildiği günü anlattı. İdam öncesi yapmaya çalıştıklarını ve yapamadıklarını...

İdamından hemen önceki gün açık görüş yapıp oğlunu nasıl sardığını, kucaklaştıklarını, oğlunun arkadaşları hakkındaki düşüncelerini ve her şeyden önemlisi oğlunu anlattı; ne kadar cesur, ne kadar zeki, ne kadar sevgi ve yaşam dolu olduğunu...

 

Özenç’in babası anlatırken bazen omzumu, bazen kolumu tutuyordu. Ve hemen her iki üç cümlesinden biri “allah sizden razı olsun oğlum” oluyordu. “Oğlumu sahipsiz bırakmadınız, oğlumu mezarsız bırakmadınız, siz olmasaydınız belki bu mezar burada kalmayacaktı ve biz perişan olacaktık...”

Dört saat boyunca o anlattı, ben dinledim. Ama dört saatin sonunda, geldikleri gibi sessiz sedasız gittiler. Dört saatlik yoğun bir paylaşımdan sonra gittiğim Kızıldere anmasında aklımda hep bunlar vardı.

Anmaya ne kadar konsantre olabildim bilemiyorum ama yaşamımın en güzel, en anlamlı günlerinden birini yaşadım. Adana

 

***

Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO)

 

THKO, 4 Mart 1971 tarihinde kamuoyuna deklare edilen bir bildiriyle kuruldu. THKO, 1960’lı yılların

ikinci yarısında başlayan öğrenci eylemlerinde,

anti-emperyalist direnişlerde, köylülerin toprak mücadelesinde öne çıkan, önderlik eden gençlerin omuzlarında yükseldi. THKO, anti-emperyalist bir başkaldırının adıydı. Ama aynı zamanda saflığın, temizliğin, yeniyi istemenin ve bunları yaparken de çocukluğun, acemiliğin, kendi gücünü abartmanın, devletin gücünü önemsemememin adıydı. Saflığı,

belki de daha çok buradan kaynaklanıyordu.

Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun gerçek mimarı, tezlerinin sahibi, örgütleyicisi ODTÜ öğrencisi Hüseyin İnan’dı. THKO’yu kuran kadrolar içerisinde Hüseyin İnan, Cihan Alptekin, Deniz Gezmiş, Ömer Ayna,

Yusuf Aslan, Sinan Cemgil, Teslim Töre, Hacı Tonak, Mustafa Yalçıner, Kadir Manga, Alparslan Özdoğan, Nahit Tören, Fevzi Bal, Yavuz Yıldırımtürk gibi gençlik ve köylü önderleri bulunuyordu.

THKO, varlığını sürdürdüğü dönem boyunca, dünyanın ve Türkiye’nin meseleleriyle ilgili teorik bir metin ortaya koyamadı. THKO açısından askeri faaliyet ve ordunun eylem içinde partiyi yaratma düşüncesi önem taşıyordu. Tek teorik metinleri, Hüseyin İnan’ın hapishanede kaleme aldığı ‘Türkiye Devriminin Yolu’ adlı broşürdü.

Soygun yaptılar, adam kaçırdılar, dağa çıktılar gerilla oluşturmak istediler, Nurhak’ta Kızıldere’de öldürüldüler. Ama hiçbir cana kıymadılar.

THKO’yu kuran çekirdek kadro içerisinde yer alan gençlerden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan idam edilerek; Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alparslan Özdoğan Nurhak dağlarında; Ömer Ayna ve Cihan Alptekin Kızıldere’de öldürüldüler. Diğerleri 12 Mart koşullarına direnmeyip yakalandılar. Çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar.

12 Mart sonrası THKO davası sanıkları bölündüler. THKO kökenli HK/TDKP (Halkın Kurtuluşu/Türkiye Devrimci Kurtuluş Partisi) ve Mücadelede Birlik/TKEP (Türkiye Komünist Emek Partisi) böyle doğdu. Kimi teorik ve pratik konularda anlaşamıyorlardı ama iki grubun da birleştikleri bir nokta vardı: THKO’nun

eylem çizgisinin eleştirisi. İnönü Alpat

 

***

Ömer Ayna

 

1952 Diyarbakır, Dicle doğumlu. THKO kurucularından ve önemli kadrolarından, THKO’nun İstanbul eylem grubu içinde yer aldı. Gaziosmanpaşa İş Bankası ve Unkapanı Ziraat Bankası soygunlarına katıldı. Unkapanı soygunundan sonra yakalandı. 30 Kasım 1971 günü Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz ile birlikte Maltepe Askeri Cezaevi’nden firar etti. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını önlemek amacıyla THKP-C’nin ve THKO’nun aldıkları ortak eylem kararı uyarınca Karadeniz kırsal alanına geçti. 30 Mart 1972’de Kızıldere’de yoldaşlarıyla birlikte katledildi.

 

***

‘HATIRLA SEVGİLİ’NİN ‘DENİZ’İ BarIŞ Koçak:

Ölseler de aslında kazandılar

 

Hatırla Sevgili dizisinde en çok o konuşuldu. Benzerliği kadar oyunculuğuyla da adından söz ettiren Barış Koçak, Deniz Gezmiş rolünü hakkıyla verdiğini söylüyor. “Deniz Gezmiş’e benzerliğimi ben yıllar önce fark etmiştim ve ona benziyor olmak benim için gurur verici” diyen Barış Koçak’la bir araya geldik, hem kendi serüvenini hem de rolünün kendisine kattığı sorumluluğu konuştuk.

 

GÜLŞEN İŞERİ

 

»Deniz Gezmiş rolünü nasıl kabul ettiniz?

Hemen kabul ettim. Düşünecek bir şey yoktu. Benim en büyük sorunum kilolarımdı. Diyet yaptım, iki hafta gibi kısa bir sürede Deniz Gezmiş’in her şeyini okuyup bitirdim. Ve yine iki haftada 8 kilo verdim. Deniz Gezmiş rolü için biraz farklı düşünüyorum tabii, çünkü çok çok önemliydi. Herkes tarafından sevilen bir insandı, anlatmakla bitmez. O yüzden burada duygumu çok iyi katmam gerekiyordu.

 

»Nasıl geldi bu teklif, biraz bu süreçten söz eder misiniz?

‘Umut Adası’ adlı bir sinema filminde oynamıştım. Onun montajında görmüşlerdi ve o şekilde bana teklif edildi. Ama ben de biliyordum Türkiye’de Deniz Gezmiş’e benzeyen tek kişinin ben olduğumu.

 

»Bu, sizi mutlu etmiş gibi…

Tabii ki. Çok güzel bir olay Deniz Gezmiş’e benziyor olmak.

 

»Bu benzerliği fark ediyorsunuz, üniversitedeki algılamanız nasıldı?

O yıllara baktığım zaman herkesten daha iyi biliyordum Deniz’i. Ama birebir çok fazla irdelemedim. Mesela benim bıyıklı halimin Deniz Gezmiş’e ne kadar çok benzediğini internette gezinirken gördüm. Nasıl benzerlik diye kendimde şaşırdım.

 

»Deniz rolünü üstlenmenizdeki en büyük amaç neydi?

Ben bu işi yaparken bile çok cüzi rakamlar aldım. Ama benim ideallerim vardı, ben Deniz Gezmiş’i hakkıyla oynamak ve onu iyi bir şekilde temsil etmek istedim. Bizim neslimiz oldukça fazla bunlara da bir şeyler anlatmak gerektiğine inandım…

 

»Anlatıldı mı peki?

Ben kötünün iyisini yaptığımıza inanıyorum. Daha da iyi anlatabilirdik. Türkiye şartlarında bu kadar oluyor gerçekten. Bence bir kıvılcım yaktık. Bundan sonrakiler daha da iyi olacak.

 

»Deniz Gezmiş’le ilgili her ayrıntıya baktınız mı?

Burada en önemli olan kişi Mustafa Yalçıner’di. Ondan çok şey öğrendim. Mustafa abi de Deniz Gezmiş’in en yakın arkadaşı, onun bana çok yararı oldu. Onun karşısına geçerek saatlerce çalıştım.

 

»Deniz Gezmiş’in en çok hangi hali sizde derin izler bıraktı?

Deniz’in idama giderkenki korkusuzluğu. En çok oraya vuruldum. Hangi insan bu kadar cesur olabilir?

 

»Dizide oynadığınızda onları daha iyi anladığınızı hissetiniz mi?

Tabii ki… Yaşamaya çalıştım, anlamaya çalıştım… Yüreğini ortaya koyarsan bu işi başarırsın. Anlamaya çalıştığım için süreci daha iyi oynamaya çalıştım. Kendimi gerçekten verdim rolüme. Ben de yüreğimi ortaya koydum. Düşünsenize Denizlerin yakalandığı Gemerek’te (çekimleri Eskişehir’de yapmıştık) 3 gece sabahladık o kışta, soğukta… O duyguyu kısmen de olsa yaşadık. Düşündüm gerçekten, o motorla o soğukta kalk git… Nasıl bir cesarettir...

 

»Gelelim Kızıldere’ye ve Mahir Çayan’a…

Denizleri kurtarmak için giriştikleri son çare. Keşke o olaylarda olmasaydı… Tabii insan düşünüyor. Ölüme gideceğim arkadaşım var mı? Şu an için yok. Ama o dönemler öyle değildi ki. Mahirlerinki büyük bir cesaret, büyük bir korkusuzluk örneğidir. Canlarını ortaya koydular daha ne olsun.

 

»Mahir Çayan’ı ve Deniz Gezmiş’i, dizide de olsa, aynı karede görmek birçok insanı heyecanlandırdı. Sizde nasıl etkiler yarattı bu durum?

Evet Denizler benim için çok zordu ama aynı zamanda bir artıydı. Okudukça duygulandım. Duygumu katmamda gösterdikleri cesaret beni daha çok perçinledi. Türkiye’nin bağımsızlığını isteyen kişilerdi. Bu zamanı görmüş kişiler. İleriki zamanlarda Türkiye’nin dışa bağımlı olacağını bilen insanlardı, hâlâ öyle değil miyiz? Canlarını ortaya koymuşlar. Ben şimdi kimsede bunu göremiyorum. Mustafa abide görüyorum tabii. Neticede o dönemin insanı...

 

»Dizi bir şeyler kattı diyebiliriz ama neler öğretti?

Birçok şeyi bilmiyoruz ki hâlâ. Tam olarak hiçbir şeyi öğrenemeyiz zaten. Keşke herkes gerçeği bilse de doğru tarafın yanında olsa. Bir şeyler öğrettik, bunu alan aldı almayan almadı. Ben para pul demedim. Madem bu bir fırsat, bu yanıyla da olsa insanlara bazı gerçekleri göstermek gerekiyordu. Bu bir sorumluluk gibiydi benim için. İşkence olayları falan bence çok etkiliydi… Belki bizler biliyoruz ama bilmeyen çok kişi var. Onları göstermek inanılmaz önemliydi.

 

»Denizlerin ölümü size neler düşündürttü?

Eşitliği isteyen bir duygu var mı, var. Bir davaları da var. Ölseler de aslında kazandılar, buradan bakmak gerekiyor belki de... Ben de buradan bakıyorum.

 

İnsanlar için yaşadılar ve yine onlar için öldüler. Zaten orada kazandılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

PSİKOLOG GÖZÜYLE ON’LAR, DENİZLER, KAYPAKKAYA On yerinde yara bere...

 

 

 

Bu dere aktığı yere olan biteni anlatır mıydı gerçekten ya da bu teni kızıl olduğu söylenen su, sahiden söyler miydi o gençlerin neden vurulduğunu…

 

 

ONUR GÜLBUDAK (*)

 

Sol fikirli çoğu ailenin çocuğu ‘Kızıldere’ ifadesi ile küçük yaşlarda tanıştı… Her telafuzunda yaydığı ve bir çocuğun gözünden kaçmayacak o buğulu hüznü hissederek… 12 Eylül rejiminin acılı günlerinde çocuk olanlar ise, bir yerlerinde daima garip bir hüznün hazır beklediği, matemengizliği mülk edinmiş evlerde büyüdüler zaten… Çocukluklarının en alevli yılları, doğal yollarla ölmediklerini pekala anladıkları yakınlarının mezar ziyaretlerinde, hapishane kapılarında ve keskin gözyaşı kokuları arasında geçti.

 

O vakitler, o çocuk halimle, Kızıldere deseler, tereddüt etmeden ‘sonbahar’ derdim sanırım…

Belki de çoğumuz öyle derdik… Çocuklara özgü o metafori kabiliyeti bir tarafa, aslında Kızıldere katliamına ilişkin gördüğümüz fotoğrafların rengi, o vakitlere ait tüm eski fotoğraflarınki gibi sarı ile kahverengi arasıydı. 80’lerde doğan çocuklar, aldığı ağır top darbeleri ile omzu düşmüş o kerpiç evi, tam, dalları rüzgardan yan yattığı sırada deklanşöre basılmış birkaç kavak ağacını ve o benzi atmış göğü, hep sararmış gazete kupürlerindeki o güz’den halleriyle tanıdılar. Kızıldere’den usumuza yerleşmiş kareler halen bir bahar gününe iliştirilebilir gibi değil zira. O kerpiç ev, yıkılmış duvarlarının arasından kocaman bir sessizliğe benziyormuş gibi ve zaman zaman esen rüzgar ile hafifçe ürperiyormuş gibi sonbahardı çünkü.

 

HER ŞEYİN MÜSEBBİBİ, O ZALİM DERE

Henüz aklımız dünyadaki kötü ve iyi kahramanların kimler olduğuna tam olarak ermeden ve gazetelerin sararmış yapraklarındaki ‘kerpiç ev’ fotoğraflarını görmeden önce de, çoğu saz çalmayı bilen ebeveynlerimizden, artık Kızıldere denilen yerde ne yaşanmışsa bunun onları çokça acıttığını anlardık. Çizgi filmlerden iyi bilirdik ki, dünyada bir iyiler vardı, bir de kötüler… Annelerimiz ve babalarımız ise tartışmasız iyilerin tarafındaydı. Ellerine saz alıp da her Kızıldere dediklerinde onları bu kadar üzenler ise mutlaka kötüler olmalıydı.

 

Çok daha küçükken ise, yani Kızıldere’nin bir coğrafyayı tanımlayan bir ifade olduğunu bilmeden önce, fakat kızılın, kırmızının bir tonu olduğunu pekala öğrenmişken, annelerimizin ve babalarımızın çok sevdiği birilerinin rengi kırmızı bir derede boğulduğunu düşünür, olan bitenin müsebbibi olarak o zalim dereyi görürdük.

Bu dere aktığı yere olan biteni anlatır mıydı gerçekten, ya da bu teni kızıl olduğu söylenen su, sahiden söyler miydi o gençlerin neden vurulduğunu…

Bir, dere ile dertleşen, bir, ona kızıp hesap soran anne-babalarımız, derenin iyilerin mi yoksa kötülerin mi tarafında olduğu konusunda epeyce bir aklımızı karıştırmışlardı. Şimdi bu dere Şirinler’in tarafında mıydı, yoksa Gargamel ve şürekasının mı… O vakitler Yakari adında küçük bir Kızılderili çocuğun maceralarını anlatan bir çizgi film daha vardı. Yakari –ki kendisi iyiler dünyasının güzide bir ferdiydi – kötülerin kumpaslarından kurtulmak için çoğu kez küçük bir dereden yardım isterdi. O çizgi filmden, dereler ile insanlar arasında bazı duygusal ilişkilerin olabileceğini ve derelerin insanların zor zamanlarında yetişebileceğini çıkarmıştık bizler de.

 

FELSEFİ BİR TUTUM OLARAK İRADE

Kızıldere, siyasi belirleyiciliğinin yanında, insan iradesi ile ilgili politik ve hatta bilimsel tartışmalara önemli bulgular verecek bir hassasiyetin kaynağı oldu. Kuşatılma, ölmenin kaçınılmazlığı ve bu durum karşısındaki insan tavrı, ‘teslim olma ile insan iradesi arasındaki ilişki’, meydan okuma kültürü gibi konularda çok keskin bir örnek idi. Psikoloji disiplininde bir türlü hakettiği yeri bulamayan ‘irade’ kavramı adına ise çok özel bir tecrübe oldu. Bu anlamda Kızıldere, Doğu halkları arasında daha belirgin olan, ‘somut bir durum ile soyut bir hedefe yönelme’ konusunda çok açık bir çabadır. Zira, o genç insanlar, çoğu disiplinin ‘reel yaşamın muhafaza edilme çabasının’ hayatın tek motivasyonu olduğu önermelerini yere çalan bir anının kahramanları oldular.

 

ON’lar, Deniz’ler ve İbrahim Kaypakkaya şahsında sembolize olan kuşağın çok özel bir ruh ile anılmaları, yalnızca gördükleri oransız şiddetten değil, işte bu, yaşam haklarını bir tarafa koyarak ‘insan iradesi’ ile ilgili düşünsel bir paradigma yaratma cüretlerinden ileri gelir.

Çevresi kuşatılmış korunaksız bir evde yoğun top atışları altında, teslim olmak ve ölmek arasında felsefi bir tutum alan, doksan gün en acımasız işkenceler altında serden geçmek pahasına sır vermeyen ve darağacındayken bile düşünsel bir miras bırakma çabasında olan bu insanları yalnızca politik olarak değil, pekala bilimsel olarak da en göze çarpan yere koymak gerekir.

 

Esasen, Kızıldere tavrı politik psikoloji açısından tahkik sebebidir. Çünkü Kızıldere, siyasi erk, karşı koyma, hakim gücün direnç odaklarına yönelik tutumu ve kullandığı metodlar açısından, yine egemen olana direnme tavrı ve bu direnişin insan psikolojisi ile ilişkisi açısından denge kuracak ve denge bozacak bir tarih sayfasıdır. Kızıldere ile birlikte İbrahim Kaypakkaya’nın ‘öldürmeye kast etmiş’ bir işkence şiddeti karşısındaki tavrı ve yine örneğin bir eylem metodu olarak ölüm orucu tutma tutumu, yaşama tasarrufu yerine, ‘kendilerinin fiilen varolmayacağı bir gelecek ile ilgili tasarrufta bulunma’ anlamına geldiğinden ‘uygarlık’ ile ilişkisi çok yüksek bir eşiğe denk düşer. Bu basbayağı gelecek ile dayanışmak ve kendilerinin varolmayacağı bir geleceğin mimarlarına, bir davranış geleneği bırakmak adına, sahip oldukları en yekta şeyi, yani yaşamlarını feda etmektir.

 

‘Feda’ kavramı, özellikle doğu toplumlarında gerek entelektüel, gerekse pratik boyutuyla yaygın ve aynı zamanda derin bir fenomen. Ne var ki, somut bir hedef için, doğrudan kazanımları hedefleyerek kendini feda etmek ile, aslında somut olmayan ve geleceğe ait düşünsel bir değer yaratmaya dönük olan feda tutumu arasında büyük fark bulunur. Ve, bu tutumu politik olarak doğru bulup bulmama münakaşasından bağımsız olarak ve hatta, bu konudaki tüm politik tartışmaları dışarıda bırakarak, o kuşağın kendilerini feda etmeleri psikoloji bilimi açısından özel bir çaba ile tartışılmaya değerdir. Zira, Kaypakkaya’nın işkencedeki ideolojik direniş tutumu, Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kızıldere’deki tutumu, Deniz’lerin yanıbaşlarında sallanan ölüm karşısındaki tutumları açık bir şekilde gelecek kuşaklara dönük net bir mesaj ulaştırma kaygısı taşır. Bu anlamda faaliyette iken yaptıkları ile ölmeden önceki tutumlarını ayrı ele almak isabetli olur. Öyle ki, onların son saatleri, ölüm ve yaşam konusunda çok önemli bir felsefi sahaya denk düşer: “Gelecekte yaşayacak olan için davranış referansı olma ve geri dönüşü olmayan, tek atımlık bir tavır ile arkadan gelecekleri tedris etme.”

 

O DİRENİŞ ABİDELERİ...

Evet, çocuklar, Kızıldere’yi, Vartinik’i, Darağacında Üç Fidan’ı her duyduklarında ‘iyiler ve kötüler’ dünyalarına ait kahramanları ile anlamaya çalıştılar olan biteni. Öyle ki o çocuklar büyüdüler, ve bir kısmı topraklarını iyi tanıdılar.

Bu, o direniş abidelerinin içlerini ne kadar rahatlatır bilinmez ama, tarifsiz acılarla öldürülen bu insanların anılarına, onlardan tam 36 yaş küçük gençlerin çoşkulu dimağlarında halen rastlanıyorsa, bu, gelecekte kurulacak o meftun insanlık panteonunda onlar için en içten yanımızla gülümseyeceğimiz anlamına gelmez mi...

(*) Çocuk Psikopatolojisi ve Danışma Psikoloğu-İzmir

 

 

ODTÜ-6 OCAK 1969

‘Vietnam Kasabı’ Kommer’in arabasını yaktılar

 

BİRLEŞİK Devletler Büyükelçisi olarak Ankara’ya atanan Robert W. Kommer’e daha önce görevli bulunduğu Vietnam’da yaptığı ‘işlerden’ ötürü devrimci güçler tarafından ‘Vietnam kasabı’ deniliyordu. FKF, SBF Öğrenci Derneği ve ODTÜ Öğrenci Derneği’nden devrimci gençler, onu daha Türkiye’ye adımını attığı havaalanında, “Ho Ho Ho Çi Minh İki Üç Daha fazla Vietnam” sloganlarıyla karşılamıştı. Öğrenciler bir kampanya açarak, cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’dan, Vietnam’da sindirme eylemlerinin başında bulunmuş bir kişinin, Vietnam halkına işkence etmiş bir CIA ajanının sunacağı güven mektubunun kabul edilmemesini istediler. Bu arada Kommer de ziyaretlerini sürdürüyordu. Kommer, 6 Ocak 1969 günü ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş’ın davetlisi olarak üniversiteye öğle yemeğine geldi. Ancak ODTÜ öğrencileri Kommer’in geldiğini duymuşlardı. Bir grup öğrenci, Kommer’in park yerinde bulunan arabasını ters çevirerek ateşe verdi. Kommer’in arabası adeta ABD’ye karşı bir bağımsızlık meşalesi gfibi yakılmıştı. Kommer’in arabasının yakılması ülke çapında büyük bir heyecan yarattı. Emperyalizme karşı yakılan ateş sıcaklığını duyurdu. ODTÜ Rektörlüğü olaya katılan öğrenciler hakkında disiplin soruşturması başlattı. Disiplin Kurulu’nda ifade vermeyi reddeden öğrenciler ise, “Gerçekte otomobilin yakılması ODTÜ kamu vicdanında, yani tüm öğrencilerimizin istenmeyen zoraki davetlere karşı bir protesto hareketidir” açıklamasını yaptılar. Kommer’in arabasını yakan grup içinde yer alan Yusuf Aslan darağacında, Taylan Özgür ise bir polis kurşunuyla yaşama veda etti. İnönü Alpat

 

 

Kontrgerilla, Mahir Çayan için sahneye çıktı

25 YIL sonra Susurluk olayıyla sicili ortaya dökülen kontrgerillanın Türkiye’deki ilk eylemlerinden en önemlisi Mahir ve arkadaşlarını katletmekti. O dönemde Kızılderekatliamını gerçekleştiren ekipte, ilginç adlar vardı.

12 Eylül askeri darbesinin önde gelen adlarından dönemin Kara Kuvvetleri Konutanı, Kızıldere döneminde MİT Müsteşarı olan Nurettin Ersin ve tanınmış MİT’çi Mehmet Eymür...

 

Ama ekibin en ilginç adı Kızıldere’deki Özel Harp Dairesi (ÖHD) kuvvetlerinin başındaki Jandarma İstihbarat Daire Başkanı Tuğgenaral Vehbi Parlar’dı. (Oral Çalışlar)

“Vehbi Parlar, 15-16 Haziran olayları sırasında da işçi hareketlerini bastırmakla sorumlu olan İl Jandarma Alay Komutanıyıdı. Kızıldere’den sonra Jandarma Subay-Astsubay Okul Komutanı olan Parlar’ın öğrencilerinden biri de ‘ünlü’ Ahmet Cem Ersever’di. Parlar, Demirel’in yasaklı olduğu dönemde onun adına kurulan Büyük Türkiye Partisi’sinin kurucusu bile oldu. Parlar’ın Maehmet Ağar’la oldukça samimi olduğu da biliniyor. ÖHD’den kaçakçılara, işçilere saldıran parti kuruculuğuna kadar uzanan karmaşık ilişkilerle dolu Parlar yönetiyordu Kızıldere operasyonunu.”

Kaynak: ‘Susurluk ve Kontrgerilla Gerçeği’,

Semih Hiçyılmaz, Evrensel Basım Yayın, 1997.

 

 

ON’LAR... Ertan Saruhan

1942 Fatsa doğumlu. Karadeniz bölgesinde TİP örgütlenmesinde görev aldı. Köylü direnişleri ve fındık mitinglerinde önder rol oynadı. Bölgede THKP-C adına önemli görevler üstlendi. THKP-C’nin Karadeniz kırsal alanına geçişinin altyapısını hazırladı. Ünye’de üç İngiliz’in kaçırılma eylemine katıldı. 30 Mart 1972’de Kızıldere’de yoldaşlarıyla birlikte katledildi.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

********

Hırsız, adam kaçıran, çocuk rehin alan,katil,ve Türk ordusu ile silahlı çatışmalara girip mevcut devrimi yıkıp yeni bir devrim peşinde olan ve uzantılarının şuan nerede kiminle omuz omuza olduğu belli olan bir ucuz ideoloji peşindeki kişileri sayfalarca alıntılarla aklamaya çalışma çabasıda neyin nesi???

 

Çok merak ediyorum bunlar kendi ecelleri ile ölmüş olsalardı bu şekilde ağıtlar yakılacakmıydı arkalarından, hoş yaşasalardı eminim çoktaaannn kulvar değiştirmiş olacaklardı ya :)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

*************

Hırsız, adam kaçıran, çocuk rehin alan,katil,ve Türk ordusu ile silahlı çatışmalara girip mevcut devrimi yıkıp yeni bir devrim peşinde olan ve uzantılarının şuan nerede kiminle omuz omuza olduğu belli olan bir ucuz ideoloji peşindeki kişileri sayfalarca alıntılarla aklamaya çalışma çabasıda neyin nesi???

 

Çok merak ediyorum bunlar kendi ecelleri ile ölmüş olsalardı bu şekilde ağıtlar yakılacakmıydı arkalarından, hoş yaşasalardı eminim çoktaaannn kulvar değiştirmiş olacaklardı ya :)

Bu kadar devrimci ve yurtsever düsmanligi yapilir vallahi. Su an herkesin karsi geldigi ABD'ye onlar ölümü ugruna karsi geldiler ve tam bagimsizlik icin ölüme gittiler, ama bazilari hala sadece laf olsun diye tam bagimsizliktan yanalar ve geregini yapanlarida ayni zamanda katil olarak damgalarlar. Susurlukcular ve Ergenekoncular ama yaptiklarina ragmen vatanperver olarak halaa gösteriliyorlar *************.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu kadar devrimci ve yurtsever düsmanligi yapilir vallahi. Su an herkesin karsi geldigi ABD'ye onlar ölümü ugruna karsi geldiler ve tam bagimsizlik icin ölüme gittiler, ama bazilari hala sadece laf olsun diye tam bagimsizliktan yanalar ve geregini yapanlarida ayni zamanda katil olarak damgalarlar. Susurlukcular ve Ergenekoncular ama yaptiklarina ragmen vatanperver olarak halaa gösteriliyorlar *******.

ülkesi için hunharca öldürülülen kahramanlarınız nasıl oluyorda kendi askerlerine kurşun sıkabiliyor?kendi askerleri ,halkı tarafından öldürülüyor,öldürlmek istniyorlar..

********

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu kadar devrimci ve yurtsever düsmanligi yapilir vallahi. Su an herkesin karsi geldigi ABD'ye onlar ölümü ugruna karsi geldiler ve tam bagimsizlik icin ölüme gittiler, ama bazilari hala sadece laf olsun diye tam bagimsizliktan yanalar ve geregini yapanlarida ayni zamanda katil olarak damgalarlar. Susurlukcular ve Ergenekoncular ama yaptiklarina ragmen vatanperver olarak halaa gösteriliyorlar*******.

 

ABD ye ölümüne karşı gelmişlermiş :) kim tarafından destekleniyorlardı?silahlarını kimler temin ediyordu?Eylemlerini kimler destekliyordu?

Ankara ve İstanbulda çeşitli banka bürolarını soymak hırsızlık değilse nedir sizin lugatınızda?

Bir ailenin evini işgal edip küçücük bir kız çocuğunu rehin alıp ölümle tehdit etmenin ismi nedir sizde?

Kendi ülkesini kana buladıkları yetmemiş gibi sözde başka bir ülkeye destek vermek için adam öldürmek nedir?

Peki ya Maraşt'a ve Tokat'ta piknik yaparkenmi öldürüldü bu büyük!! devrimciler?

Hadi hepsini geçtik bugünün DHKP-C si kimlerle işbirliği halindedir?Büyük!!! ideolojilerini kimlerle hayata geçirmeye çalışmaktadırlar...

Sokağa çıkıp aslında kuklası oldukları ABD aleyhine iki slogan atmakla tüm suçlarından beraat ettiler öylemi?

 

Yıllarca ülkeyi kaosa sürükleyip binlerce gencin ölümüne yol açmak ki buna kendi arkadaşlarıda dahil ve başkalarına maşalık yapmak ne zamandan beri kahramanlık oldu bu topraklarda?

ABD karşıtıymışlar,hayır efendim ABD nin figüranları piyonlarıydı onlar..

 

Türk ordusu ile karşılıklı silah çatışmada öldürülenler nasıl olurda hunharca öldürülmüş oluyor onların ellerindeki askere doğrultumuş silahlar oyuncakmıydı?

Dün onlar bügün pkk lılar benim için hiç bir farkı yok,yarında dağlarda ölen pkklılar için hunharca öldürüldü dersiniz?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ABD ye ölümüne karşı gelmişlermiş :) kim tarafından destekleniyorlardı?silahlarını kimler temin ediyordu?Eylemlerini kimler destekliyordu?

Ankara ve İstanbulda çeşitli banka bürolarını soymak hırsızlık değilse nedir sizin lugatınızda?

Bir ailenin evini işgal edip küçücük bir kız çocuğunu rehin alıp ölümle tehdit etmenin ismi nedir sizde?

Kendi ülkesini kana buladıkları yetmemiş gibi sözde başka bir ülkeye destek vermek için adam öldürmek nedir?

Peki ya Maraşt'a ve Tokat'ta piknik yaparkenmi öldürüldü bu büyük!! devrimciler?

Hadi hepsini geçtik bugünün DHKP-C si kimlerle işbirliği halindedir?Büyük!!! ideolojilerini kimlerle hayata geçirmeye çalışmaktadırlar...

Sokağa çıkıp aslında kuklası oldukları ABD aleyhine iki slogan atmakla tüm suçlarından beraat ettiler öylemi?

 

Yıllarca ülkeyi kaosa sürükleyip binlerce gencin ölümüne yol açmak ki buna kendi arkadaşlarıda dahil ve başkalarına maşalık yapmak ne zamandan beri kahramanlık oldu bu topraklarda?

ABD karşıtıymışlar,hayır efendim ABD nin figüranları piyonlarıydı onlar..

 

Türk ordusu ile karşılıklı silah çatışmada öldürülenler nasıl olurda hunharca öldürülmüş oluyor onların ellerindeki askere doğrultumuş silahlar oyuncakmıydı?

Dün onlar bügün pkk lılar benim için hiç bir farkı yok,yarında dağlarda ölen pkklılar için hunharca öldürüldü dersiniz?

Türkiye'yi yönetenler ABD'nin istegi dogrultusunda halka zulüm yatiysa ve bu zulme karsi gelenlerin üzerine gene ülke yöneticileri askeri veya güvenlik güclerini yolladiysa bunda devrimcilerin sucu ne olabilirki. Diger taraftan kac asker bu devrimciler tarafindan öldürülmüs??? 1 tane asker gösterin lütfen. Ülkeyi kaosa götürenler cok acik belli aslinda. Emperyalizme hizmet ederek vatandasi birbirine düsüren ve hatta askeri onlarin karsisina getirenlerdir. Ve ülke kaynaklarini kimlerin söymürdügüde belli. Ne zaman devrimciler iktidar olmusta devleti sömürmüsler veya kaosa getirmisler? Yüce divana gönderilmek istenenler belli ve hemen hemen hepside vatansever , atatürkcü ve milliyetci gecinenlerdi. Diger her türlü elestiri demegajiden baska bir sey olamaz.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Türkiye'yi yönetenler ABD'nin istegi dogrultusunda halka zulüm yatiysa ve bu zulme karsi gelenlerin üzerine gene ülke yöneticileri askeri veya güvenlik güclerini yolladiysa bunda devrimcilerin sucu ne olabilirki. Diger taraftan kac asker bu devrimciler tarafindan öldürülmüs??? 1 tane asker gösterin lütfen. Ülkeyi kaosa götürenler cok acik belli aslinda. Emperyalizme hizmet ederek vatandasi birbirine düsüren ve hatta askeri onlarin karsisina getirenlerdir. Ve ülke kaynaklarini kimlerin söymürdügüde belli. Ne zaman devrimciler iktidar olmusta devleti sömürmüsler veya kaosa getirmisler? Yüce divana gönderilmek istenenler belli ve hemen hemen hepside vatansever , atatürkcü ve milliyetci gecinenlerdi. Diger her türlü elestiri demegajiden baska bir sey olamaz.

 

 

 

Sevgili DÜNYAHEPİMİZİN ...nekadar çabuk unutulmuş degilmi Kahramanmaraş,Çorum,Sivas katliamları???palalarla hamile kadınlara,çocuklara saldıranlar,cayır cayır insanları yakanlar ,susurluk olayları,devlet içinde devleti yaşayanlar!!bunlar yabancı bir ülkedemi yaşandı yoksa Türkiye demi?Bu yazılarla kimsenin aklanmaya ihtiyacı yok!!Türkiye yi sizinde dediginiz gibi kaosa sürüklüyenlerin kim oldugu vatansever kisvesi altına halkı halka kırdıran,******* kim oldugu zaten bellidir..Okumak isteyen arkadaşlar adına bu yazının devamı gelicektir..Düşünceleriniz için sağolun

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Cihansız Deniz düşünülemezdi

 

 

 

Cihan Alptekin! ON’lardan biri... Deniz Gezmiş’in can yoldaşı... Deniz’in, Yusuf’un ve Hüseyin’in yaşamları sona ermesin diye canını tereddütsüz Kızıldere’ye veren ON’lardan biri...

 

Deniz, kimbilir gene hangi kavganın teri tozu içinde. Başını Cihan’ın kucağına koymuş, hem dinleniyor, hem anlatıyor. Cihan, birden Deniz’i iter ve ayağa kalkar. “Köpek gibi kokaysun Denuz!” Belki bu olayı yüzlerce kez anlatmıştı Deniz. Gülmekten kendinden geçer; durur, Cihan’ın şivesini taklit ederek, gene anlatır, gene güler. Onunla beraber, dinleyen herkes kırılır… Bir süre sonra, Deniz’i selamlamanın bir biçimi olmuştu bu: “Köpek gibi kokaysun Denuz!..”

Deniz’in bir başka tutkusu vardı: Cihan. Cihansız Deniz düşünülemezdi. Deniz’i kurtarmak tutkusuyla Kızıldere’de öldü Cihan Alptekin.

Yalnız İstanbul’da değil, Ankara’da, İzmir’de de tanınan, çok sempatik, çok kavgacı, “ama o kadar efendi gençlik önderlerinden biriydi Cihan.

Sarı, sarkık bıyıkları, çengel burnu, fıldır fıldır dönen gözleriyle, Deniz’in ya bir adım önünde ya bir adım gerisinde ama hep yanında yürürdü.

“Biz çok kalabalık bir aileydik. Çok sorunlarımız vardı. Cihan, bu sorunlarımıza karşı çok duyarlıydı...” Cihan’ı anlatmaya bu sözlerle başlıyor, ablası Nuran Kepenek.

BİRBİRİMİZE ÇOK DÜŞKÜNDÜK AMA...

O yılları düşündüğümde, bunları çok net bir şekilde görebiliyorum. Lise yıllarında Türkiye sorunlarına yöneldi Cihan. Çok yoğun şekilde dergileri, gazeteleri okumaya yöneldi. Beraber kalıyorduk. Üç yılımız birlikte geçti. O yıllarda sürekli yazardı. Akşam gelip yazdıklarını bana okurdu. Ben çok üzgünüm, onların değerini bilemedim galiba. Şimdi arıyorum, eski kitaplarımızı, defterlerimizi karıştırıyorum. Onları demek ki kaldığımız yerlerde kaybettik, yok oldu gitti. Üniversite yıllarında ben hep yurtdışındaydım. Sadece bir yaz tatilinde geldim, üç gün birlikte olabildik. Daha fazla göremedim, çünkü eylemlerin içindeydi. Yoğun çalışmalar içindeydi. Bana o çalışmalar hakkında da bilgi vermezdi, vermek istemezdi. Belli bir gizlilik içinde tutuyorlardı sanırım. Bana çok güvenmesine, beni çok sevmesine rağmen. Beni çok sevmesine rağmen diyorum, gerçekten biz birbirimize çok düşkündük. Kardeşliğin ötesinde çok iyi arkadaştık. Buna rağmen bana o yazı niye birlikte geçiremeyeceğimizi anlatmadı. Sonra hapishane yılları. Birkaç kere ziyaretine gidebildim. Çok zor koşullarda görebildim onu, hapishanede.

Bu, TİP’le kopma aşamasında ben onları biraz suçladım. Kopmamaları gerektiğini, ayrılmamaları gerektiğini, hareketin bütünlüğünü bozmamaları gerektiğini anlatmaya çalıştım. O da bana, kendilerinin çok haklı olduğunu, kopmaları gerektiğini yazdı. Ben onu biraz maceraperestlikle suçladım, o da bana bir daha yazmadı. Sonra tekrar birbirimizi anladık, mektuplaşmaya başladık.

Hapishaneden kaçtıktan sonra da hiç görmedim tabii. Sadece Maltepe’ye ziyarete gittiğimde gördüm. Orada da çok kısa bir süre konuşmuştuk. Ve yanımızda bir onbaşı sürekli bizi dinliyordu.

O kaçtıktan sonra, oturduğumuz evin önünde, içinde bir grup gencin oturduğu arabalar oluyordu. Ben hiç bakmadan geçiyordum. Yani öyle davranmam gerektiğini düşünüyordum. Sonradan, samimiyetle söylüyorum kimin olduğunu hatırlamıyorum, Cihan’ın arkadaşlarından biri, Cihan’ın öyle gelip uzaktan ara ara bizi gözlediğini, Samsun’da olduğu yıllarda da ablamın evinin önüne gidip onları gözlediğini söyledi. Ne kadar doğruydu bilmiyorum.

Cihan’dan bize, İstanbul’da kaldığı evlerde bıraktığı eşyalardan başka hiçbir şey kalmadı. Bütün her şey orada burada kayboldu. Onlara bile sahip olmak çok anlamlı olurdu herhalde. Onlar bile yok elimizde, resimlerinden başka hiçbir şey yok...

 

Kaynak: ‘Bizim 68’, Aydın Çubukçu, Evrensel Basın Yayın, İstanbul 1997.

 

,,,

Cihan Alptekin

1947 Rize, Ardeşen doğumlu. 68 Kuşağı’nın aktif öğrenci liderlerinden. İstanbul’da düzenlenen anti-emperyalist gösterilerin örgütleyicisi ve katılımcısı. Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) yönetiminde yer aldı. Bu dönemde defalarca tutuklandı. DEV-GENÇ İstanbul Bölge Sekreterliği yaptı. Gençlik içindeki tartışmalarda Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yanında saf tuttu. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu (THKO) kuran çekirdek kadronun içinde yer aldı. THKO’nun İstanbul Eylem Grubu’nu kurdu. THKO üzerindeki baskıların artması üzerine İstanbul dışına çıkmaya çalışırken yakalandı. 30 Kasım 1971’de Mahir Çayan, Ömer Ayna, Ziya Yılmaz ve Ulaş Bardakçı ile birlikte Maltepe Cezaevi’nden firar etti. Alınan karar gereğince Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını engellemek için Karadeniz’e geçti. Ünye’deki radar üssünden üç İngiliz’in kaçırılmasında görev aldı. 30 Mart 1972’de Kızıldere’de, yoldaşlarıyla birlikte katledildi.

 

,,,

CİHAN ALPTEKİN’İN ABLASI NURAN KEPENEK: Çocukları İngilizlerle birlikte bir bodruma atmışlar

 

KIzIldere’yi radyodan duyduk. Babamlar da radyodan duymuşlar. Babam önce maddi durumu iyi olan komşu ailelerinden birinin arabasıyla Kızıldere’ye gitmiş. Orada çok anlayışlı bir savcının da yardımıyla Cihan’ı almayı başarabilmiş. Vermiyorlarmış, Ankara’dan, “verilmeyecek” diye

bir emir gelmiş oraya sanıyorum. Gidiyor, savcıdan izin alıyor. Çocukları bir bodruma atmışlar, hem o İngilizler hem çocuklarımız...

Çocukların hepsi çamur ve toz içinde. Hiçbiri tanınmıyor. Babam ıslak bir mendil istiyor, mendille çocukların ellerini yüzlerini siliyor. Cihan’ı da ellerinden tanıyor. Ertuğrul Kürkçü’nün babası, babamdan önce gitmiş, tabut filan yaptırmış. Babam gidiyor, tabut yaptıracak. Ama Ertuğrul bulunmayınca babası, oğlu için yaptırdığı tabutu babama veriyor. Hatta ben gittiğimde Cihan’ın kafası biraz eğri duruyordu. Tabuta sığdıramamıştı. Sanıyorum Cihan’ın ölçüleri Ertuğrul’dan uzun olmalıydı...

 

,,,

Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF)

1965’te, daha önce okullarda var olan fikir kulüplerinin bir araya gelmesiyle kuruldu. SBF’den Hüseyin Ergün, Kudret Ulutürk, İsmet Özel, Erdal Türkkan, Ümit Hassan; DTCF’den Ataol Behramoğlu, Fen Fakültesi’nden Asaf Köksal; Hukuk Fakültesi’nden Zülküf Şahin, Şirin Yazıcıoğlu, Taylan Türker; Yüksek Öğretmen Okulu’ndan Mevlüt Korkmaz, Talip Özay, Rıfat Murat ve Dudu Körücekli’nin Ankara Valiliği’ne

17 Aralık 1965 günü yaptıkları başvuruyla kurulan Fikir Kulüpleri Federasyonu, gençliğin antiemperyalist yönle sınırlanan mücadelesinin yavaş yavaş sosyalizme doğru evrilmesi anlamına geliyordu.

FKF, Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile yakın ilişki içerisinde olmasına karşın “Yalnız iktidara gelmeye yönelmek ve ya da iktidara gelme savaşı veren bir kuruluşu açıkça desteklemek, yani siyasete karışmak örgütümüzün konusu dışındadır” denilerek, belki de bağımsız bir öğrenci hareketi yaratma niyeti tüzüğe yansıtılıyordu.

Mayıs 1966’da yapılan 1. FKF Kongresi, TİP içinde yaşanan sol içi tartışmaların etkisinde geçti. Mart 1968’te yapılan 2. Kurultay’da yönetimle muhalefet arasında yaşanan tartışmalar ise ileriki yıllarda, gençliği ayrılığın eşiğine kadar götürecekti. TİP’e yakın adlardan oluşan ve İzzet Ararat’ın genel başkanlığını yürüttüğü FKF yönetimi sokak gösterilerine sıcak bakmıyordu. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Yusuf Küpeli ve Doğu Perinçek ağırlıklı muhalefet ise “devrimcilerin görevi düşmanın üstüne gitmeyi bilmektir, faşizm gelir diye harekete geçmemek, faşizme teslim olmak anlamına gelir” diyerek daha militan bir mücadele çizgisini savunuyordu. Milli Demokratik Devrim (MDD) Sosyalist Devrim (SD) saflaşmasına dönüşen kurultayda Doğu Perinçek genel başkanlığa seçildi. Ancak, Perinçek’in başkanlığının, ne eski yönetimin ne de muhalefetin içine sinmemesi üzerine Doğu Perinçek ve ekibi yapılan bir güven oylamasıyla yönetimden uzaklaştırıldı ve yerine Zülküf Şahin getirildi. Deniz Gezmiş ve arkadaşları ise FKF’nin eylem çizgisini eleştirerek Ekim 1968’de Devrimci Öğrenci Birliği’ni (DÖB) kurdu. Ocak 1969’da yapılan 3. Kurultay’da MDD adayı Yusuf Küpeli, TİP adayı Hüseyin Ergün’den daha fazla oy alarak genel başkanlığa seçildi. Yeni dönem, DÖB’lü öğrencilerin de FKF’ye katılmalarıyla daha militan bir çizgiye evrilmesinin yanı sıra, daha sonra THKP-C’nin çekirdek kadrosunu oluşturacak olan Mahir Çayan ve arkadaşlarının gençlik mücadelesine damgalarını vurmaya başladığı bir dönem oldu. İnönü Alpat

 

FKF Marşı

Ha deyip sırtımızı halklara dayamışız

Halklar en önde diye girmişiz bu halaya

Bugünü kuran bilek, yarına atan nabız

Kavga özgürlük için yığınlar için kavga

 

Önümüzden kaçışan köleliktir, zulümdür

Gürleyip kan katarız tarihin akışına

Dostlarım omuz verin nerdeyse sabah olur

Kavga özgürlük için çocuklar için kavga

 

,,,,

“MAHİR’İN TÜRKÜLERİ”Nİ SÖYLEYEN SEVİNÇ ERATALAY: ON’ların türküleri

kavgaya devam inancıdır

 

Önder İŞleyen

 

Onu, ‘Mahir’in Türküsü’ ya da ‘Yeniden Başlamalı’ albümlerinden tanıyoruz. Sevinç Eratalay’la Kızıldere’yi ve devrim yolunda yürüyenlerin türkülerini konuştuk.

 

»Otuz yıldır ON’ların türkülerini söylüyorsunuz, o türkülerle özdeşleştiniz, onların taşıyıcısı oldunuz. Bu türkülerin sizin için anlamını sormak istiyorum.

Müzik eserlerinde temel fikri ortaya koyan bir müzik cümlesi vardır. Bu cümle bende ‘Kurtuluşa kadar savaş’ olarak şekillendi. Çünkü sanat özgürlüğe, uygarlığa ve insanca yaşama yönelik bir çabadır. En derin nefesi, mücadele şarkılarını söylerken alıyorum yani benim için anlamı yaşamak… Denizli Acıpayam Devlet Üretme Çiftliği’nde büyüdüm ben. “Sömürüye karşı mücadele gerekli ve gençler bu mücadelede haklı” diyen insanların içindeydim.

Babam politika ile yakından ilgiliydi. Ablam THKP-C sempatizanıydı. O küçük yaşlarda, sosyal duyarlılığı olan ve politika ile ilgilenen bir kızdım. 13 yaşındaydım Kızıldere direnişi olduğunda. Mahirlerin öldürülmesi, üzüntü ile birlikte mücadelenin takipçisi olma duygusunu, arzusunu öyle bir yerleştirdi ki yüreğime. O duygu hiç silinmedi. 1972 yılında tüm devrimciler hapishanedeydi ama bizler dışarıda patlamaya hazır mavzer gibi bekliyorduk. Bu mavzer bende şarkı söylemek olarak şekillendi. Okul orkestrası ile devamlı çalışıyor ve o dönemin şarkılarını söylüyorduk. Edip Akbayram, Selda Bağcan, Cem Karaca şarkıları… 1975 Kasım’ında, ‘Devrimci Gençlik’ dergisi çıkış bildirgesiyle birlikte, bir elimde sazım, bir elimde Mahir Çayan’ın ‘Toplu Yazılar’ kitabı…

 

»Otuz yıldır kuşaklar sizden bu türküleri dinliyor, yaşanan değişimi, kuşakların bu türkülerle kurdukları bağı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sanat toplumun aynasıdır denir. Toplumdaki büyük değişimler, sarsıntılar sanatçıların üretimine yansıdı hiç kuşkusuz. 80’li yıllara kadar, okullarda, fabrikalarda, meydanlarda mahallelerde binlerce kişiyle söylerdik mücadele şarkılarını. Kavganın devamıydı yaşanan duygu…

12 Eylül, 80’li ve 90’lı yıllar arasında değişen duyguyla birlikte mücadele şarkılarında bir dağılma yaşandı. Benim ilk bestem Arkadaş Zekai Özger’in şiiri “kalbim bu acıya dayan, varsın işkenceler dağlasın seni…” duygularıyla örülmüş hüznün, acının olduğu bir eserdir. Arkadaşların, yoldaşların idam edilirken, hapishanelerde işkence altındayken ve toplum sus pus olmuşken biriktirdiğin duygular acı ve hüzün oluyor. Tabii ki bu ülkede başka sanatçılar da var. O dönemde yükselen bir Kürt mücadelesi vardı ve onların kavga türküleri çok etkiliydi. Grup Yorum’un ürettiği türküler gençler içinde çok etkili oldu.

Otuz yıllık sanat hayatımda gördüğüm tek gerçek, Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin mücadele türküleri, tüm kuşaklarda kavgaya devam inancımız hiç bitmeyecek duygusunu yaşattığıdır.

 

»Bu türküleri şimdi gençlere söylüyorsunuz, bugün o türküleri dinleyen, sizinle birlikte söyleyen gençler hakkında neler söyleyebilirsiniz?

1991 yılında, albümümün piyasaya çıkması için Unkapanı’nda firma arıyorum. Elinizi nereye atsanız, 80’li yılların şu ya da bu şekilde devrimci mücadeleiçine karışmış insanlarını bulursunuz. Ben de buldum ama “artık bu şarkılar miladını doldurdu, kim dinler bunları” vesaire laflar duydum bol bol. Akıl veren çok oldu “para kazanamazsın bu albümle diye”. Parayı düşünen kim? Mücadele şarkılarının unutulmaması gerek… Toplumda oluşan kıpırdanmalara, duygu olarak destek vermek gerek. Umutsuzluğu yok etmek ve taraf bulmak gerek.

Bu inancımın içimdeki bu inanılmaz yangının karşılığını buluyorum şimdi. Gençlerle ON’ların türkülerini söylerken inanılmaz mutluyum.

»Geçmişten bugüne taşınan birçok güzel türkü ile birlikte bugünlerde de, eylemlerde, şenliklerde söylenen kavganın türküsüne dönüşen ‘Eylem Güzeli’ni söylüyorsunuz. Bunun özel bir yeri vardır herkes için…

‘Eylem Güzeli’ şarkısı, iddia üzerine ürettiğim bir şarkıdır. Masa başı sohbetlerimiz olurdu sanatçı arkadaşlarla… Bir gün öyle bir sohbetin içerisinde kaldım ki yüreğim çok acıdı, isyan ettim. Birincisi “sen kadınsın, kadınsı duygularla, marş türü ve mücadele içerikli bir şey besteleyemezsin” tarzında konuştu.

Sohbet, ‘yumruklu yıldız’a kadar götürülünce onlara dedim ki “öyle bir şey besteleyeceğim ki yıllarca söylenecek, şarkının içinde ‘yumruklu yıldız’ lafı geçecek ve sizler de o şarkıyı hem dinleyecek hem söyleyeceksiniz”. Hem besteci hem müzisyen hem de şarkıcı bir kadın sanatçı olarak yaşamımdaki en önemli gelişmedir benim için o an…

Duygularımızın örtüştüğü, her şiirini, yazısını takip ettiğim İnönü Alpat’ın kitabı elimdeydi o sıralar. ‘Yumruklu yıldız’ lafının geçtiği bir şiir var ama uzun bir şiir.. Ben iki mısra ondan, iki mısra diğer sayfadan derken vezine uygun hale getirip ‘Eylem Güzeli’ni yarattım.

İyi ki yazmış sevgili İnönü o güzel şiiri… Anlamı çok büyük o şarkının benim için. Çünkü artık o benim değil kavganın, eylemin türküsü… Devrim yolunda yürüyenlerin türküsü…

 

,,,

Sevinç Eratalay

1959 doğumlu. Besteci, müzisyen, yorumcu. Buca Eğitim Fakültesi Müzik Bölümü’nü bitirdi. Politik mücadeleye lise yıllarında DEV-GENÇ saflarından katıldı. Ege Devrimci Yol davasından yargılandı. Halkevleri Kültür Sekreterliği yaptı. Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf kurucularından. 1974 yılından bu yana devrimci mücadelenin türkülerini, marşlarını söylüyor. Almış olduğu sayısız ödülün yanı sıra 58 tane yayınlanmış bestesi var. 10 adet albümü ve 17 yıldır kuşaktan kuşağa söylenen ‘Eylem Güzeli’ adlı şarkının bestecisi.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

SİNAN KAZIM ÖZUDOĞRU'NUN BABASI ALİ ÖZÜDOĞRU: Kızıldere, Kızıldere, açtın bağrıma yara

 

 

Ben onun unutulmayacağını biliyorum. Benim tesellim de bu. Ondan gururluyum, biz ölsek de o hiç unutulmayacak. Geldiniz buraya, Sinan'ımı getirdiniz...

 

 

ÖNDER İŞLEYEN

 

Devrimciler Kızıldere'de kuşatılmıştır. Ajanslara ilk haber düşer, Ali Özüdoğru radyonun başından ayrılmadan, uzun zamandır haber alamadığı oğlu Sinan Kazım'ın haberini bekler. Ve onun da adı okunur Kızıldere'de düşenlerin arasında. O gün yüreğinden bir iki mısra dökülür, halen de aynı acıyla okur bu şiiri, "Kızıldere Kızıldere Açtın Bağrıma Yara"... 36 yıldır acısını bir kurşun gibi taşıyor yüreğinde. 30 Mart günü oğlunun mezarı başındaydı, oraya yüzlerce genç 'Onların ölümsüzlüğünü' haykırarak yürürken, gözlerinden dökülen yaşlar, duyduğu onurun ve gururun simgesiydi... 'Sinan'ımı getirdiniz bana' dediğinde, bütün sözler düğümleniyor boğazımıza, her şeyi anlatmaya bir damla gözyaşı yetiyor...

 

» Ankara'da birlikte mi kalıyordunuz, buraya ilk gelişiniz nasıl oldu?

 

İlkokul öğretmeni söyledi, bu çocuğu mutlaka okutun diye. Ben de buraya getirdim, bir akrabamızın yanına bırakacaktım. Ama daha sonra ben de burada kaldım. Şu anda oturduğum ev gecekonduydu, burada birlikte oturuyorduk. Başarılı bir öğrenciydi. Okula gidenlere yardım etmek, parasız ders vermek için kağıtlar yazıp asıyordu her yere. Ücretsiz ders verdiği öğrenciler vardı, para teklif ederlerdi ama kesinlikle kabul etmezdi. Okulda bir kez kavga etmişti, müdüre karşı çıkmıştı. Fakir çocukları okulu bitirir, iş bulamaz, köye döner, zengin çocukları nasıl olsa bir şey bulur diyordu. Müdür sonra beni çağırdı söyledi.

 

Sinan Kazım'la ilişkiniz nasıldı bir baba oğul olarak?

 

O, insanlık alemini düşünen bir adamdı. Bir keresinde ameliyat olmuştum, o bakardı bana, yemeğimi verirdi. Birgün annesine, "Babamla tanışmak istiyorum, onunla bir görüşelim" demiş. "Gelsin bakalım dedim" ben de. Geldi, "Selamın aleyküm, ne iş yaparsın, görevin nedir?" dedi. Ben de, "Genel müdür odacısıyım" dedim. O da, "Senden su istiyor mu, seni sigara almaya gönderiyor mu" dedi. Ben de, "Evet, gönderiyor" dedim. Bunun üzerine, "Su istiyorsa kalksın kendisi alsın, sigara kuyruğuna kendisi girsin. Biz bunun için mücadele ediyoruz" dedi. Bir gün de kız arkadaşı ile gelmişti. Sevdiği kızdı, sözlüydüler. Annesiyle haber göndermiş, "Babama söyle, ben bu kızla evleneceğim" diye. Ben de, "Kız kimdir, Türk müdür, Kürt müdür, Alevi midir, Sünni midir?" dedim. O da annesine, "Babama söyle artık şu Türk, Kürt, Alevi, Sünni işini bıraksın, ben kimi seversem onunla evlenirim" demiş. O kız beni çok sonra bir kez otobüste tanımış, benim yanıma geldi sarıldık, uzun uzun ağladık. Bana, "Senin oğlun çok inatçıydı" dedi. Sonra eve geldi, evdekilerle hasret giderdi.

 

»Onunla düşünceleri, yürüttüğü mücadele ile ilgili konuşur muydunuz?

 

Ben ona söylerdim, "Oğlum, karışma başına bir şey" gelecek derdim. O da bana, "Baba, ben neler olacağımı bilmiyorum mu sanki, ben günü gelecek, öleceğimi de biliyorum, ama devrim mücadelesi sürecektir" derdi. Söylediği gibi de oldu, onun ardında kızım da onun yoluna gitti. Ona da

 

söyledim, "Bak, Kazım'ı öldürdüler, senin de başına bir şey gelecek" dedim ama o da dinlemedi beni. "Ahimin yolundan beni kimse döndüremez" dedi. O da sonra acılar çekti, iki buçuk yıl hapis yattı. Ama dönmedi yolundan, çıktıktan sonra sevdiğini bekledi. Birlikte duvara yazı yazarlardı, oğlana müebbet verdiler, 10 yıl bekledi onu, sonra çıkınca evlendiler.

 

Kızıldere'den önce, onu en son ne zaman görmüştünüz?

 

Torunumun sünnet düğünüydü, arkadaşlarıyla birlikte geldi. Mahir Cayan da vardı yanında. Gecekondunun bahçesinde onlara ayrı bir yer yaptık. Orada yediler içtiler, sonra gitti. Ondan sonra bir kez de bayramda elimizi öpmeye gelmişti. Sonra çıktı gitti... Haberini Kızıldere'den aldık.

 

Kızıldere haberini nasıl aldınız?

 

Kızıldere'den önce nerede olduğunu bilmiyordum. Sürekli gelip soruyorlardı. Polis beni aldı bir kere, "Ya yerini söyle ya da oğlunu bize getir" dedi. Akrabalarımızı, dosüarımızı aldılar zulüm ettiler. Kızıldere haberini radyodan duydum. Sonra radyoyu dinlemeye başladık, askerler kuşatmış dediler. Ölenlerin adı arasında onunki de sayılınca ben oturduğum yerden düştüm. Sonra akrabalarımız cenazeyi almaya gittiler. Ankara'nın girişinde polisler durdurmuş, dövmüşler bizimkileri, cenazeyi de almışlar. Göremedik oğlumu, toprağa veremedik. Biz onu nereye gömdüklerini sonra arkadaşlarının çabasıyla öğrenebildik. 36 yıl geçti aradan... Ben onun unutulmayacağını biliyorum. Benim tesellim de bu. Arkadaşları bizi yalnız bırakmıyor, onu yalnız bırakmıyorlar. Ondan gururluyum, biz ölsek de o hiç unutulmayacak. Geldiniz buraya, 'Sinanım'ı getirdiniz bana'....

 

* * *

 

Türkiye Halk Kurtuluş Parti - Cephesi (THKP-C)

 

MAHİR Çayan önderliğinde kurulan parti. En dikkat çekici yanı, Türiye devriminin silahlı bir yoldan gerçekleştirileceği görüşünün ilk kez açık ve net bir biçimde teorik alt yapısıyla birlikte ortaya konmasıydı.

 

Bu durum THKP-C'liler tarafından "kırk yıllık revizyonist tezlerin" yanlışlığının ortaya çıkarılması olarak değerlendirilmişti. THKP-C'nin önder kadroları FKF ve TİP içinde sürdürülen anti-emperyalist mücadele içinden çıktı. THKP-C'nin kurucuları, 1960'ların ikinci yarısından sonra yükselen gençlik eylemliliklerinin tanınmış ve sevilen adlarıydı. Her biri pratik içinde sınanmış, sosyalizm tartışmalarında öne çıkmış, MDD görüşlerinin sol içinde etkin olmasını sağlamış, bu noktada da rüştünü kanıtlamış kadrolardı. THKP-C'yi oluşturan kadrodan Mahir Cayan, Ulaş Bardakçı, Ertuğrul Kürkçü, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga, İrfan Uçar, Hüseyin Cevahir gibi adlar gençlik içinde sivrilen kişiliklerdi. Sonraları Genel Komite içinde bu adlarla birlikte Sina Ciladır, Bingöl Erdumlu ve Orhan Savaşçı da yer alacaktı.

 

THKP-C için ilk adım 1969 yılının kış aylarında atıldı. Aslında verilen karar THKP-C'nin kurulması değildi. Bir grup üniversite öğrencisinin, TİP ve DEV-GENÇ'in çerçevesini belirlediği mücadeleyi reddetmeleri ve illegal bir yapının gerekliliğini ortaya koymalarıydı. Bu kaygılarla başlayan arayış ve tartışmalar 1970 yılının sonbaharında THKP-C'nin kurulmasıyla sonuçlandı. İlk Merkez Komite, Mahir Çayan, Yusuf Küpeli ve Mühir Ramazan Aktolga'dan oluştu. Örgüt, 'Kurtuluş' dergisini yayımlıyordu. Bu nedenle, ilk eylemlerini gerçekleştirdiklerinde halen 'Kurtuluş grubu' olarak tanınıyorlardı.

 

Latin Amerika tarzı devrimci mücadeleden etkilenerek önlerine koydukları ilk hedef ise 'şehir gerillası'nın oluşturulmasıydı. Bu çerçevede şehir eylemlerine başladılar; Ankara'da ve İstanbul'da banka soygunları gerçekleştirdiler, fidye için adam kaçırdılar. İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'un kaçırılması ise tüm Türkiye'yi sarsan en büyük eylemleri oldu.

 

Eyleme katılanların neredeyse tamamı daha sonra yakalandı.

 

Mahir Çayan ve arkadaşları 1971 Kasımı'nda Maltepe Askeri Hapishanesi'nden kaçmaları sonrasında Denizlerin idamını engellemek üzere Karadeniz kırsalına geçtiler ve Kızıldere katliamıyla yaşamları son buldu.

 

Bu, THKP-C önderliğinin de sona ermesi anlamına da geliyordu. Devrimci Yol, Devrimci Sol, Kurtuluş, Acilciler, MLSPB (Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birlikleri), Üçüncü Yol, Eylem Birliği gibi pek çok hareket THKP-C kökenli örgütler olarak ortaya çıktı. THKP-C'nin 'öncü savaş', PASS (Politikleştirilmiş Askeri Savaş Stratejisi), 'suni denge', Kemalizm, SSCB, örgüt ve mücadele anlayışı 1970'li yıllara damgasını vuran tartışmalar oldu.

 

İnönü Alpat

 

* * *

 

EDEBİYATIN ÖNCÜ ADLARINDAN ADALET AĞAOĞLU:

Hep onların peşine takılmak istemişimdir

 

Türkiye'nin en önemli romancı ve aydınlarından Adalet Ağaoğlu'nun günlüğünden bir bölüm: Deniz Gezmiş'in ve yatakta zincire vurulmuş Yusuf'un resimleri. Artık 'çok özel küçük şeylerim'e yer kalmıyor...

 

HAKAN TAHMAZ

 

Bir kere dizide, iyi ya da kötü bir şey yapmış olabilirler ama bunu bilemiyorum.Ama şunu söylemek istiyorum. TV dizilerinin birtakım kaygıları var. Mesela ticari kaygıları var. Sansürleri olur. Ben büyük acıların böylesi ticarileştirilme-sini doğru bulmuyorum. Hem ticari amaç, hem tarih, geçmiş aktarma birlikte olmaz. Ticari kaygı olmadan olabilir. Bunun örnekleri var. Bazı olayları anlatan filmler var, biliyorsunuz. Onların bağımsız bütçeleri var. Ticari kaygıdan uzak, bunu yapıyorlar. Deniz Gezmiş, Mahir Cayan gibi gençlerin geçmişleri de ticari kaygılardan uzak bir biçimde bugünün gençlerine anlatılmalıdır. Bunu o dönem işin içinde olan Ertuğrul Kürkçü, Bir-gün'de röportajında yaptı. Öyle yapmak gerek. Ne kadar cesaretli davrandı bilemem ama çok güzel bir şey yaptığına inanıyorum. Kutluyorum. Mektuplar yayımlanabilir, günlükler yayımlanabilir. Ben kendi günlüğümü yayımladım. Orada 10 Mayıs tarihli günlüğümde Deniz Gezmiş'ler için, o dönemin gençleri için bakın demiştim:

 

"... Deniz Gezmiş'in ve yatakta zincire vurulmuş halde Yusuf'un resimleri. Artık 'çok özel küçük şeyler'ime yer kalmıyor. Onlar ölüyorlar; onlar işte, insanlar tabur... 20. yüzyıl savaşlar ve ro-batlar çağı. İnsan yok. Onları öldürüyorlar. Asıyorlar onları; hayalarını buruyorlar; tabanlarını patlatıyorlar; sonra da soğuk suda yürütüyorlar. İnsanların kendisi olmasına izin tanımıyorlar. Güç varsa, siz cılızlar yoksunuz. Hiçsiniz."

 

"İstedikleri kadar kışkırtsınlar, susacağım. Susun, susun: Suskunluk korkutur faşizmi: Le Des-potisme est un paradoxe: Despotluk akılsızlıktır, gülünçtür, saçmadır. Anlaşıldı mı." (Damla Damla Günler I-II sayfa 117)

 

Ben o dönemi Ankara'da yaşadım. Ve o günleri yazdım 'Aşkımın Ve Başkaldırımın Kenti Ankara' diye. Çünkü o gençler insan hakları, değişim ve söz hakkı istiyorlardı.

 

Onlarda bir sorgulama, devingenlik vardı. Ben hep içimden onların peşlerine takılmak istemişimdir. Fakat her zaman olduğu gibi değişim isteği çok kötü karşılandı.

 

Onların da yanlışı olmuş olabilir ama bu önemli değildi. Sayın Halit Çelek bizim dostumuzdu, onların da avukatıydı. Onların aşılmaması için çok çaba gösterdi, onlar için nasıl ağladığını gözlerimle gördüm.

 

Gençlerin üzerine çok kötü gidildi. Asker çullandı üzerine onlarına. 'Aşkıma ve Ankara'ya başkaldırım' dediğim budur, üç gencin asılmasına başkaldırımdır. Ankara biliyorsunuz bugün de devleti, hükümeti simgeler. "Ankara bilir" denildiğinde bu, "devlet, hükümet bilir" demektir. Ben de devletime başkaldırdım burada. Bundan sonra da güvenim sarsıldı. Beni 12 Mart'ta bu gençlerin öldürülmesi, asılmaları çok etkiledi.

 

Ben hem Ankara'da hem de Halit beylere yakın olmam nedeniyle Denizler'in olaylarını daha fazla yakından biliyordum. Ama Ertuğrul'un anlattıkları beni çok etkiledi, o günlere götürdü diyebilirim. Bence, gençliğin o günlerde ayağa kalkışı İttihat Terakki hareketi hiç değildir. Hareketleri tamamen sivildi.

 

Adalet Ağaoğlu

 

1929, Ankara, Nallıhan doğumlu. 1950'de DTCF Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. 1951-1970 yılları arasında TRT'de çeşitli görevlerde bulundu. Kurumun özerkliğine el konulması gerekçesiyle TRT Radyo Dairesi Başkanlığından istifa etti ve 1970'den bu yana yazarlıktan başka bir işle uğraşmadı. Edebiyat yaşamına şiirle başladı, bir süre sonra oyun yazarlığına yöneldi. İlk romanı 'Ölmeye Yatmak', 1973'te yayımlandı. Ölmeye Yatmak, daha sonra yazdığı 'Bir Düğün Gecesi' ve 'Hayır' adlı romanlarla bir üçleme oluşturdu ve birçok ödül kazandı. Öykü kitapları, denemeler, anı-roman türünde eserler de yayımlayan ve Türkiye'nin en önemli yazarlarından oılan Ağaoğlu 1991 yılında 'Çok Uzak Çok Yakınla oyun yazarlığına döndü. 1999 genel seçimlerinde ÖDP'den İstanbul milletvekili adayı olan Ağaoğlu, halen yazmayı sürdürüyor.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

FAHRİ ARAL: Kızıldere, sistemli bir imha hareketiydi

 

 

 

Kızıldere, önemli bir dönüm noktasıdır. Yani sistemli imhanın devlet eliyle istihbari bir şekilde yürütüldüğü ve birtakım insanların fiilen görev aldığı bir harekettir. Ama burada bitmiyor, ondan sonra da devam ediyor. 1 Mayıs 1977, Çorum ve Maraş katliamları da bu zincirin birer halkası…

 

Dev-Genç ve THKP-C Davası sanıklarından, 1971’de Elrom olayına karıştığı iddiasıyla sıkıyönetim bildirileriyle, afişleriyle aranan Fahri Aral, Kızıldere’yi anlatıyor…

 

Kızıldere Katliamı’nı Türkiye’de devlet terörünün sistemleştirilmesinde ve yok etmenin, imhanın amaçlandığı yöntemlerin geliştirilmesinde bir aşama gibi görüyorum. Devlet, burada ilk kez farklı yöntemlerle kendi içinde değişik örgütlenmeler oluşturup, planlı bir hareket gerçekleştirmiştir.

12 Mart darbesi ile başlayan tutuklamalar, baskınlar tek tek hareketler halinde ele alınabilir ama Kızıldere oldukça planlı, hedefe yönelik bir katliam olarak tarihe geçmiştir. Kızıldere’de o güne kadar kullanılmamış silahlar kullanılmıştır. Bu nasıl oldu, nereden geldi, CIA işin içine nasıl girdi, MİT ‘operasyonu’ nasıl yönetti, kontrgerilla katliamın neredesinde ‘görev’ yaptı?.. Bunun gibi birçok soru bugün hâlâ karanlıkta… Bu nedenle Kızıldere, Türkiye’deki devrimci harekete yönelik provokasyon ve yok etme planları açısından çok önemli.

Ben, Kızıldere katliamı sırasında Ziverbey Köşkü’ndeydim. ‘Misafir’ ediliyor yani daha doğrusu bu adı hep devlet terörü ile birlikte anılacak köşkte soruşturuluyor, işkence görüyordum. Biz İstanbul’da olduğumuz için olayın nasıl geliştiğini ayrıntılarıyla bilmiyorduk. Firardan sonra olanlardan da çok az haberimiz oluyordu. Fatsa’ya nasıl, ne için gidildiği hakkında benim hiç bilgim yoktu. Ama daha yakalanmadan, Denizlerin idamına karşı bir şeyler yapılacağını tahmin ediliyordu. Ziverbey Köşkü’nün müştemilatı olduğunu tahmin ettiğim bir yerde kalıyordum. Beni işkenceden sonra oraya atmışlardı. Getirirken de gözlerim bağlı olarak bir bahçeden geçtiğimi hatırlıyorum.

Kaldığım beton zeminli soğuk hücrede yere atılmış pis bir yatak, üzerimde ise kanlı asker pijamaları vardı. Yatağa zincirliydim. Bir akşam bitişikte yere külçe gibi bir şeyin düştüğünü duydum. Sonra gürültüler, küfürler ve kapı kapandı. Yeni ‘misafir’in öksürük sesleri duyulmaya başladı. Sonra sabaha karşı gelip gidenler oldu, muhtemelen ön istihbari bilgiler alıyorlardı, konuşmalardan ve öksürükle karşık boğuk seslerden bitişikteki arkadaşın Ertuğrul Kürkçü olduğunu anladım. Ama neden oradaydı, nasıl yakalanmıştı, Ankara’da ele geçirip, buraya mı getirmişlerdi? Bunları bilemezdim...

Beni oradan bir süre sonra çıkardılar. İşkence faslı bitmiş, sıra sorguya gelmişti. Bir yerden bir yere götürülürken gözlerim hep bağlıydı. Köşkün içinde bir odaya getirildim. Odaya girdim, oturttular, ifadem alınmaya başladı. Bu sırada aşina olduğum bir ses duymuştum. Bu, şimdi adını hatırlayamadığım, Birinci Şube’den bir komiserin sesine benziyordu. Gözlerimdeki siyah bantı kendisi açtı ve onu tanıdım. Bana çok yumuşak bir sesle “Fahri, hoş geldin!” dedi. “Ne haber, beni tanıdın mı?” gibi sorulardan sonra 31 Mart 1972 tarihli gazeteleri uzattı. Nisan ayının ortalarıydı, tabii gazeteleri sorguya aldıkları her arkadaşa gösterip, moral bozup, kendi açılarından ‘iyi’ bir başlangıç yapıyorlardı. Gazetelerdeki resimler korkunçtu, bakamadım; üst üste atılmış ölü arkadaşlarımız… Çok kötü oldum. O komiserin yanında sivil giyimli ama önemli bir MİT görevlisi olduğunu tahmin ettiğim, daha yumuşak, daha babacan konuşmaya çalışan biri; “Artık bittiniz, bundan sonra yapacak bir şeyiniz yok, devlete karşı gelenlerin sonu bu işte...” dedi.

 

SORGUDA DİYALEKTİK TARTIŞMASI

O kişiyle aramızda bir de ‘diyalektik tartışması’ da olmuştu. Yıllar sonra aynı ya da bir başka kişinin bu tartışmayı Murat Belge’yle de yaptığını, Murat’ın kendisinden dinlemiştim. Yaşayan arkadaşlar bilir o dönemleri. O yıllarda bazı görevliler sosyalizm konusunda çok bilgili olduklarını göstermeye çalışırdı. Neyse, konuşmaya başladı: “Sen diyalektiğe inanırsın değil mi? Mesela tez nedir? Kapitalizm olsun. O zaman sosyalizm de onun antitezi, değil mi?” Ben başımı salladım. “Peki, komünizm ne? Bunların sentezi değil mi?” Ben yine başımı salladım. “Peki, komünizm insanlığın ulaştığı son aşama değil mi?” Buna da başımı salladım. Çok keyiflendi. “Demek artık yeni tezler, antitezler, sentezler olmayacak haa, ulan diyalektik bitti işte değil mi, yani hayat da bitti... İşte nasıl yanıldığınız, açık değil mi?..”

Küçük mantık oyunlarıyla bana bir şeyler söyletmeye çalışıyordu. Ama benim aklım Kızıldere’deydi… Gördüğüm o korkunç fotoğraflardaydı.

 

TIPKI VİETNAM’DAKİ GİBİ

Bence Kızıldere katliamı, bugüne kadar uzanan bütün derin devlet tartışmalarının, derin devlet örgütlenmelerinin, kontrgerillanın başlangıcı değil elbette ama somut bir şekilde ortaya çıkıp: “Bakın biz buradayız, karşınızdayız. Hiçbir zaman sizi rahat bırakmayacağız!” dedikleri ilk olaydır. Daha sonra çok ünlenecek Mehmet Eymür’ün bu işin içinde olması ve belki de daha adını bilmediğimiz, ama daha sonra da ortaya kontrgerillanın, derin devletin adamı olarak çıkan birçok ismin de olayla ilgili olduğunu, onlarla sürekli irtibat halinde olduğunu bulmak mümkün. Bunlar devletin arşivlerinde var.

Kızıldere, devletin bir imha planıydı. Böylesi bir katliam, böylesi bir imha elbette üzerimizde olumsuz bir etki yarattı. Her ne kadar kendi kendimize moral verip, “bilendik vb.” şeyler de söylesek, ortada olan bir gerçek vardı. Örgüt çökertilmiş, Mahir’in ve birçok arkadaşın orada yok olması üzerimizde kötü sonuçlar yaratmıştı. Daha sonra da tutuklamalar peş peşe geldi.

Hapishanede, birlikte yargılandığımız bazı subay arkadaşlar, “Kızıldere’de kullanılan bombaların, Türkiye’de ilk kez kullanıldığını” duyduklarını söylemişti. Çünkü müsademe oluyor, ateş ediliyor, Mahir vuruluyor… Ama ondan sonra öyle bir bomba düşüyor ki hepsi birden ölüyor. Bu, Vietnam ile karşılaştırabilecek bir olay. Korkunç bir imha hareketi. Çünkü Mahir öldürüldükten sonra herhangi bir “teslim olun” çağrısı gelmiyor. Kesin olarak yok etme amacı var, bu planda, İngilizlerin ölüp ölmemesi de onlar açısından çok önemli değil…

 

KIZILDERE BİR DÖNÜM NOKTASIDIR

Hapishanede Kızıldere üzerine çok fazla konuşulmadı. Öğrendiklerimizi de katliamdan sağ olarak kurtulan arkadaşımız Ertuğrul’dan öğrendik. Hapishanede kimse Kızıldere katliamı üzerine çok da düşünmek istemiyordu. Bir imha hareketiydi olanlar…

Kızıldere’nin üzerine çok yazıldı, konuşuldu. Bu konuda komplo teorileri de ortaya atıldı. Kızıldere’ye kadar uzanan yolun, hapishane firarından beri izlenmeye yönelik bir komplo teorisiyle geliştiğini anlatılır ki böyle bir şey olamaz, mümkün değil.

Bugün, bir dönemler içinde yer aldığım siyasal hareket ve örgütlenmeler üzerine çok farklı düşünüyorum. Çok daha eleştirel bakıyorum, yanlışlarımı ve doğrularımı daha daha rahat görebiliyorum. Dünyaya bakışımda, yöntemlerimde, siyasal araçlarımda çok şey değişti. Kuşkusuz daha da değişecek, bu hayatın diyalektiği bir bakıma. Ama kişi hiçbir zaman kendini, geçmişinden, kendini var eden bazı şeylerden uzak tutamaz, bu konuda inkâra yönelik davranışlar da toplum tarafından affedilmez. Gerçek her zaman devrimcidir ve tarihin nesnesi, asli öğesidir. Bu ‘gerçek’ olmadan tarih yazılmaz.

Bu nedenle Türkiye’de her zaman sistemli bir şekilde kitle hareketlerine, örgütlenmelere ve her türlü devrimci mücadeleye karşı provokasyon, komplo ve imha planlarından söz etmek gerekir. Bu gerçeğin dışında bir tarihten söz edilemez.

Mesela 1969’daki ‘Kanlı Pazar’, kitle hareketlerine yönelik örgütlü provokasyonların başlangıcı sayılabilecek bir harekettir. Bundan önceki siyasi örgütlenmelere, ilk örgütlenmesi sırasında Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) karşı yöneltilen saldırılar, parti toplantılarını basmalar, mecliste TİP milletvekillerinin dövülmesi vb. bunların bir parçası. Ancak, ‘Kanlı Pazar’, bu saldırılar içinde en sistemli hareketidir. Daha sonra 12 Mart darbesi ve onunla gelen şiddet…

Kızıldere, önemli bir dönüm noktasıdır. Yani sistemli imhanın devlet eliyle istihbari bir şekilde yürütüldüğü ve birtakım insanların fiilen görev aldığı bir harekettir. Ama burada bitmiyor, ondan sonra da devam ediyor. 1 Mayıs 1977, Çorum, Maraş katliamları da bu zincirin birer halkası…

Burada sadece şekil değiştirmeler var ama özünde bir değişiklik yok, özünde bir planlı hareket, toplumun diri ve bilinçli güçlerini yok etme eylemi günümüze kadar geliyor. Bu yöntemi edindikten sonra zaten artık derin devletin işi o kadar zor değil. Her dönemde aynı yöntem uygulayabilir. Bugün Kürt sorununda da derin devlet aynı yöntemi deniyor.

Bu bakımdan Kızıldere önemli bir yerde duruyor. Yıllarca yazıldığı, çizildiği gibi; “Anarşistler bir köye sığındı, bir vatandaş ihbar etti. Jandarmalar köyü sardı, çatışma çıktı ve öldüler…” yani bu kadar basit değil olay. 36 yıl sonra yeniden yorumlarsak, Kızıldere’nin, sistemli bir imha hareketinin ilk halkalarından birini oluşturduğunu açıkça görürüz.

 

Fahri Aral

1947’de doğdu. Orman Mühendisi. Lise yıllarda siyasal mücadeleye ilgi duydu. 1967’de TİP’e üye oldu. Üniversite yıllarında Fikir Kulüpleri Federasyonu’na (FKF) üye oldu ve örgütlenmesinde çalıştı. FKF, DEV-GENÇ adını aldıktan sonra DEV-GENÇ’te ve daha sonrada THKP-C içinde de yer aldı. 12 Mart döneminde DEV-GENÇ ve THKP-C davalarında yargılandı. 1974’te afla tahliye olduktan sonra yayıncılık ve sendikacılık yaptı. 12 Eylül’den sonra tekrar tutuklandı ve bu dönemde de DİSK davasından yargılandı. İletişim Yayınları’nın kurucularından olan Aral, halen Bilgi Üniversitesi Yayınları’nın genel yayın yönetmenliğini yapıyor.

 

* * *

 

2000’lerin devrimci gençleri ve ON’lar:

Kaldır başını utangaç vatanım!..

Barış İnce

 

Akıl ile kalp arasında bir yolculuksa devrimcilik, Kızıldere o yolculuğun kalp durağıdır. Devrimci coşkunun, inancın, söz dinlemezliğin, cüretin ve en önemlisi yoldaşları için ölebilmenin adıdır.

Nâzım, “Yaşamak şakaya gelmez” derken ve “hiç tanımadığın insanlar için ölebilecek kadar çok seveceksin yaşamı” derken, onları anlatıyordu sanki… Yirmi birinci yüzyılın, ruhumuzu tüketen bencilliğine inat, başkaları için ölebilmenin masumluğu… Fedakârlığın, sevginin, direnişin adıdır kan Kızıldere…

Şimdi biz gençler hiç tanımadıklarımızı, ON’ları ölesiye özlüyoruz… Liberalizmin kuşattığı yaşamlardan, yapmacık ve boyalı sevgilerden, hesaplı kitaplı dostluklardan, yapış yapış ve gündelik aşklardan kurtulmak için onlara sarılıyoruz… Onları özlüyoruz…

Anlamazlar özlemimizi yeni çağa ışık hızıyla ayak uyduran eskiler, zaten hiç çemberin dışına çıkamamış yeniler… Halbuki zordur post-modern zamanlarda masum kalmak, inançlı kalmak, devrimci kalmak… Zordur liberal dalganın çamurlu sularından arınmak…

Tutunacak bir dal ararsın, geçmişi hatırlarsın. Yaratılan değerleri, yapılan fedakârlıkları, inancı, kararlılığı… Evet kararlılığın da adıdır Kızıldere… “Asıl siz teslim olun” diyebilmektir topla tüfekle tankla gelenlere; elinde sadece bir çıplak mavzerle…

Yeni zamanlarda kararlı kalmak da zordur. İnandırıcılığını yitirmişse ideolojiniz, ütopya diyorlarsa mücadelenize, ‘boş işlere’ çıkmışsa adı o en yüce kavganın… Kızıldere’yi hatırlarsınız döner döner…

 

ARINMAK İÇİN SAVAŞMAK

Tarihsel değerleri yok saymak, üstüne basmak, yeni zamanların yeni ‘trendi’ olmuşsa olsun… Birikimli ilerlerse bilim, ampulü bulmadan televizyon üretmek gibidir geçmişi anlamadan geleceği yorumlamak… Yaratılan onca örnek değeri, onca yaşanmışlığı yok sayarak yeni bir şey yaratmak… Halbuki bir direniş geleneği bıraktı Kızıldere… Kendi öz gücüne dayanarak devrimci siyaset yapma geleneğini, emperyalizme karşı olma diskurunu bıraktı. Bir hareketin böylesine yüklü bir geleneği yok sayarak mücadeleye sıfırdan başlaması, tekrar dönüp ateşi keşfetmeye çalışmaya benzer. Halbuki bugün ateşi üfleyip, körüğü kullanarak dağları delme zamanıdır tam da…

Ankara’da yüzlerce genci, Mahirleri birazcık olsun hissedebilmek için yollara düşüren, o güzelim ‘Tek Yol Devrim’ pankartının arkasına dizen, işte bu akıl ile kalp arasındaki yolculuğa çıkma hevesidir. O heves ki 17 yaşında gençleri, avazları çıktığı kadar “Kurtuluşa Kadar Savaş” diye bağırtır. Kimileri onunla da dalgasını geçer, geçsinler!.. Geçmişe takılmak, saplanmak, yapışmak derler, desinler… Bilmezler çünkü; o gencin dünyasında çürümüşlükten ‘kurtuluş’ için her türlü basitlikle, adilikle, içi geçmişlikle, karanlıkla yüce bir ‘savaşa’ girmenin, tek yol olduğunu…

 

GEÇMİŞE VE GELECEĞE SAHİP ÇIKMAK

Mahirler bugün bizlere emperyalizme, faşizme ve her türlü gericiliğe karşı savaşma geleneğini bıraktı. Ama her şeyden önce katıksız insan sevgisini, halk sevgisini… İşte bugün gençlerin yeniden onlara dört elle sarılmasını sağlayan şey budur belki de…

Bu değerleri yaratan kişilerin kılına zarar getirtmeyen, yaşayan ya da kaybettiğimiz, bu yolda taş üstüne taş koymuş herkesi bağrına basan, birisi onlara hakarete yeltendi mi hele, dünyayı başına yıkan devrimci gençler… ‘Anlaşılmaz’ bir kuşağının hırçın çocukları… Hayatın sahteliğine, ömür tüketen çirkinliğine inat coşkuyla marş söyleyenler… Bu barbarlığa, bu çürümüşlüğe son verecek onlardır belki… Kızıldere’de açan çiçeklerin tohumları... Yeniden iyi için, doğru için, ahlak için, hürriyet için kavgaya girebilenler…

Ankara’da ON’ları andıktan sonra genç yoldaşlarımın gözlerinde o inancı gördüm. Çünkü geçmişine ve geleceğine sahip çıkmak için yola koyulan 2000’li yılların devrimci gençleri ON’ların yolunda yürüyor.

Onlar gibi coşkun, onlar gibi yürekli, onlar gibi bilinçli olabilmek için… Utangaç vatanın mutluluğuna birkaç fırça vurabilmek, bütün renklerle onurlu güzel yarınlar kurabilmek için…

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Gaye insanlara doğru mesajlar vermekse, konuya ilişkin doğrular da vurgulanmalı.

En değerli olan emeğin önem kazanması,

bir gün mutlaka emeği savunan güvenlik güçlerinin de var olması, en doğru tespit değilmi?

Prolerterya bir bilinçtir, emektir, aydın sınıftır, öyle olmalıdır.

Bu aydın sınıfın demokrasiye hakim olması da, tarihsel aşamaların en kaçınılmazıdır.

Günümüzde emeği bir şekilde savunmak devrimci bir eylemdir...

 

Doğrusun dostum. Emeğin savunulmadığı bir demokrasi olamaz.

Benim kınadığım tabii ki silahlı örgütlü eylem.

Ne Deniz Gezmiş, ne Mahir Çayan ve arkadaşlarına kahraman demem, kimse kusura bakmasın...

 

Gecmisini irdelemeyen ve yanlislarini tartisarak düzeltmeyen bir toplum her zaman kaybetmeye mahkum olur.

Mahir'leri, Deniz'leri konusmamız ve tartısmamız kin ve nefreti dogurmamalı.

Okuyacağınız aşağıdaki satırlarda bu başlığı okuyanlara sıradan bir cenaze fotoğrafının öyküsü anlatılacak?

Satırların sonunda da bir fotoğraf ve onlara dair bir de şiir?

Gerisi de size kalmış? Yani nasıl yorumlayacağınız?

Çok merak ediyorum bunlar kendi ecelleri ile ölmüş olsalardı bu şekilde ağıtlar yakılacakmıydı arkalarından,

hoş yaşasalardı eminim çoktaaannn kulvar değiştirmiş olacaklardı ya...

Yaşanmış gerçekler karşısında ne önemi var ki onları yok saymanın?

Ya da ne anlamı var ki bize uymuyor diye karalamaya kalkıyor olmanın?

***

İki adam bir tabutu omuzlamış gidiyor. Biraz dikkatli bakınca adamların zenci olduğu anlaşılıyor.

Tabutta yatan da zencidir diye düşünüyor insan ister istemez. Ne olacak, sıradan bir son yolculuk fotoğrafı?

 

Oysa ne yolculuk, ne yolcu, ne de yolcu edenler sıradan!

Bir kere tabuttaki beyaz?İki zenci bir beyazı ne diye sırtlamış diye merak edenler için bir hikâyemiz var?

***

?Yıl 1968. Mexico City olimpiyatlarındayız. 200 metre koşusu henüz yapılmış...

Amerikalı zenci atlet Tommie Smith ipi ilk önce göğüslemiş ve altın madalyaya hak kazanmış...

Gümüş madalyayı kazanan ise Avustralyalı beyaz atlet Peter Norman...

Üçüncülük, yine Amerikalı zenci bir atlet olan John Carlos?un.

 

Her sporcunun adının önüne zenci, beyaz sıfatlarını konmasının önemli bir nedeni var.

Tabutu taşıyanları ve tabutun içinde yatanı vurgulamak isteniyor...

Çünkü tabutu sırtlayan zenciler 68 olimpiyatının 200 metre birincisi ve üçüncüsü.

Tabutta yatan ise gümüş madalyalı Norman.?

 

***

Ne var bunda diyeceksiniz. Adamlar beraber koşmuş, o koşuyu unutamamış olacaklar ki,

hâlâ ahbaplıkları devam ediyor, içlerinden biri ölünce diğerleri tabutunu taşıyor.

Dostluk dersi mi çıkaralım şimdi bundan?

Çıkarmayın. Hayır, ille bir şey çıkaracaksanız da öncelikle bir dostluk dersi çıkarmayın.

 

Hikâyenin devamın dinleyin önce:

 

***

?Her üçünün de 1968. Mexico City?de aldıkları madalyalar son madalyalarıymış onların...

Çünkü o 200 metre koşusunun madalya töreni esnasında spor hayatları bitmiş.

 

Hazır tüm dünyanın gözleri üzerlerindeyken,

Irk ayrımını protesto ederek
dikkatleri bu konu üzerine çekmek istemişler...

Siyah bir eldiven almışlar ellerine, eldivenin sağ tekini Tommie, sol tekini de John giymiş...

Norman ise ?İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi Hareketi?nin kokardını iğnelemiş göğsüne...

Zencilerin fakirliğini vurgulamak için de çıplak ayakla çıkmışlar kürsüye...

 

Daha o anda, Amerikan Olimpiyat Komitesi siyah atletlerin spor hayatını bitirmiş.

Siyahların haklarını savunma cesaretini gösteren Norman?ın da sonu farklı olmamış.

Ülkesine döner dönmez spor çevrelerinden dışlanmış ve atletizm kariyeri bitmiş...?

 

Hikâye, sizin de tahmin edebileceğiniz gibi işsiz, aç susuz ve yalnız yaşanan üç hayat,

spor hayatları daha başlarken biten, eşleri tarafından terk edilen,

toplumları tarafından dışlanan üç genç adamın yaşam hikayeleri...

Ağır ağır ve birbirlerinden kopmadan yaşlanması şeklinde devam ediyor?

 

Sonra biri ölüyor, diğer ikisi, 38 yıl önce olduğu gibi, yanında yer alıyor arkadaşının...

 

Üçü de birer madalya alıyor,

sonra da inandıkları bir konuda dünyanın dikkatini çekmek için hem madalyalarını,

hem de hayatlarını hiçe sayıyorlar...

Zenginlik ve lüks içinde geçecek başarılı bir spor hayatı yerine...

Aç susuz ama vicdanları temiz yaşamayı tercih ediyorlar...

 

O yüzden bugün onların adını hâlâ unutmadık, o yüzden bugün onlar hâlâ kahraman!

 

Hani okuyanlarınız varsa şairlerin dizelerinde yer verdikleri unutulmazlar gibi?

 

***

Can Yücel?de, Deniz Gezmiş için yazdığı şiirde?

 

?En uzun koşuysa eğer Türkiye?de de devrim / O onun en güzel yüz metresini koştu? diye başlamıştı.

?Acıyorsam sana anam avradım olsun / Ama aşkolsun sana çocuk / Aşkolsun? diye bitiyordu şiir?

Eğer uzun bir koşuysa dünyada da devrim, onun en güzel iki yüz metresini kim, ya da kimler koştu acaba?

Hâlâ koşanlar var mı? Yarış henüz bitmedi mi yoksa?

Herhalde bitmedi ki, Avustralya?nın 200 metre rekorunu hâlâ Norman elinde tutuyor.

Yani tabutun içindeki adam.

Ülkesinin spor hayatına son verdiği Norman...

O gün, yani 38 yıl önce Mexico City?de koşarken dünya ikinciliğini kazanmıştı...

Ama bu skor aynı zamanda Avustralya rekoruydu.

O açlıkla boğuşurken ülkesinin parlak sporcuları ha bire 200 metre koştular.

38 yıl boyunca koştular. Ama Norman?ı geçemediler.

 

Tarih bu, sadece insanlarla değil, bazen ülkelerle bile dalga geçiyor işte...

 

Alıntılar: Altay Öktem

 

***

 

 

 

Elbette Türkiye?de de en uzun koşuysa devrim

O, onun en güzel yüz metresini koştu

İlk o fırladı en sekmez luverin namlusundan

En hızlısıydı hepimizin,

İlk o göğüsledi ipi...

 

Acıyorsam sana anam ******* olsun,

Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!

 

Can YüceL

 

***

 

ulasdeniz_5000000002141896.gif

 

***

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

MDD TEZİNİN MİMARLARINDAN MİHRİ BELLİ: ON’lar gökten inmediler

 

 

 

Yolun düşerse kıyıya bir gün, Ve maviliklerini enginin seyre dalarsın, Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla, Selamla, yüreğin sevgi dolu, Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar, Eşit olmayan savaşta, Ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden, Sana liman gösterdiler uzakta...*

 

Kızıldere ne anlam taşır? Ne var Kızıldere’de? Devrimci özveri var. Direniş ruhu var. Ülkeyi emperyalizmin uydusu durumuna düşüren, emekçiye düşman bir düzene karşı isyan var. Yoldaşlar arası dayanışma var. Yurtseverliğin doruğa yükselişi, halkın davası uğruna ölüme meydan okuyuş var. Saflarda bölünmenin mahkûm edilişi, birlik mesajı var Kızıldere’de. Ve biz ‘kalan sağlar’ ve özellikle genç kuşaklar eğer bir yerlere varacaksak Kızıldere’nin devrimci geleneğimizin bir parçası olduğu bilinciyle onun direniş ruhunu canlı tutmalıyız.

 

O ruhu küllendirme gayretinde olanlar eksik değil. Denizler, Mahirler hakkında kitaplar yayımlanıyor. Güdülen amaç yalnızca ticari değil politiktir de. Kimi halkı uğruna mücadelede idam sehpalarında can verir, faşizmin roketlerine hedef olur, kimi bu martirler üzerine maksatlı kitaplar çıkarır para kazanır. Bu dünya böyle. Ama para kazanmakla kalsalar yine iyi. Bunu yaparken martirlerin anısına kara çalıyorlar, kara çalanlara kürsü sağlıyorlar.

Bu eski oyundur. Göçmüş ve tarihe mal olmuş devrimcilere sövmekle amaca ulaşılamaz olunca, anılarının devrimci özünü boşaltarak onlara sahip çıkar görünmek. Türkeş bile MHP toplantılarında Nâzım Hikmet’ten şiirler okur olmuştu. 12 Mart’ın sıkıyönetim savcısı, Denizler söz konusu olduğunda onları yermekten kaçınıyor, kötü kişilerin iğfaline uğramış gençler olarak tanımlıyor onları TV ekranlarında.

 

POLİTİK ÇİZGİLERİ DOĞRUYDU

68 kuşağı’nın gençlik liderleri yıllar süren bir mücadele sürecinden geçerek liderlik vasfını kazandılar. Gökten inmediler. O mücadelenin politik içeriğini ve genel niteliğini doğru değerlendirmek gerek. Politik çizginin en kısa tanımıyla sosyalizm hedefine yönelik bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi olduğunu söyleyebiliriz.

Bir yandan sosyalist bilinci en yaygın şekilde benimsetmek için marksizmin temel yapıtlarını Türkçe’ye kazandırıp bunların yüz binlerce insan tarafından okunup sindirilmesine çalışılırken, öte yandan uydu durumuna düşürülmüş, anti-demokratik bir rejim altında ezilen bir ülkede, anti-emperyalist ve antifaşist mücadelenin en güncel devrimci görev, sosyalist görev olduğu inancıyla politik çizgiyi belirlemek. O yıllarda militan solun Milli Demokratik Devrim adı altında benimsediği çizgi öz olarak buydu. Bu çizgi o gün doğruydu. Sistem değişmediğine göre, uyduluk durumu sürdüğüne göre, eğer geçen zaman içinde ülke rejiminde bir değişiklik olduysa bu ancak daha da kötüye gidiş olarak nitelendirilebileceğine göre, bugün de aynı görevlerle karşı karşıyayız.

Mücadele biçimine gelince, bunun yığınları harekete geçirmeyi amaçlayan legal mücadele olduğunu vurgulayalım. Eylem militanca idi ve her şey apaçık ortadaydı. Sola kapalı biçimsel parlamenter düzenin burjuva anlamıyla bile demokrasi olmadığı tespitinden çıkış yaparak, bütün eksikliklerine karşın, biraz da zorlayarak ilerici bir yaklaşımla yorumladığımız 1961 Anayasası’nda yazılı demokratik hak ve özgürlüklerin eksiksiz uygulanmasını istiyorduk.

 

“Sosyalizm yolunda tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” sloganı doğru slogandı. Bugün de doğrudur. Biz, egemenlerin demagojik bir araç olarak kullandıkları devrim kavramını Kemalist yozlaştırmadan arındırıyorduk. Bilimsel anlamda devrim bir üretim tarzından daha ileri bir üretim tarzına geçiş olduğuna göre bu, çağımızda, kapitalizmden sosyalizme geçiş demektir. Biz bunu böyle anlıyor ve sorunu Leninist aşamalı devrim tezine uygun şekilde koyuyorduk. Devrim her şeyden önce devrimci bilinci emekçi yığınlara benimsetmekti. Bu yolda sabırlı çalışmalardı. Ama elbette ki gereken anda saldırıya geçebilmekti de. Ama gerektiğinde tam siper silah temizlemekti, tutukluk yapmasın diye. Kısaca devrim bilimsel, politik, askeri, edebi, sanatsal ve bütün alanlarda devrimci etkinliklerin tümüydü bizce. Onun için silah fetişizmine karşı çıkıyorduk. Regis Debray gibilerin devrimci eylemi kalaşnikofu ateşlemekten ibaret sayan görüşlerini eleştiriyorduk. Mayakovski’nin şu dizelerini buraya almadan geçmeyelim:

Susun ey politikacılar!

Susun ey söz ustaları!

Bir sen konuş mavzer yoldaş:

Sola! Sola! Sola!

 

 

Rusça’da ‘Sola’ anlamına gelen ‘Vlevo’ sözcüğü arka arkaya telaffuz edildiğinde ateş edilen tüfeğin çıkardığı sesi andırır. Bu bakımdan başka dile çevrildiğinde bu dizeler şiiriyetinden çok şey kaybediyor. Ama biz dizelerin bu yanı değil politik mesajı üzerinde duralım. Burada politikanın küçümsenmesi, ‘Sözün’ küçümsenmesi var. Söz hakkı yalnız mavzere veriliyor. Oysa Söz olmadan, mavzeri elinde tutan insanı devrimci bilincine ulaştıran Söz olmadan Devrim de olmaz. Söz mavzerden de güçlüdür, besbelli lafta kalmamak şartıyla.

 

* Pierre Baranger

Kaynak: ‘Esas Hadise O Kiraz Ağaçları’, Chiviyazıları Yayınevi, 2002 İstanbul.

 

* * *

Milli Demokratik Devrim (MDD)

1960’lı yıllarda Türkiye solunda, Doğan Avcıoğlu’nun başını çektiği Yön [dergisi] hareketi ve Mihri Belli’nin başını çektiği MDD kanadı, ülkenin iktisadi ve sosyal geriliği, proletaryanın nicel ve nitel zayıflığı dayanak yapılarak gündemde olan devrimin, sosyalist bir devrim değil, ‘milli demokratik bir devrim’ olması gerektiğini ileri sürdüler.

MDD anlayışının 60’lı yıllarda yaygın bir destek bulmasının ardındaki en önemli etkenlerden biri de ‘sosyalist devrimci’ Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) reformist bir çizgide görülmesi ve sosyalist devrim anlayışı ile reformizm arasında bir ilinti kurulmasıydı. Ne var ki, terminolojik anlamda demokratik devrimden sosyalist devrime ‘kesintisizin bir geçiş’ öngörülmesine ve bu devrimin ‘işçi sınıfı önderliğinde bir işçi-köylü ittifakı’ şeklinde gerçekleşmesi gerekirken Yön, sosyalist devrim anlayışını tümüyle devre dışı bırakıyor, devrimin önderliğini ise ordu gibi Marksist-Leninist terminolojiye tümüyle karşıtlık içeren bir güce devrediyordu. 1971 yılı, MDD anlayışının daha Marksist ve radikal bir içeriğe kavuştuğu bir yıl oldu. Bu kopuşun adresi ise THKP-C, THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) ve TİKKO’ydu (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu). 1968’den sonra, MDD’yi savunanlar arasında bir iç tartışmanın başladığı da görüldü. Tartışmanın belirleyici noktalarını MDD’cilerin örgütsüzlük durumuna karşın bir örgütlenme isteği ve alt sınıfların giderek artan toplumsal muhalefet ile birleşme çizgisi oluşturdu.

 

1971 yılı, gerek devlet iktidarının zora dayalı bir devrimle yıkılması, bunun ‘parti önderliğinde bir cephe’ anlayışıyla gerçekleştirilmesi ve devrimde orduya değil, toplumun alt sınıflarına dayanılması gibi konularda bir kopuşun yaşandığı yıl oldu.

 

Kaynak: İnönü Alpat, ‘Popüler Türkiye Solu Sözlüğü’,

Mayıs Yayınları, 2003 İzmir.

 

* * *

Mihri Belli

1915, İstanbul-Silivri doğumlu. Türk solunu uzun süre meşgul eden, ayrılmalara ve birleşmelere yol açan MDD (Milli Demokratik Devrim) tezinin mimarlığını yaptığı kabul edilir.

1936’da iktisat öğrenimi görmeye gittiği Birleşik Devletler’den 1940’ta yurda döndükten sonra TKP (1992’de kurulan ‘Sosyalist İktidar Partisi’nin -SİP- 2001’de kendine ad olarak seçtiği bugünkü ‘TKP’ ile hiçbir ilgisi olmayan, 10 Eylül 1920’de Bakü’de kurulan ve ilk genel sekreterliğine Mustafa Suphi’nin seçildiği ‘tarihi’ Türkiye Komünist Partisi) saflarına katıldı.

1942’de TKP Merkez Komite üyeliğine atandı. ‘1951 tevkifatı’nda tutuklandı, 7 yıl hapse mahkûm edildi. 1960’larda ‘Yön’, ‘Aydınlık’ ve ‘Türk Solu’ dergilerinde yazdı. 12 Mart darbesinden sonra yurtdışına çıktı. ‘1974 affı’ndan sonra yurda dönerek, 1975’te Türkiye Emekçi Partisi’ni (TEP) kurdu ve genel başkan seçildi.

1979’da faşistlerin saldırısına uğradı ve ağır yaralandı. 12 Eylül’den sonra yeniden yurtdışına çıktı.

1996’da ÖDP’ye katıldı. Daha sonra ÖDP’den ayrıldı ve Sosyalist Demokrasi Partisi’nin (SDP) kuruluşunda yer aldı. 2002 seçimlerinde DEHAP’tan milletvekili adayı oldu ama seçilemedi.

 

…………………..

 

‘HATIRLA SEVGİLİ’ DİZİSİNİN ‘MAHİR’İ Kanbolat Görkem Aslan: Mahir’in ruhuna göç, hayata direncimi artırdı

 

Kızıldere’de olup bitenler karşısındaki seyirci kalma halini bir türlü anlayamadım. Bu yarayı iyileştirmemiz gerek. Bunun sorumluluğu, bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin….

 

Gülşen İşeri

 

Hatırla Sevgili dizisinin önemli karakterlerinden biriydi Mahir Çayan. Ne sinema filminde ne de herhangi bir karede görmemiz hiç mümkün olmadı Çayan’ı. Ama popüler bir dizinin içinde birden karşımıza çıkıverdi... O dönemi yaşayanları bir yandan duygulandırırken bir yandan da popüler kültür içinde olması, süreci yaşayan kişilerce eleştirildi... Gençlerin ilgisi ise azımsanmayacak boyuttaydı. Mahir Çayan rolünü üstlenen Kanbolat Görkem Aslan, “Büyük bir sorumluluktu Mahir Çayan’ı oynamak” diyor. Mahir imajını incitmemek için ise epey uğraşmış... Kızıldere katliamının da yer aldığı dizide “İçimde ondan bize miras yaşam belirtilerini bulana dek Mahir’i anlamaya çalıştım...” diyen Kanbolat Görkem Aslan’la bir araya geldik. Dönemi ve o dönemin gençliğe neler kattığını konuştuk...

 

» Mahir Çayan rolünü nasıl kabul ettiniz? Ve bu role hazırlanış sürecini anlatabilir misiniz?

Tesadüfi oldu biraz Mahir’le buluşmamız. Meslektaş dostlarımdan biriyle ‘Hatırla Sevgili’ üzerine muhabbet ederken, Mahir Çayan arandığından bahsetti. Duyduğum an Mahir’i canlandırabilme ihtimali beni müthiş heyecanlandırdı. Çünkü herhangi bir dizide yazılan hayali bir karakter için değildi bekleme hali. Mahir Çayan’dı söz konusu olan, yani bambaşka ve büyük bir sorumluluk, bir oyuncunun ender yaşayabileceği bir tecrübe. Çalışmaya hemen başlamayacağım için hazırlanmak için yeterli vaktim oldu. Döneme dair okumalar yaptım, o dönemi yaşamış insanlarla vakit geçirip o ruh halini anlamaya özen gösterdim. Bildiğim ya da bildiğimi düşündüğüm Mahir’i daha iyi tanımaya çalıştım, ona dair yazılmış söylenmiş ne varsa, onun yazdıklarını söylemlerini o günün koşulları dahilinde kendimce analiz ettim. Karakterinin derinliklerine inmeye, onu anlamaya uğraştım, içimde ondan bize miras yaşam belirtilerini bulana dek sürdü tüm bunlar...

 

»Bu sürece hazırlanırken sizi en çok çarpan neydi?

Beni en çok çarpan şey ‘inanç’ tanımlamalarımızın ne kadar sığ olduğunu görmek oldu, gerçek anlamda inanmışlığın ve adanmışlığın ne olduğunu, On’ların yaşadıkları üzerinden yeniden öğrendim ve defalarca tekrar ettim kendime...

 

»Mahir Çayan gibi bir karakteri oynayarak aslında birtakım eleştirileri de göğüslediniz. Bu, size nasıl yansıdı?

İşin heyecanıyla başlarda bunun çok farkında değildim aslında. Zaman geçtikçe, Mahir içimde şekillendikçe ve izleyici tepkileri gelmeye başlayınca sorumluluğumun büyüklüğü bazen beni tedirgin etti fakat hiç ürkütmedi aksine bu sorumlulukla daha fazla mesai harcadım, tedirginliğimin üstesinden gelip bunu layıkıyla yerine getirmeye; bunu yaparken de insanların kafasındaki Mahir imajını incitmemeye çabaladım.

 

»Mahir Çayan’la ilgili kitaplar okurken ve sonrasında okuduklarınızdan yola çıkarak onu canlandırdığınızda ne gibi hatalar gördünüz? Yani okunan ve oynanan arasındaki fark neydi?

‘Hayır hiçbir hata görmedim’ desem sanırım bu pek ikna edici olmaz. Muhakkak es geçtiğim ya da kendimce yanlış yorumladığım anlar olmuştur. Fakat bu, benim anladığım ve inandığım haliyle bende yeniden vücut bulmuş, benim içimdeki Mahir imajı. Herkesin kafasında bu farklı olabilir, herkes kendi istediğini görmek isteyebilir, bunu göremediğinde kızabilir. Şöyle bir gerçekte var televizyona yapılan bir iş ve maalesef inceltmek durumunda kalıyorsunuz bazı şeyleri, böyle olunca diyaloglar da değiştirilebiliyor, haliyle oyun performanslarımızda bundan etkileniyor.

 

»Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan gibi iki önemli karakter popüler kültürün içinde... Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu durumun yadırgandığını, ciddi eleştirildiğini biliyorum bilhassa dönemi yaşamış ve mücadelenin içinde yer almış kişiler tarafından. Bu da çok normal. Fakat ben o kadar mesafeli durmuyorum, belki popüler kültürün zaptettiği bir dönemde gençlik yıllarımı yaşamış ve hala yaşıyor olmamdandır. Çünkü bu dizi popüler kültürle yoğrulan genç beyinlere geçmişe dair bir çentik atmayı başarmıştır. Farkında olmadan, bilmeden yaşadıkları yakın geçmişimize dair bir merak ve ilgi uyandırdı. Birtakım fikirlerini, hissiyatlarını değiştirtti. Bir anlamaya çalışma hali, yeniden belki ilk defa etüd etme ihtiyacı doğurdu gençlik üzerinde.

 

»Yakın çevreniz Mahir Çayan’ı oynamanıza karşı nasıl tepkiler verdi?

Bir kısmını ayırırsak büyük çoğunluğunu işin popüleritesi ilgilendiriyordu. “Bizim mahallenin çocuğu televizyona çıkacak” hali biraz. Mahir’i oynuyor olmak sonrasında ilgilendirdi insanları. Ama bir zaman sonra mahallenin çocuğu gitmiş Mahir gelmişti...

 

* * *

Kızıldere yarasını iyileştirmemiz gerek

Yüzleşemediğimiz sürece Kızıldere yarası kanamaya devam edecek, yüzleşsek bile izi kalacak, bize hep acı ve utanç verecek... Çekimler boyunca en zorlandığım sahneler Kızıldere sahneleriydi. Olup bitenler karşısında seyirci kalma halini ise bir türlü anlayamadım. Bu yarayı iyileştirmemiz gerek yoksa yeni yaralara gebeyiz. Bunun sorumluluğu bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin çünkü...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ON’LARIN, ONLARCA YOLDAŞINDAN BİRİ, İLKAY ALPTEKİN DEMİR: Geride kalmak kolay değil!

 

 

 

Mahir, o gün bize engin bir kapı açıyor. O, konuştukça zenginleşiyoruz. Düşüncelerimizin yaşamla bağları kuruluyor. Bunun, tarihi bir an olduğunun farkındayız. Mahir’in açtığı kapıdan giriyoruz ve geleceğimiz belirleniyor....

 

İlkay Demir! 1970’li yıllarda doğan pek çok bebeğe adı verilen, THKP-C’nin önder kadınlarından… Kimilerine göre 68 Kuşağı’nın bu ‘efsane’ kadın devrimcisinden; FKF’den THKP-C’nin temelinin atıldığı güne, Mahirler’in hapishaneden firarına ve Kızıldere’nin on yıllardır bugünün gençleri için neler ifade ettiğine kadar, kendine özgü diliyle on yılların öyküsü…

 

Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (FKF) ad değiştirerek ‘Türkiye Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu’, yani DEV-GENÇ olduğu 1969 Ekim kongresindeyiz. İstanbul ekibindeniz. Haziran’da üniversite işgal ediliyor ve hemen kapatılıyor. Yaz aylarını evlerde toplanarak okumayla geçiriyoruz. FKF’liler olarak sosyalist devrim ve MDD’yi (Milli Demokratik Devrim) tartışıyoruz. Polisin gizlice izlediği ve daha sonra ‘Çekirdek’ adını verdiği bu toplantılarda kimler yok ki . Harun Karadeniz, Masis Kürkçügil, Ragıp Zarakolu, Alpay Biber, Faruk Pekin, Fahri Aral, Osman Arolat, Veysi Sarısözen, Nabi Yağcı, Işıtan Gündüz, Güray Tekinöz, Nurseli, Çiçek, Cihan Şenoğuz, Toygun Eraslan, saymakla bitmez… FKF İstanbul takımının büyük çoğunluğu.

 

Hepimiz darbe karşıtıyız, ama Lenin’den ‘İki Taktik’i okuduktan sonra Necmi ve ben bu sosyalist devrim-MDD tartışmasında TİP’in haklı olmadığına, MDD anlayışının doğrudan darbecilikle eşleştirilemeyeceğine karar veriyoruz ve okuma grubundan kopuyoruz.

 

TARİHİ BİR AN OLDUĞUNUN FARKINDAYIZ

Sonbahardaki sınavlardan sonra da Ankara’da DEV-GENÇ kongresindeyiz. Sayıya dökemeyeceğim, ama salon tıklım tıklım. Ankaralıları pek tanımıyoruz. Arkadaşlarımızdan ayrılmışız ve kendimizi biraz yalnız hissediyoruz. Hararetli bir tartışma ortamı var. Ankara’daki FKF’liler bizim yaz tartışmamızı çoktan tamamlamışlar ve MDD anlayışında birleşirken her türlü darbecilikle aralarına sınır koymaya karar vermişler. Çeşitli konuşmacılara kulak veriyoruz. Koskoca salonda herkes birbirini dinliyor. Söylenen tek bir sözü bile kaçırmak istemiyoruz. İlk başta konuşmalar pek derin değil. Ankara’daki ilişkilerin iyi bilmediğimiz bazı ayrıntılarında yoğunlaşılıyor. Üslup fazla sert. Derken kürsüye Mahir çıkıyor.

 

Baharda İstanbul FKF’ye gelmişti, ama birileri kavga çıkardığı için dinleyememiştik. Konuşmaya başlıyor. Salonda çıt yok. Kaç saat sürdü hatırlamıyorum, ama herkes pür dikkat dinliyor. Geniş teorik bilgisi ve güncel devrimci pratiklere ilişkin derin kavrayışıyla, Mahir o gün bize engin bir kapı açıyor. Konuştukça zenginleşiyoruz. Dolambaçlı tartışmalara artık yer yok. Düşüncelerimizin yaşamla bağları kuruluyor. Bunun, tarihi bir an olduğunun farkındayız. Mahir’in açtığı kapıdan giriyoruz ve geleceğimiz belirleniyor.

 

İstanbul’da TİP muhalifleri ve DEV-GENÇ’liler olarak örgütleniyoruz. Sol içinde yoğun ve yıpratıcı tartışmalar var. 15-16 Haziran bir dönüm noktası oluyor. İşçi bağlantılarımız ağırlık kazanmaya başlıyor. Marmara-Trakya komitesi oluşturuluyor ve bağlantılar kalıcılaştırılmaya çalışılıyor. Mahir bir süre için İstanbul’a geliyor. Uzun uzun tartışıyoruz. Hemen hemen her konuda aynı görüşteyiz. Darbe karşıtlığı, kentin ve kırsal kesimin birlikte ele alınması, Latin Amerika örneğine bakış... Ankara’yla, Mahirlerle bağlantımız netleşiyor. Birkaç ay içinde bu bağlar İstanbul’da bizlerin de THKP-C içinde bir örgütlenmeye dönüşmemiz anlamına geliyor. Mahirler şehir gerillası ekibi olarak İstanbul’a geldiklerinde önce kendi ekipleriyle yerel bağlantıları birbirinden ayrı tutmaya çalışıyorlar, ama kısa sürede sınırlar belirsizleşiyor. İstanbul örgütü kitle çalışmaları ve lojistik desteğin ötesinde, doğrudan görevler de almaya başlıyor.

 

‘NECMİ’YLE BUGÜN EVLENDİK’

12 Mart 1971 günü Fındıklı’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğle haberlerini dinliyoruz. 12 Mart muhtırası okunuyor. Durumun farkındayız, kısaca tartışıyoruz ve görevlerimize dağılıyoruz. Necmi’yle hemen evlenmeye karar veriyoruz. İşlemleri yaptırmış, ama fırsat bulamamıştık. Artık İstanbul’da olan Mahirlerle bağlantılıyız. Muhtıradan sonra evlenmek mümkün olmayabilir. Bu aceleciliğimiz, ailemde bir krize neden oluyor. Onları ikna etmeye, törensiz evlenmeyi kabul ettirmeye çalışıyorum. Birkaç gün arkadaşlardan kopuyorum. Oysa bunlar çok hareketli günler. Eylemler birbirini izliyor. Dört gün sonra nikah günü Necmi arkadaşlardan aldığı, toplama ama görece düzgün bir kıyafetle çıkıp geliyor. Ceket Mahir’in, pardösü Ulaş’ın. Eksikleri babamdan tamamlıyoruz. Nikahtan sonra annemlerin elimize tutuşturdukları çikolataları alıp Akademi’ye gidiyoruz. Çikolatalar afiyetle yeniliyor, ama soruları geçiştirip “üzümü ye, bağını sorma” diyoruz. Akşamüstü erkek arkadaşlar ortadan yok oluyorlar. Beni toplantıya çağıran yok. Bir bakıma ortada kalıyorum. Düne kadar evde, annemlerleydim… Fındıklı’da Kadriye Deniz’lerin kaldığı eve gidiyorum. Akşam akademiden arkadaşlar da geliyorlar. Yoğun bir tartışma, sohbet koyulaşıyor. Derken dayanamayıp, itiraf ediyorum “arkadaşlar biliyor musunuz, Necmi’yle bugün evlendik.” Büyük bir tezahürat kopuyor. Hemen birileri gidip Güzel Marmara şarabı alıyor bakkaldan. Ve kadeh kaldırıyoruz. Necmi ortada yok, ama ne fark eder!..

 

VE MAHİR ARAMIZA GELİYOR

Maltepe cezaevindeyiz. Erkek arkadaşlar bir tünel kazıyorlar. Tünel, avlu duvarının dışına açılacak. İki nöbetçi kulesi var, ama nöbetçilerin dikkati dağıtılabilir. Bu tünelden çok sayıda kişi kaçabilir. Kadın koğuşu ayrı bir binada ve banyo penceresine tırmandığımızda çevreyi görebiliyoruz. Mahir henüz Selimiye’de. Onu Maltepe’ye getirmek zorundayız. Duruşmalarda sürekli bunun mücadelesini veriyoruz. Bizi duymuyorlar. Mahir’i tecrit hücresinden çıkarmamaya kararlı gibiler. Derken başarıyoruz. Ve Mahir aramıza geliyor.

 

Ama Mahir’in gelişiyle birlikte cezaevi çevresinde olağanüstü güvenlik önlemleri alınmaya başlanıyor. Gündüzleri görünürde bir değişiklik yok. Ama akşamları havanın kararmasıyla kuledeki nöbetçilere ek olarak sabaha kadar cezaevi duvarı dışında 6 nöbetçi dolaşmaya başlıyor. Onlar nöbete çıkarken cezaevinin arkasına (tam da tünelin ucunun açılacağı tarafa) bir askeri araç ve büyük bir seyyar jeneratör geliyor, sabaha kadar projektörlerini yakarak cezaevini aydınlatıyor. Tünelden kaçış adeta olanaksızlaşıyor. Bu bilgileri erkek arkadaşlara aktarıyoruz ve gözlemlerimizi sürdürüyoruz. Gecenin her saatini inceliyoruz. Mümkün değil. Arkadaki araçlar ve nöbetçiler sabah ayrılıyor yerlerinden. Aradan iki üç hafta geçiyor. Derken akşamüstü bir boşluk oluştuğunu fark edip heyecanlanıyoruz. Gece nöbeti güneşe göre değil, saate göre ayarlanmış ve günler kısalıyor. Hemen durumu arkadaşlara bildiriyoruz. Bu boşluk giderek uzuyor ve 20-30 dakikaya çıkıyor. Tek bir grup kaçabilir, ama kaçış artık mümkün.

 

Arkadaşlar haftasonu kaçmaya karar veriyorlar. Pazar günü mahkemeye gidilmediği için zaman kazanacaklar, kaçış anlaşılmayacak. Ayrıca ertesi gece aynı saatlerde bir grup daha kaçabilecek. Ama o gece tünelin ucu açılamıyor, uçta fazla uzun bir bölüm kalmış. Kaçış bir gün erteleniyor ve ertesi gece gerçekleştiriliyor. Bu durumda yalnızca bir grup kaçabiliyor.

 

‘ASKERLER! ONLAR SİZİN KARDEŞİNİZ’

Mahir’lerin cezaevinden kaçışının ertesi sabahı mahkemeler var. Kaçanlara zaman kazandırmak için erkek arkadaşlar direniş başlatıyorlar, sayım verilmiyor ve mahkemeye gidilmiyor. Kadın koğuşunda kaçışın gerçekleşip gerçekleşmediğini bilmiyoruz. Sabaha kadar endişe içinde bekliyoruz. Sabah devrimci marşlar ve sloganlar duyuyoruz. Direniş var. Biz de direnişe katılıyoruz, ama kimsenin bizimle ilgilendiği yok. Kaçışın gerçekleştiğini tahmin ediyor, dışarıda olup biteni gözlüyoruz. Cezaevinin çevresi çok sayıda araç ve askerle çevriliyor. Tam bir panik havası var. Sıkıyönetim komutanı Faik Türün ve üst rütbeliler cezaevi önündeler, onlara bilgi veriliyor. Banyo penceresinden cezaevi duvarını dolaşan iki subayın arka taraftaki tünel kapağını keşfettiklerini görüyoruz. Askerler ve subaylar koşuşturuyorlar. Üslup birden sertleşiyor.

 

Cezaevi çevresine çok sayıda zırhlı araç, namluları cezaevine dönük tanklar ve silahlı kıtalar getiriliyor. Acele bir hoparlör sistemi kuruluyor. Arkadaşlarımıza direnişi bitirmeleri, yoksa ateş edileceği anons ediliyor. Masaları ön taraftaki yüksek pencerelerin önüne getiriyoruz, pencerelerden marşlara ve sloganlara başlıyoruz. Soba borusunun kesik koni biçimindeki son bölümünden megafon yapıyoruz ve seslerimiz kısılana kadar sırayla askerlere sesleniyoruz: “Askerler! Onlar sizin kardeşleriniz, ateş etmeyi reddedin, silahlarınızı sizi kardeşlerinize ateş etmeye çağıranlara çevirin”. ‘Jandarma biz devrimciyiz, biziz yalnız dost sana’ marşını söylüyoruz. Seslerimiz tugayın tepelerinde yankılanıyor; karşı tepelerde görevli olmayan askerlerin toplandığını, olup biteni izlediklerini görüyoruz. Derken barakamızın önüne bir askeri bando getiriliyor. Biz megafonla konuşmaya başlayınca bando da çalmaya başlıyor. Bando susunca biz sloganlara ve marşlara başlıyoruz, bando aceleyle yeniden devreye girmeye çalışıyor. Durumla dalga geçiyoruz… Askerler de kendi hallerine gülüyorlar, ama emir emirdir, kadınların sesini bastırmaya devam!

 

ON’LAR, DİRENMENİN VE UMUDUN SİMGESİ

Mahir’lerin Maltepe cezaevinden kaçışı, içeride geride kalan bizler için yepyeni bir umuttu. Birinci THKP-C tevkifatında örgütün İstanbul kanadının bir bölümü yakalanmıştı yalnızca. Dışarıda baskı koşulları olduğunu biliyorduk, ama boyutlarını bizim de tam bilmediğimiz, Türkiye çapına yayılmış örgüt ayaktaydı, Mahirler’in onlara katılması yepyeni ufuklar açacaktı. İçerideki koşullarımız değişti; birçok arkadaş Harbiye hücrelerine, daha sonra da hepimiz Selimiye kışlasına götürüldük. İdam ve ömür boyu hapsi cezaları verildi çoğumuza. Yeni tutuklamalar birbirini izlemeye başladı. Artık Ziverbey’de haftalarca işkence görmüş, taciz edilmiş, yaralı arkadaşlar katılıyordu aramıza. Ama umutluyduk. Umudumuzu hiç yitirmiyorduk. Önemli olan dışarıdaki THKP-C’ydi…

 

İTİRAF ETMEKTE YARAR VAR...

On yıllardır Kızıldere, genç arkadaşlar için direnmeyi ve umudu temsil ediyor. Hangi görüşten, hangi eylemden, nerede olurlarsa olsunlar, gözlerim dolarak sevgiyle izliyorum onları. Haklılar, Mahirler, Denizler ölmediler. Haksızlığa başkaldıran her bireyde yaşıyorlar. Direnmeyi ve umudu temsil ediyorlar...

Ama geride kalan bizler için bir başka boyutu da var o günlerin; Mahirleri Maltepe cezaevinden, İstanbul’dan, Ankara’dan, Fatsa’dan, Kızıldere’den uğurlayan bizler on yıllardır her gittiğimiz yerde bize eşlik eden derin bir hüzünle yaşıyoruz.

Bu, böyle de sürecek; altmış yaşımıza geldik, itiraf etmekte yarar var, geride kalmak kolay değil…

 

* * *

İlkay Alptekin Demir

1946 doğumlu. Tıp mezunu. Politik mücadeleye üniversite yıllarında 68 işgalleriyle katıldı. 1969’da Tıp Fakültesi öğrenci temsilcisi seçildi. TİP ve DevGenç’te çalıştı. THKP-C’ye katıldı ve birinci THKP-C davasında yargılanarak,

1971-79 arasında cezaevinde kaldı. Halkın Yolu örgütünün kurucularından. Bir süre TİKP’ye katıldı.

 

12 Eylül’den sonra on yıl Belçika’da yaşadı. Avrupa’daki Kuruçeşme toplantılarına katıldı. Dönüşünde barış hareketinde ve BSP’de çalıştı. Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) kurucuları arasında yer aldı ve birinci dönem Parti Meclisi üyeliği yaptı. Halen tıp çevirileri yapıyor ve Datça’da yaşıyor.

 

* * *

Dönem koşullarında THKP-C’nin oluşumu nasıl gerçekleşti

Necmi Demir

 

THKP-C’nin oluşumunu üç dönemde düşünebiliriz. 1960 sonrasında Türkiye hızlı bir toplumsal altüst oluş ve değişim sürecine girdi. Topraktaki hızlı çözülme şehirleşmeyi hızlandırırken, sanayileşme modern fikirlerin birikmesine ve odaklaşmasına yol açıyordu. TİP buna tekabül eden ve bu süreci hızlandıran bir yapılanmadır. Bu hızlı süreç devlet partisini bile ortanın soluna çekmiştir. Bu birinci dönemdir.

1968’lere gelindiğinde toplumsal gelişmenin hızı ve gücüyle mevcut toplumsal yapılar arasındaki çelişki keskinleşmişti. Aynı dönem dünya çapında okumuşların gelecek kaygısına düştüğü ve kurulu düzenden kopuş sürecine girdiği bir evreydi. Bu evre Türkiye’de yaşanmakta olan hızlı toplumsal alt üst oluşla örtüştü ve özellikle üniversite gençliğinin hızla radikalleşmesini sağladı. Bu süreçte TİP korunmacı ve ürkek bir hatta çekilirken, devlet içinde bütün iktidara talip olan bazı güçlerle solun bir kesimi rezonans içine girdi. Sovyetler Birliği’nde geliştirilen kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş teorisinden de etkilenen bu güçler, zaman zaman gençlik eylemlerini bile manipüle edebiliyordu.

 

Bu güçlerin pozisyonlarını sarsan önemli bir dönüm noktası, 15-16 Haziran 1970 işçi eylemleri olmuştur. Bu eylemler bu güçlerin açmazlarını ortaya çıkartmak yanında, gerçek yüzlerini de göstermiştir. Bu ikinci dönemdir.

THKP-C hareketinin oluşumu, her iki dönemden izler ve etkiler taşısa da, bu dönemlerden ayrılmaktadır. Deyim yerindeyse bu o dönemlerden bir kopuş hareketidir. (THKO’nun oluşumu da bu kopuşun bir parçası sayılmalıdır.) Bu tepeden inmeciliğe karşı, radikal ve devrimci bir harekettir.

 

Bu kopuş, toplumsal olayların sıkıştırmasıyla erken, hızlı ve hazırlıksız olmuştur. Bu kopuşun mimarı ve teorisyeni Kızıldere’de 10 arkadaşıyla 27 yaşında katledilecek olan 25 yaşında bir gençtir: Mahir Çayan…

THKP-C kapsayıcı bir hareket olmuştur. O kadar ki, ilk dönemdeki sert eylem çizgisine rağmen, dönemin entelejansiyasını, öncü işçilerini, tarım emekçilerini, darbe ve düzen karşıtı askerleri ve geniş bir gençlik kesimini çevresinde toparlayabilmiş ve izleri bugüne kadar uzanan bir gelenek yaratmıştır.

 

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kızıldere'den 36 yıl sonra Ertuğrul Kürkçü anlatıyor...

 

 

EMİNE ÖZCAN

 

12 Mart muhtırası sonrasında devlet şiddeti artarken bundan 36 yıl önce Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanı 11 kişi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamını engellemeye çalışırken Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar. Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Sa-ruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna güvenlik güçlerince öldürüldü; Ertuğrul Kürkçü yaralı yakalandı. Ertuğrul Kürkçü'yle 68 hareketinden bugüne toplumsal dinamikler üzerine konuştuk, ona bugünden bakınca Kızıldere'yi ve onun hayatında nasıl yer ettiğini sorduk.

 

»Sol mücadelede Kızıldere'nin durduğu yer bir kenara, bugün ODTÜ'de öğrenciler Kızıldere pankartı açtıkları için gözaltına alınıyor. Hâlâ anmalara davalar açılıyor. Toplumsal olarak Kızıldere ne anlama geliyor?

 

Rejim açısından, Kızıldere'de hayatlarını kaybedenlerin amaçları, hedefleri ve eylemleri, aradan 36 yıl geçse de suç olmaktan çıkmadı. O nedenle onlar böyle bir başlangıcın ayak izlerinin takip edilmesini hep bir sorun olarak gördüler. Anlaşılan o ki, sorun olarak görmeye de devam edecekler. 35 yıldır rejim 'önemli, sorunlu, yasak günler' takviminde de 30 Mart'ı kırmızı harflerle yazmaktan vazgeçmedi.

 

Gençlerin bu mücadeleye saygılarını, onun takipçisi olduklarını dile getirme arzularını önemli buluyorum. Çünkü 10 insanı ortadan kaldırmakla milyonlarca insanın davasının ortadan kaldırılmış olamayacağını bir kez daha ortaya koymuş oluyorlar. Bunun altının çizilmesi, gösterilmesi çok önemli. Umduğumuz ve beklediğimiz şey, belki de bu mücadelelerin sonucunda; geçmişin devrimci mücadelelerine saygı göstermenin suç olmaktan çıkacağı, insanların duygu ve anılarını özgürce yaşabilecekleri bir zamanın gelmesi. Ama öyle görünüyor ki hâlâ o zamanda değiliz.

 

»68 gençliğine bakınca aktif bir kuşak var. Bugünse gençler popüler kültürün etkisinde. Toplumsal meseleler bu kadar gündemdeyken bu kuşağın kendini ifade etme yollarını nasıl yorumluyorsunuz?

 

Bu kıyaslamalar yapıldığında çokça söylemiş olduğum gibi dönemler arasında dünya çapında karakteristik farklar var. Türkiye'deki durum ile örneğin Kore'deki durumu karşılaştırdığımızda eminim Kore'nin bugününe bakarak, Kore'nin 60'lar 70'lerde-ki durumuyla da ilgili benzer çıkarsamalar yapmak mümkün. Küresel bir meseleyle yüz yüzeyiz.

 

Bu, aradan geçen 40 yılda gençliğin depolitizas-yonu için çok özgül mekanizmaların geliştirilmiş olması ve bu alanın ciddi bir biçimde kuşatılmış olmasıyla ilgili bir durum.

 

Öte yandan şaka değil, Türkiye'de son 15-20 yılda 30 bin insan hayatını kaybetti. Neredeyse tamamı 20-30 yaş arası genç insanlardı. Dolayısıyla "Gençler tepki göstermiyor" demek de doğru değil. Fakat bu 1968 model bir tepki de değil. Bugünkü koşullar başka gençleri başka bir şekilde mücadeleye katıyor. Üretmek, savaşmak, çalışmak bunlar söz konusu olunca dünya nüfusu hâlâ gençliğin çabasına muhtaç.

 

Ama toplumsal, politik değişim projesi sadece gençlerden sorulmamah. Ortada hareket halinde bir proje olsa onlar da dahil olabilirler. Gençleri de içine alan daha büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Özellikle pop kültürün giderek endüstrileşmesi sonucunda gençlerin merak, ilgi ve heyecanların her bir anının piyasa nesnesi haline gelip, her bir etkinlik piyasa tarafından denetlendiği için şimdi genç olmanın 68'de genç olmaktan daha zor olduğunu düşünüyorum.

 

»O yıllardaki toplumsal mücadeleyi ayakta tutan damar neydi, bugün ne olabilir?

 

Sömürüye karşı mücadelenin haklılığı duygusunun yaygın olmasıydı. Genel olarak sömürüye karşı mücadelenin gerekliliği halkın vicdanında, halkın bilincinde yer tutan ve emekçiyle sosyalist düşünce arasında bağ kurmaya yardımcı olan en önemli algıydı. Hakikat yine aynı yerde yatıyor. Fakat 1980 sonrası bu algıda dağılma oldu.

 

Özal dönemi politikaları dediğimiz çalarak, çırparak, üretmeyerek para kazanmanın mümkün olduğu duygusu, gri ekonomi denilen ekonominin merkeze yerleşmesi toplumda hedef kaybına yol açtı. Bu hal, üretim ve sömürü arasındaki büyük çelişkiyi ve insanların üretimi dönüştürmeksizin kendilerini dönüştüremeyeceklerine dair zorunlu, mantıki bilgiyi hem görünmez kıldı hem değersizleştirdi. Arınmaya ihtiyaç var. Üretim ile dünyanın değişim süreci arasındaki bağın insanlara yeniden anlatılması gerekiyor.

 

İkinci mesele siyasi İslam'ın zuhur etmesi. Siyasi İslam boşlukta kalan, umutsuz insanlara bugünkü sorunlarını aşmak için öte dünyada bir yer vaat ediyor. Sıkıntılar içindeki insanlara öte dünya bir kurtuluş vaadi olarak görünüyor. Aynı cemaatin içine gömülen patronla işçi arasındaki sınıf karşıtlığı örtülüyor. Bu da algı kaybına yol açıyor.

 

Aynı şekilde Kürt ulusal kimliği etrafında oluşan yeni kutuplaşma da Kürt patronla Kürt işçi arasındaki sömürü ilişkilerini örttü. Asıl ana akıntı bir bütün olarak üretim süreci dışında 'imiş' gibi göründü, görünmezleşti. Eskiden bütün bunlar çok daha gözönündaydi. Emek, sermaye, sömürü, faşizm dendiğinde ne denmek istendiği çok daha anlaşırdı. Şimdi daha buğulu bir hal var. Bunu gidermemiz gerekiyor.(...)

 

İki dönem arasındaki en önemli fark devrimci faaliyetin kapasitesinin daralmış, etkili olabileceği yolları kaybetmiş olması, kendini emekçi ve yoksulların dünyasında yeniden kurmak yerine, merkezde aslında kendine ait olmayan yerde inşa etmeye çalışması bütün mücadelelere mağlup başlamasını yol açıyor.

 

»Sizi Kızıldere'ye götüren güç neydi?

 

Engels'in lafını hatırlamak önemli:"Ayaklanmayla oynamaya gelmez. Bir kere başlandı mı sonuna kadar gidilmelidir ve her gün yeni zaferler kazanmaksızın da sürdürülemez."

 

Kızıldere'ye bizi götüren şey bir kere ayaklanmış olmamızla ilgili. Geriye dönüp bakınca doğru/yan-lış/kısmen doğru/kısmen yanlış diye birden çok şey söylenebilir. Ama şu hakikat değişmez. Denizler Amerikalı erleri kaçırdığında, biz Mete Has'ı kaçırdığımızda, Efraim Elrom'u kaçırıp deklarasyonlarımızı yayımladığımızda bir silahlı ayaklanmayı başlatmış olduk. Bunun kendi dinamiği, süreci ve ahlakı var.

 

Çoğu kez bu ayaklanmayı başlatmış olmanın kendisi aslında başka koşullarda yerinde ve mantıklı bulmayacağınız şeyleri etik olarak yapmaksızın edemeyeceğiniz bir sorun haline dönüşebiliyor. Bizi Kızıldere'ye götüren şey Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerine olanak vermemek, onların asılmalarını öylece elleri kollan bağlı şekilde izlemek yerine bir şey yaparak onu durdurmak kastıydı. Bu yolla durdurulabilir miydi? Bu başka soru.

 

Ama bu yolla durdurmaya çalışmanın başka yollardan sağlanacak etkiyi azaltmış olabileceğini, mesela imza kampanyası ya da Anayasa Mahkeme-si'nin kararı yoluyla durdurma olanaklarını zayıflatmış olabileceğini savunanlar da var. Ama aslında hayat bunun görünüşte böyle olduğunu, özde infazların bir rejim kararı olduğunu gösteriyor.

 

Peki bu irade bu kadar güçlüyken buna böyle karşı konabilir miydi? Burada kısmen bizim içine düştüğümüz bir açmazın rolü var. Biz -Denizleri kurtarmak için harekete geçenler- Fatsa'da Ankara'dan gelen birliklerin sıkıştırması altında kaldık. Kendimizi Fatsa'dan çıkarmak zorunda kaldık. Gideceğimiz yerde politik bir çıkış için bir hedef yoktu. Ya orada son rehineleri alacaktık ya da almayacaktık. Oy çokluğuyla alma yolu tutuldu.

 

Demek ki mesele bizim açımızdan isyanı sonuna kadar taşımak ve bu isyanda tutsak düşmüş olanların ortadan kaldırılmalarına seyirci kalmamak için yapabileceği son şeyi yapmak tercihiydi. Bunun pratik bir politik karşılığı olmayabilir. Fakat o an için bunlar önemli olmaktan çıkmıştı.

 

»Kızıldere sürecinde toplumun diğer kesimleriyle kurulan ilişki nasıldı?

 

Olayı sadece bir fotoğraf karesine bakıp da değerlendirdiğinizde gördüğünüz n devrimci, onların rehin aldığı üç yabancı teknisyen ve bir köy evi ile olayı dışarıdan seyreden köylüler. Tamamen izole olmuş silahlı isyancı grubu.

 

Fakat bu fotoğraf, filmin tamamı değil. Çünkü aslında gerek o bölgeye, gerekse Türkiye'nin tamamına baktığınızda Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) -Kızıldere'de ölenlerin sekizi oradan geliyordu- Türkiye'nin her yerinde yandaşları olan, etkisi olan iki büyük politik kaynağa dayanıyordu. Biri İşçi Partisi içindeki 'devrimci TİP muhalefeti'ne, ikincisi Devrimci Gençlik'e (Dev Genç) dayanıyordu.

 

Silahlı kuvvetlerde, mimar ve mühendisler arasında, köylüler arasında, sendikacılar arasındaki desteğe de bakınca bugün kendine partiyim diyen pek çok kuruluştan daha fazla insanı çekip çeviren, seferber eden bir arka plana sahipti. Zaten 12 Mart'ın hemen ardından başlayarak yaklaşık iki yıl boyunca hem faaliyette bulunabilmesi, hem de takipleri, tevkifatı atlatabilmesi sahip olduğu bu zeminle birebir ilgiliydi. Baskıların hiç etkisiz olduğunu söylemek zor. Bu baskı desteğin büzüşmesine yol açtı.

 

Mahir Çayan kendi tezlerini kaleme aldığında "Öncü gerillalar rejime vurdukları darbelerle onun nasıl sarsılabilir olduğunu gösterecekler, kitleler onun nasıl sarsılabilir olduğunu gördükten, kazandığı zaferlere baktıktan sonlara onlara sempati duyacaklar, mücadeleye katılacaklar" demişti.

 

Aslında gelişme bunun tam tersi oldu. Fakat kitlelerle ilgili bölüm değişmedi. Kitleler 'öncü' darbe indirdiği zaman değil, yenildiği zaman devrimcilere sempati gösterdiler. Önce Kızıldere'de arkadaşlarımızın yok edilmesi arkasından Denizler'in idamı Türkiye çapında sağcısından solcusuna, şehirlisinden köylüsüne kimsenin vicdanına sinmedi. Çok hızla bir acıma, yazıklanma ve sevgi dalgası yarattı. THKP-C'nin sahip olduğu yaygın insan teması, iki yıl sonra af çıkıncaya kadar, yaygın bir cephe sempatizanları topluluğu yaratmıştı.

 

Bu tamamen de kendi kendine olmadı. İki yıl önce öğrenci olanlar meslek edinmiş, Türkiye'ye dağılmışlar ve gittikleri yerde sorulara doğru yanıtları vermeyi başarabilmişlerdi. Bizim hikayemizi İtalya'daki Kızıl Tugaylar'ınkinden ya da Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun hikayesinden ayıran en önemli yan bu büyük kitle hareketi içerisinden gelen, ondan ayrılarak silahlı mücadeleye girişen, yenilgiden sonra tekrar onların arasına dönen çok yönlü, çok yüzlü bir hareket olmamız.

 

O nedenle 1971-72'deki çıkışın Türkiye sosyalist hareketinde -THKP-C'nin yanma THKO ve TİKKO'yu da katıyorum- oynadığı en esaslı rol alışılageldik siyasetin dışına çıkışın olanaklarına ışık tutmasıdır. Bir kopuş denemesidir. Bu çabanın bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından tarihsel bir önem taşıdığını düşünüyorum.

 

»Bütün bu süreçte sizin öğrendiğiniz şey ne oldu?

 

Benim öğrendiğim en önemli şey bir devrimin var olan toplumsal ve siyasal yapıyı kökten yıkmadıkça mümkün olamayacağı konusundaki temel tezin doğrulanmış olması. Öte yandan bunu gerçekleştirmenin sadece politik mücadele yoluyla ve sadece zor yoluyla değil, ikna mekanizmalarının da işletildiği, kültürel alanı kateden, sermayenin hegemonyasını dışarıdan kuşatan bir dizi etkinlikler toplamını gerektirdiğini anladığımı söyleyebilirim.

 

36 yıldan söz ediyoruz. 36 yıl boyunca, eğer yakın tarihe göz atacak olursak sistemin ne kadar direngen ve esnek olabildiğini görebiliriz. Burada en önemli şey kitlelerin zihninde var olan sistemin yıkılmazlığına duyulan derin güven ya da yıkıldığında kendilerinin de dünyalarının çökeceğine dair mistik inanç. Bununla başa çıkmazsızın girişilecek her şey yahtık ya da kısmi kalmaya mahkum gibi.

 

Ama öte yandan öbür kutupta da herkesin içinde kendine ait bir 'komünizm projesi' var: Eşitlik ve adalet arayışının içinde gerçekleşeceği hayali bir ülkesi var herkesin. Siyaset bence bu hayalin sistematik, herkes için kabul edilebilir, ortaklaştırılabilir bir projeye döndürülmesi demek. Bu önemli. Ezbere programların işe yaramadığını görüyorum. Önemli olan emekçiler ve yoksullarla birlikte çalışarak, birlikte deneyerek bu hayalden bir program çıkarmak. Ben en başta ezberden söylediğimiz "devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır..." saptamasının hakikatte tam da böyle olduğunu sınadığım 40 yıl geçirdim. Bir dağın tepesine çıkmak için kimi zaman olduğunuz yerden ters yöne, aşağı doğru yürüyerek yeni yollar bulmak gerekebiliyor. Bianet

 

* * *

 

Necmi Demir'den büyük firarın öyküsü

 

THKP-C davasının önde gelen adlarından Necmi Demir, Türkiye sosyalist tarihinin dönüm noktalarından biri olan, Mahirler'in Maltepe Cezaevi'nden firarlarının nasıl düzenlendiğini anlatıyor

 

Maltepe cezaevinde iki koldan kaçış hazırlıklarını sürdürüyorduk, bir yandan tünel kazılıyor, bir yandan da asker veya subay kıyafetiyle bir veya iki kişinin kaçırılması için ilişkiler ağı oluşturulmaya çalışılıyordu. Öncelikle Mahir'i düşünüyorduk, sonra da Ulaş'ı. Ama Mahir hâlâ Selimiye'deki tecrit hücresindeydi. Mahir'in Maltepe'ye getirilmesi için birçok girişimde bulunduk, dilekçe yazma, sözlü başvuru, yer yer belli direnişler; bunların hiçbiri bir sonuç vermemişti. En son ortak savunma yapma gerekçesiyle başvuruda bulunmuştuk; nihayet bu sonuç verdi ve Mahir'i Maltepe cezaevine getirdiler. Önce adli tutukluların bulunduğu alt kattaki koğuşa koydular, sonra ortak savunma gerekçesiyle Ulaş, Ziya ve benim kaldığım küçük koğuşa aldılar. Yaptığımız değerlendirmeler sonucunda en uygun yolun tünelden kaçış olduğunu kararlaştırdık ve yine ortak savunma gerekçesiyle tünelin olduğu büyük koğuşa geçtik. THKÖ'luların başlattığı, bizim arkadaşların desteğiyle bitmek üzere olan tünelden kaçılmaya çalışılacaktı.

 

Mahir, kaçışın gerçekleşebileceğine pek inanmıyordu. Aylar boyunca, hem de ağır yaralıyken, Selimiye'de çok sıkı korunan hücrelerde tutulmuştu. Güçlükle gelebildiği Maltepe cezaevinde, kendi gelişiyle birlikte çok sıkı tedbirlerin alındığını biliyordu. Ama her halükârda bir kaçış teşebbüsünde bulunmaktan yanaydı. Ucunda ölüm olsa bile. Bu dönemde cezaevindeki tanıdığı, tanımadığı hemen herkesle bol bol sohbet etti; adeta vedalaşır gibi...

 

Biz, Ulaş, Ziya ve İrfan Uçar'la eğer kaçış gerçekleşirse kaçanların yurtdışına çıkması gerektiğini birçok kez konuşmuştuk. Hatta ben "bu dönemde yapılacak en iyi eylem yakalanmamaktır" diye birkaç kez vurgulamıştım. Yanılmıyorsam bunu Mahir'e iki defa açtık ve onay aldığımızı düşündük. Hatta yakalanmadan üç-dört gün önce yapılan toplantıda "burjuvazinin gücünü küçümsedik, ricat taktiği izlemeliyiz" şeklindeki analizini hatırlattık. Kaçacak olanların Mahir, Ulaş ve Ziya olacağının anlaşılmasından sonra İrfan ve ben bu konuda Ulaş ve Ziya'ya sıkı tembihte bulunduk. Ancak kaçıştan sonra örgüt içindeki bölünme ve bunun yarattığı gerilim bu konuyu tamamen gündem dışına çıkaracaktı. Hep düşünmüşümdür, eğer kaçanlar arasında ben olsaydım bunun gerçekleşmesini sağlayabilir miydim diye!

 

'HÂLÂ ONLARI GÖREBİLİRİM UMUDUYLA...'

 

Kaçış hazırlıkları Mahir Selimiye'de olduğu için onsuz sürüyordu. Dışarıyla ilişkileri ben sürdürüyordum, evler hazırlanması ve arkadaşların yapacakları hazırlıklar ve bu gibi. Dışarıda olanakların sınırlı olması nedeniyle çok kişinin kaçamayacağı anlaşılmıştı. Sonuç olarak bizden üç, THKO'dan iki kişi şeklinde kararlaştırıldı. Kaçış, akşam karanlığının bastığı i7:4o'la cezaevi etrafına nöbetçilerin ve ışıkları yanan araçların geldiği 18 arasında 20 dakikada gerçekleşecekti. Bu boşluğu bizim cezaevinin yanındaki barakada kalan kadın arkadaşlar bulmuştu. Tünele en son giren ve cezaevi dışındaki tünel çıkışına bir kapak kapatan arkadaş (Necati Sağır) geri geldiğinde biraz rahatladık. İlk merhale aşılmıştı. Sonra endişeli bekleyiş başladı. Maltepe Zırhlı Tugayı'nın krokisini cezaevinde görevli bir subay arkadaş getirmişti. Bu krokiden anlaşıldığı kadarıyla, tugayın dışına çıkabilmeleri için bir 15-20 dakikaya ihtiyaçları vardı. Tünelde ıslanan elbiselerini değiştirme süresi de eklenirse yarım saat. Endişeyle beklediğimiz bu yarım saatte bir grup arkadaş şarkı türkü söyleyerek dikkatleri cezaevinin içine çekmeye çalışıyordu. Bu sürede hiçbir silah sesi duyulmaması bizi rahatlattı. İki saat hiçbir tepki gelmemesi kaçışın kesin başarılı olduğunu gösteriyordu. Ertesi sabah gidecekleri yerlere yerleşmelerine zaman kazandırmak için cezaevinde direniş başlattık. Öyle ya, onları dışarıda görenler bile onlar olduğuna inanamazdı! Çok sonra kalacak yer ararlarken Kabataş'taki Sebil çay bahçesinde oturduklarını öğrendim. Hâlâ oradan geçerken, onları görebilir miyim umuduyla gözüm çay bahçesine takılır.

 

Benim kaçanlar arasında olmamamda Mahir etkili oldu. İlkay'ın (Alptekin) ayrı bir yerde olması, kaçanlar arasında olamayacağı gerekçesiyle benim de kaçmamam gerektiğini düşünmüştü. Doğrusu kaçmak benim de çok düşündüğüm bir şey değildi. Ama kaçıştan sonraki 15-20 gün hayatımın en karanlık dönemidir. Kaçıştan hemen sonra bizi Harbiye hücrelerine aldılar. Dışarıda gidebilecekleri her yeri bilen tek kişi bendim. Bunun sorumluluğu kâbuslar görmeme yol açıyordu. Günler boyu her an işkenceye götürüleceğim endişesiyle yaşadım. Yakalandığımda ağır bir işkence görmüştüm ve işkence sonrasındaki kaldığımız hücreler civarındaki her gürültü beynimde ve ayaklarımda korkunç bir zonklamaya yol açıyordu. Demir kapıların ani bir açılışı müthiş bir zonklama yaratıyordu. Neyse ki 15-20 gün sonra rahatlamıştım.

 

ZİYA YILMAZ ANLATIYOR:

Yürüyerek anayola çıktık

Tüneli terk ettikten sonra cezevinin sınırları dışına çıkmıştık ama askeri bölgenin içinde kalmıştık. Ancak askeri bölge sıkı korunan bir yer olmadığı için yürüyerek anayola kadar çıktık. Gülüşüp şakalaşıyomz. Mahir, "Gelen ilk araca binelim" dedi. Öyle yaptık. Ama araç Kartal yönüne gidiyormuş. Cezaevinin bulunduğu Zırhlı Tugay'ın kapısının önünden geçtikten sonra Kartal sapağında arabadan indik. Bu sefer aksi yönden gelen bir başka dolmuşa bindik. Aynı kapının önünden bir kez daha geçtik. Çıktığımızda birilerinin bizi karşılaması gerekiyordu, fakat her nasılsa buluşamamıştık... Kadıköy'e geldik, sonra dolmuşla Üsküdar'a oradan da motorla Beşiktaş'a geçtik...

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sevgili DÜNYAHEPİMİZİN ...nekadar çabuk unutulmuş degilmi Kahramanmaraş,Çorum,Sivas katliamları???palalarla hamile kadınlara,çocuklara saldıranlar,cayır cayır insanları yakanlar ,susurluk olayları,devlet içinde devleti yaşayanlar!!bunlar yabancı bir ülkedemi yaşandı yoksa Türkiye demi?Bu yazılarla kimsenin aklanmaya ihtiyacı yok!!Türkiye yi sizinde dediginiz gibi kaosa sürüklüyenlerin kim oldugu vatansever kisvesi altına halkı halka kırdıran,******* kim oldugu zaten bellidir..Okumak isteyen arkadaşlar adına bu yazının devamı gelicektir..Düşünceleriniz için sağolun

 

ne alakası var şimdi bu olaylarla!

 

söylenecek laf bulamayınca ,sıkışınca maraş,çorum........ bunlar olmasaydı neyi malzeme edecektiniz bilmiyorum...kendi malzemenizi kendiniz üretip bize sunuyorsunuz...:);)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ne alakası var şimdi bu olaylarla!

 

söylenecek laf bulamayınca ,sıkışınca maraş,çorum........ bunlar olmasaydı neyi malzeme edecektiniz bilmiyorum...kendi malzemenizi kendiniz üretip bize sunuyorsunuz...:);)

Alakasi var sayin kaplan-200, hemde cok var. Diger taraftan mallzeme edecek bir konu da degil bu katliamlar ve ülkemizde o kadar kirli isler yapiliyorki her gün onlarca örnek gösterilebilir ve bunlarda hic malzeme yapilmadan.

1972 devrimcileri, yurtseverleri emeryalistlere ve onlarin icimizdeki isbirlikcilerine karsi mücadele ederken terörüst ve vatanhaini ilan edilmeye calisiliyor. Ama diger taraftan Corum, K. Maras, Sivas, Hirant Dink ve daha binlerce örnek gösterebiliriz katlaimlarla ilgili. Bu katliamlari yapanlar halaa bulunup yargi önüne cikartilmadigi gibi birde üstüne üstlük bizlere yapanlari kahraman ve vatansever ilan etmeye calisiyorlar ve emniyet mensuplari onlarla fotograf bile cektiriyor, hatira fotograflari. Gene emniyet mensuplari katiller yakalanmasin diye bir cok ip uclarini yoketmeye calisiyorlar. Daha Sivas katliaminin sorumlularini eski bir bakan mahkemede savunmustu. Buna birde Susurluk ve Ergenekon gibi cete mensuplarinida eklersek, 1972 devrimcilerinin katledilmesinin ne kadar yanlis ve ülke zararina oldugu apacik gözükmektedir. Eli kanli caniler hala dolasirken, ülkeyi satanlar icin "Türkiye sizinle gurur duyuyor" denilirken kimlerin eline kaldigimiz gene cok acik ve secik. Neden ABD Emperyalisleri ülkemizden ciksin diyen devrimcilerin üzerine orduyu yollayan hükümet, onlarin ölümünden bu güne kadar binlerce kisi katledildi ve hemen hemen hepside faili mechul, bu katillerin üzerine o kadar kararlilikla gidilmiyor???? Konu devrimci, yurtseverler oldugu zaman is baska, katil, mafya, cete mensupleri oldugu zaman daha baska. Iliski burada, anlayabilirsek tabiki.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Cinayetin,devrimci cinayeti milliyetci cinayeti diye bir ayirimi olmaz,Cinayet cinayettir,terör terördür.Almanya bir zamanlar Ermeni teröristleri terörist olarak kabul etmezdi bugünde PKK li teröristleri terörist olarak kabul etmiyor,yani ikiyüzlüp bir siyaset takip ediyor,Amerikada kuleyi ucuranlari,Filistin davasi icin Israille mücadele edenleri Iraktaki Amerikan isgaline direneleri terörist olarak kabul eden Almanya vede Avrupa ne Ermeni katillerini nede Pkk lilari terörist olarak görmemektedir.Terör korkusuyla neredeyse insanlarin yatak odalarini bile kontrol altina almayi düsünen Almanya nedense terör konusundada kendi siyasetine uygun davranmaktadir.

Cinayetin terörün lami cimi yoktur,kimki masum insanlari bir ideoloji ugruna katletmekten zevk aliyorsa bunun adi ister devrimci ister milliyetci olsun farketmez,öldüren katildir.Siyasi görüslerimiz bizi bazen saglili olarak degerlendirmekten alikoysada elimizden geldigince gercekleri objektif olarak görmeye calismaliyiz,hak aramak öldürmekle degil mücadele ile olur,öldürme ancak nefsi müdafaada hakli görülen bir eylemdir,o sagcidir ölmeli bu solcudur ölmeli diye düsünmek demokratik degildir.Ayni sekilde,savundugumuz siyasi görüsün karsisinda olanlarin isledigi cinayetleri tüme maletmek ve bizden ölenlerin haklari aranmiyorsa bizden olmayanlarin haklari olamaz görüsüde temelden yanlis bir görüstür.

Demokratik mücadeleyi kanla yürütmek o mücadelenin mesrulugunuda ortadan kaldirir.

68 olaylari o dönemin bir modasi gibi bütün dünyayi saman alevi gibi sarmis ve bircok ülkede devrim amacli demokratik ve gayridemokratik calismalar yapilmistir,Bu calismalarin devleti hedef almasi haliyle devletin güc kullanmasini da birlikte getirmistir.Devletin kendini demokratik olmayan eylemlere karsi korumasi gayet dogaldir.Bunu bir trajedi olarak yansitmak ise hala o günleri özlemekle esanlamlidir.Emperyalizme karsi olmak alkislanacak bir seydir ama silahli eylem alkislanamaz.

Bunlari birbirinden itina ile ayirmak gerekir.

 

 

saygilarla

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Cinayetin,devrimci cinayeti milliyetci cinayeti diye bir ayirimi olmaz,Cinayet cinayettir,terör terördür.Almanya bir zamanlar Ermeni teröristleri terörist olarak kabul etmezdi bugünde PKK li teröristleri terörist olarak kabul etmiyor,yani ikiyüzlüp bir siyaset takip ediyor,Amerikada kuleyi ucuranlari,Filistin davasi icin Israille mücadele edenleri Iraktaki Amerikan isgaline direneleri terörist olarak kabul eden Almanya vede Avrupa ne Ermeni katillerini nede Pkk lilari terörist olarak görmemektedir.Terör korkusuyla neredeyse insanlarin yatak odalarini bile kontrol altina almayi düsünen Almanya nedense terör konusundada kendi siyasetine uygun davranmaktadir.

Cinayetin terörün lami cimi yoktur,kimki masum insanlari bir ideoloji ugruna katletmekten zevk aliyorsa bunun adi ister devrimci ister milliyetci olsun farketmez,öldüren katildir.Siyasi görüslerimiz bizi bazen saglili olarak degerlendirmekten alikoysada elimizden geldigince gercekleri objektif olarak görmeye calismaliyiz,hak aramak öldürmekle degil mücadele ile olur,öldürme ancak nefsi müdafaada hakli görülen bir eylemdir,o sagcidir ölmeli bu solcudur ölmeli diye düsünmek demokratik degildir.Ayni sekilde,savundugumuz siyasi görüsün karsisinda olanlarin isledigi cinayetleri tüme maletmek ve bizden ölenlerin haklari aranmiyorsa bizden olmayanlarin haklari olamaz görüsüde temelden yanlis bir görüstür.

Demokratik mücadeleyi kanla yürütmek o mücadelenin mesrulugunuda ortadan kaldirir.

68 olaylari o dönemin bir modasi gibi bütün dünyayi saman alevi gibi sarmis ve bircok ülkede devrim amacli demokratik ve gayridemokratik calismalar yapilmistir,Bu calismalarin devleti hedef almasi haliyle devletin güc kullanmasini da birlikte getirmistir.Devletin kendini demokratik olmayan eylemlere karsi korumasi gayet dogaldir.Bunu bir trajedi olarak yansitmak ise hala o günleri özlemekle esanlamlidir.Emperyalizme karsi olmak alkislanacak bir seydir ama silahli eylem alkislanamaz.

Bunlari birbirinden itina ile ayirmak gerekir.

 

 

saygilarla

Burada görmemiz geren tabiiki devletin ve halkin bir kisminin devrimcilerin yaptigi eylemlerle "vatanperver ve milliyetcilerin ve de ümemtci vatanseverlerin" yaptigi eylemlere ayni sekilde yakinmi ve uzakmi? Birileri hemen terörüst ilan edilirken bazilari yazmis oldugum gibi ya vatanperver oluyor yada kurtaricimiz. Biz hala baska ülkelerin bize kasi destekledigi terörö örgütlerini ön plana getirerek kendi hatalarimizi göz ardi ediyoruz. Baska ülkelerin bize karsi tavirlari malum. Ama kendi devletimizin yaptigina neden ayni derecede karsi gelmiyoruz. Söz konusu sadece PKK terörü olmamali, herkese ve her türlü teröre karsi olalim. Binlerce faili mechul cinayetler varsa bunlarin soruimlulari gene bizi sevmeyen bahsettiginiz ülkeler degil, Sivas'in, Corum'un, K. Maras'in, Malatya katliaminin, Hraanat Dink'in, Ugur Mumcu'nun katilleri hala yakalanamadiysa ve yakalananlarda kurtaricimiz olarak gösteriliyorsa bunu suclusu gene dis gücler olamaz. Dis güclerin bize karsi hasmini anlayabiliriz, ama kendi devletimizin kendi vatandaslarina olan hasmini nasil aciklayacagiz???? Bizler bunlari sorarken her seferinde oldugu gibi PKK terörünü önümüze getirmenizede artik hic gerek yok. Her olayin sorumlusu PKK terörü de olamaz. Bizlere sunu bunu karistirip ve deserek kaos cikartiyorsunuz suclamasi getireceginize kaatilleri bulamayan ve baze´nde saklayan devlet mensuplarina ve bizi yönetenlere karsi mücadele yapin. Evet sizin söylediginiz gibi bu mücadele silahla degil bariscil yoldan olsun. Ama ben bu bariscil mücadeleyide göremiyorum malesef. Her mücadele eden hemen posta pulu gibi damgalaniyor, hemde ya vatang´hainligiyle yada kaos ortami yaratiyor diye. baskalarina karsi aslan kesiliyoruz, ama söz konusu kendi devletimiz olunca her seye amen diyoruz.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bakin ben objektif bir degerlendirme yaptim siz ise yine ayni seyleri bana cevap olarak yazmissiniz,benim yazdiklarimi iyice okursaniz orada herseyin var oldugunu göreceksiniz,PKK yi ben öne sürmedim sadece örnek olarak gösterdim ve adi gecen bir ülkenin nasil ikiyüzlü siyaset yaptigindan bahsettim.Dünde Ermeni teröristleri bagirlarina basiyorlardi bugünde PKK lilari yani bir fark yok dünle bugün arasinda.

Türkiyede islenen faili mechul denen cinayetleri biz belkide herkesten daha cok bu forumlara tasidik ve aydinlatilmasini istedik,bunu yapmiyoruz diye elestirmeniz biraz fazla haksizlik oluyor.Önce bütün forumlarda yazilan yazilari inceleyip sonra elestiri yaparsaniz daha saglikli olur kanisindayim.

 

 

saygilarla

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bakin ben objektif bir degerlendirme yaptim siz ise yine ayni seyleri bana cevap olarak yazmissiniz,benim yazdiklarimi iyice okursaniz orada herseyin var oldugunu göreceksiniz,PKK yi ben öne sürmedim sadece örnek olarak gösterdim ve adi gecen bir ülkenin nasil ikiyüzlü siyaset yaptigindan bahsettim.Dünde Ermeni teröristleri bagirlarina basiyorlardi bugünde PKK lilari yani bir fark yok dünle bugün arasinda.

Türkiyede islenen faili mechul denen cinayetleri biz belkide herkesten daha cok bu forumlara tasidik ve aydinlatilmasini istedik,bunu yapmiyoruz diye elestirmeniz biraz fazla haksizlik oluyor.Önce bütün forumlarda yazilan yazilari inceleyip sonra elestiri yaparsaniz daha saglikli olur kanisindayim.

 

 

saygilarla

Biz 1972 lerin devrimci hareketini ve önderlerini hala kötü gösteriyorsak ve ayni zaman icerisinde ülkemizde öncede söylemis oldugum gibi binlerce yurtsever katledidiyse ve gene üstüne üstelik devlet bu katilleri koruyor görünümde ise biz faili mechullari burada tartistikla kendimizi yetindiremeyiz. PKK terörüne karsin devlet ve millet olarak hakli bir sekilde mücadele veriyoruz ama ona ragmen buradaki yorumlarimiz eksik olmuyor ve eksikte olmasin tabiiki. Ama neden Sivas'larin, Corum'larin, Ugur Mumcu'larin katillerini bulmayanlardan, bulmak istemeyenlerden ayni derecede hesap sorulmuyor?? Sorulmamasi bizi neden o kadar rahatsiz etmiyorki söylediginiz gibi bu konuyu burada tartistik gibi gecistirmeler yapilsin. Daha yakin zamana kadar Sivas'in hesabi neden sorulmuyor derken bazilari buradan bizleri elestirdiler ve kötü amacla kullaniyoruz diye suclama getirdiler. Bulunsunki katilleri eger kullaniyorsak (kullanmiyoruz ama) kötü düsüncelilere bir firsat verilmesin. Hem susacagim hemde mücadele edeni suclayacagim. Kabul edilír bir durum degil. Bakin daha Susurluk bile dogru dürüst acikliga kavusturulmadi. Ugur Mumcu catli kadar degerli bir vatandas degilmideki biri kahraman olarak gösteriliyor ve yaptigi karanlik isler su yüzüne cikartilmiyor ama digerinin de katili bulunmasin diye ellrinden geleni yapiyorlar. Güvendigimiz devlet gücleri bunlar. 1972 lerin devrimcilerinin de karsi geldigi devlet gücleri bunlardi. Aradaki fark bu.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Öldürülen her aydin Türkiye'den kayan bir yildiz demektir,susmadigimiz icinde yaziyoruz,biz yazacagiz siz yazacaksiniz bu bir mücadeledir.Kimse gecistirmiyorsize öyle geliyordur veya sizin mücadele yönteminize uygun degil bizim mücadelemiz.

Bakin Mehmet Agar hakkinda yargilama karari cikti bugün,demekki birilerinin darbeci olarak niteledigi yargi calismaktadir.Mehmet Agar Susurluk davasinda suclu bulunarak yargilanmasina hemde Yargitayda yargilanmasina karar verildi.

Ucu kime dokunursa dokunsun,faili mechul her cinayetin aydinlanmasi gereklidir.Bu ülkede gercek katiller serbestce gezerken katil olmayanlar ceteci diye tutuklanmaktadir.Yargidan kurtulmak icin kapagi meclise atanlar hayallerinde ceteler yaratarak masum insanlari söyle yazdi böyle dedi yalanlari ve iddialari ile tutuklatmaktadirlar.

Bu ülkeyi bu milleti seven herkes yurtseverdir vede milliyetcidir,sizin yanlisiniz,devrimci diyerek bir kesimi yurtsever gösterirken milliyetci diyerek diger kesime haksiz saldirilarda bulunmanizdir.Devrimcinin mücadeleside legal degildir,oda illegal olarak mücadele eder.Kuvayi Milliyeyi olusturan güclerin icersinde dagdaki efelerde vardi ve bunlarin cogusu kanunsuz olarak daglara cikmislardi ama vatan müdafaasi söz konusu oldugunda hepsi bir amac etrafinda birlestiler,düzenli ordu kurulana kadar ve kurulduktan sonra bagimsizlik ilan edilinceye kadar bu sivil gücler ordunun önünde arkasinda cephelerde düsmanla savastilar.Deniz Gezmis'in savasi emperyalizme karsiydi ama legal degildi,diyebilirmisinizki Deniz Gezmis bir cetenin elemani mafia örgütünün bir üyesiydi diye,elestiri yaparken sadece kendi siyasi cephemizden bakmadan elestirmeliyiz.Bugün Türkiyede bir savas vardir,kimse kendini aldatmasin,Türkiye dinci,ve bölücü güclerin savas alani haline gelmistir.Demokrasi kullanilarak adim adim Türkiyenin dibi oyulmaktadir,biz hala 68 lerin tartismasini yapmaktayiz,bugün hepimize görev düsmektedir.Burada ben devrimciyim sen degilsin tartismalari bize bir yarar getirmez,Eger bu ülkeyi yurt olarak kabul ediyorsak bu yurt devrimcilerin oldugu kadar Ulusalcilarinda yurdudur.O zaman bu yurdu savunmak hepimizin görevidir.Ücbes kendini bilmez,mafia bozuntusu insani gerekce gösterip tüm ulusalcilari suclayamazsiniz.

 

 

saygilarla

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

Önce Mahir’i vurdular’

 

 

 

Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyü, 30 Mart 1972…Saat 05.30 sıralarında Kızıldere muhtarının evine doğru iki asker yaklaşmakta. Mahir Çayan ve dokuz arkadaşının ölümüyle sonuçlanacak, tarihe “Kızıldere Katliamı” olarak geçecek olan gün başlıyordu.

 

Muhtarın evinde, muhtarın ailesinin yanı sıra; Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) kurucularından Mahir Çayan, Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu üyesi Hüdai Arıkan, Fatsalı şoför Nihat Yılmaz, Fatsalı öğretmen Ertan Saruhan ve Ünyeli çiftçi Ahmet Atasoy, Dev-Genç Genel Sekreteri Sinan Kazım Özüdoğru, Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Derneği Yönetim Kurulu üyesi Sabahattin Kurt, “Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü”nün kurucusu olarak aranan üsteğmen Saffet Alp, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) kurucularından Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile kaçırılan üç İngiliz teknisyen bulunmakta…

 

Evdekiler, evin ve köyün sarılmasıyla birlikte evde sıkışıp kalmışlardı. Dama çıkarak, kiremitler kırılıp, çatıda delik açıldı. Evi kuşatanlar arasında bulunan MİT Kontrterör Dairesi eski başkanı Mehmet Eymür’ün “Analiz” isimli kitabında yazdığına göre: “İçişleri Bakanı, MİT Müsteşarı, Tokat Valisi, Jandarma Genel Komutan Yardımcısı, MİT Ankara Bölge Daire Başkanı” da operasyonu yerinden yönetmekte… [1]

 

‘Teslim olmayacağız!’

 

Muhtarın dışarı çıkması ve bir daha geri dönmemesinin ardından “Teslim ol” çağrıları yapılmaya başlandı. Bu çağrıdan sonra olanları, katliamdan sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’nün savcılık ifadesinden okuyalım: “Muhtar Emrullah Arslan, evden uzaklaşırken karısını, gelinini ve kızını yanına alıp gitmiş. Bu sırada dışardan ‘Alçaklar, çocukların arkasına saklanıyorlar’ diye bir ses duyunca evde kimse olup olmadığını araştırmak aklımıza geldi. Mutfak kısmında ikisi torunu ve biri de erkek çocuğu olan üç küçük çocuk gördük. Kapıyı açıp, üç çocuğu bıraktık. Çatıdan dışarı baktığımızda tamamen sarıldığımızı gördük. Bir süre sonra da, bizden kayıtsız şartsız teslim olmamızı megafonla ihtar ettiler. Buna cevaben ‘İngilizlerin elimizde olduğunu, teslim olmayacağımızı, şartlarımız kabul edilmedikçe çarpışacağımızı ve İngilizlerin de bu arada öleceğini’ bağırarak söyledik. (…)

Saat 10.00 sıralarında marş söylemeye başladık.

 

Bu marş şöyleydi:

 

Gün doğdu, hep uyandık

Siperlere dayandık

Bağımsızlık uğruna

Alkanlara boyandık

 

İşçi, köylü, gençlik, asker

Devrim için ölürüz

Sinan, Hüseyin, İbrahim

Devrim için öldüler.

Ayrıca Karayılan türküsünü de hep birlikte söyledik.” [2]

 

Yüzlerce asker ve siviller tarafından kuşatılan Kızıldere köyüne helikopterler inip kalkmakta. Ankara’ya gidip gelen helikopterler, saldırının yaklaştığının habercisidir. Çatışma öncesini Mehmet Eymür’ün kaleminden okuyalım: “Çayan ve arkadaşları marşlar söylemeye ve zaman zaman askerlere laf atmaya başladılar. Bizi sivil pantolonlarımızdan tanımışlar. ‘Sam Amcanın adamları’, ‘Faşist MİT’çiler’ gibi sözlerle bizleri kızdırmaya çalışıyorlardı. Aramızda 150-200 metre kadar mesafe vardı. Biz de onlara cevap veriyorduk. Erlere ise dokunaklı laflarla tesir etmeye çalışıyor, faşist subayların emriyle hareket etmemelerini telkin ediyorlardı. Bekleme devresi başlamıştı.” [3]

 

Önce Mahir’i vuruyorlar…

 

Evi kuşatanların İngilizleri görmek istemeleri üzerine İngilizler pencereden gösterip, konuşturuldu. Saat 13.00 olduğunda evdekiler radyodan kuşatıldıkları haberini dinlediler. Saat 14.00 sıralarında megafonla evdekilere yeni bir çağrı yapıldı: “İçinizden biri dışarı çıksın, yani çatı katından baksın, konuşacağız”…

Söz yeniden Ertuğrul Kürkçü de… Kürkçü, 1979’da Niğde Cezaevi’nde Uğur Mumcu’ya, Mahir Çayan’ın öldürdüğü anı şöyle anlatır: “İlk ben çıktığım için sabah, daha sonra da Mahir ‘Sen çık şunlarla konuş’ dedi. Ben çıktım, arkadan da Mahir, Cihan, Saffet çıktılar yukarıya… Evin çatısı var, topraktan, kiremit çatı, oradan merdivenle çıkılıyor, tek katlı bir ev. (…)

 

Birlikler mevzilerine girmeye başladılar, makineli tüfek yuvalarının arkasına girmeye başladılar ve bizimle konuşmak isteyen adamlar geri geri gitmeye başladılar. ‘Ne oluyor?’ deyip, biz bir ölçüde geri çekildiğimiz zaman dört bir yanımızdan makinalı tüfeklerle eve ateş açıldı. Önceden iki üç arkadaş kendini aşağıya attı. Ben onların arkasından, en arkada Mahir kalmıştı. Baş aşağı düştüm. Merdivenlerden yuvarlandım. Toparlanıp, doğrulmaya çalışırken yukarıdan kanlar boşalıyordu. Tam deliğin ağzına Mahir’in kolu sarkmış, kafası da kısmen sarkmış ve kanlar akıyordu, ben fırladım…

 

Bir iki el bombası attım dışarıya. Makinalı tüfek ateşi sürekli devam ediyordu. Fakat bir şey göremiyorsun, zaten. Ayrıca tesir sahası dışına çıkmışlardı. Birşey kestirmek mümkün değil. Ve Mahir’i indiremedim.” [4]

Mahir’in vurulmasının ardından İngilizler, aşağıdakiler tarafından öldürülür. Açılan ateş sonucu Ömer Ayna sol gözünü kaybeder. Ağır yaralıdır. Cihan Alptekin ise karnından yaralanmıştır. Evin içindekiler sahanlıkta toplanırlar ve “U” şeklinde savunma pozisyonuna geçerler.

 

Roketatarların yanı sıra havan atışı da başlar. Evin girişini tutanların bulunduğu yerde büyük bir patlama olur. El bombalarının pimini çekip, kapıdan girecekleri bekleyenlerin üzerine düşen bombayla birlikte peş peşe patlar el bombaları…

Evdekilerin büyük bir bölümü ölmüştür. Ertuğrul Kürkçü, savunmakta olduğu samanlıktan içeri girerek samanların arasına saklanır. Bir süre sonra ateş kesilir. Eve gelenler içeri ateş ederek girerler. Yaralı olan Saffet Alp, öldürülür. Muhtar Emrullah Arslan, evde 13 kişinin olduğunu söylemiştir. On devrimci ve üç İngiliz ile birlikte sayı tutmaktadır. Hava kararmaktadır. Ölenlerin cansız bedenlerini alarak, köyü terk ederler…

Ertesi gün, Ertuğrul Kürkçü’nün babası Enver Kürkçü yanında bir tabutla birlikte Kızıldere’ye gelir.. Enver Kürkçü’nün başı tanımayacak durumda olan Nihat Yılmaz’ın cansız bedeninin “oğluna ait olmadığını” iddia etmesi üzerine tekrar eve gidilir ve yapılan arama sonucunda Ertuğrul Kürkçü yakalanır…

Kızıldere’de sabahın ilk ışıklarıyla başlayan “operasyon”, akşam karanlığı basarken sona erer. Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna ile Charles Turner, Gordon Banner ve John Law ölmüştür. Güvenlik kuvvetlerinden ise bir er yaralıdır.

 

Denizleri kurtarmak için…

Mahir Çayan ve on arkadaşını Kızıldere’ye kadar getiren neden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ın idamlarını engellemektir. On’ları Kızıldere’ye getiren olayların nasıl geliştiğini Sosyalizm ve Toplumsal Olaylar Ansiklopedisi’nden birlikte okuyalım: “İstanbul’da Ulaş Bardakçı’nın öldürülmesi ve Ziya Yılmaz’ın ağır yaralı olarak yakalanması, Orhan Savaşçı ve arkadaşlarının tutuklanması, ardından Koray Doğan’ın öldürülmesi ve Oğuzhan Müftüoğlu’nun da tutuklanması üzerine, tasarlanan birkaç umutsuzca çıkışın ve Ankara’da ya da başka bir büyük kentte barınma olanağının olmadığının görülmesi üzerine asıl örgütlenmeden geriye kalan iki kişi Mahir Çayan ve Ertuğrul Kürkçü, THKO üyeleri Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile birlikte, THKP-C’nin Doğu Karadeniz’deki kitle çalışmalarından edindiği ilişkiler alanına geçmek üzere yollarda yapılan sıkı aramalardan kurtulabilmek için makarna yüklü bir kamyonun yükleri arasına gizlenerek Fatsa’nın Yapraklı köyünde Ahmet Atasoy’un bir akrabasının evine yerleştirildiler. (…)

 

26 Mart 1972 sabaha karşı devlet güçleri, kalabalık komando birliği, özel görevliler ve polis birlikleri ile Ankara’da elde ettikleri bilgileri değerlendirerek Ünye’deki bağlantı noktalarını ele geçirmek ve ardından aranmakta olan THKP-C ve THKO üyelerini yakalamak üzere Fatsa’yı abluka altına aldılar. Daha sonra 1979’da Fatsa Belediye Başkanı olan terzi Fikri Sönmez ve çırağını gözaltına alan devlet güçlerinin kendi yerlerini öğrenmek üzere onları işkence altında sorgulamakta olduğunu öğrenen grup iki seçenekle karşı karşıya kaldı; ya İngiliz görevlileri de yanlarına alarak Ünye’den ayrılacak ve arkadaşları Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Saffet Alp ve Ömer Ayna’nın bulunduğu Kızıldere köyüne ulaşacaklardı ya da etkili herhangi bir eylemde bulunma olasılığı bulunmayan bu köye kendi başlarına gitmenin yolunu bulacaklardı. Aralarında yaptıkları tartışmada birinci seçeneğin uygulanması kararlaştırıldı. (…)

 

Yapılan keşifte İngilizlerin arabasının yerinde durduğu belirlendi ve eylem gerçekleştirildi. Üç İngiliz görevli alındı. Geride kalanlar bağlanarak hareket edemez hale getirildi ve Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy ve Nihat Yılmaz, Kızıldere köyüne doğru İngilizlerin aracıyla yola çıktılar.

Kızıldere köyüne tırmanan toprak yolun başında Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz’dan ayrılan grup, rehinelerle birlikte arkadaşlarıyla birleşmeye giderlerken Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz da aracı uygun bulacakları uzak bir yerde terkederek Ankara ya da İstanbul’a gitmekle görevlendirildiler.” [5]

 

NATO’ya bağlı Ünye Radar Üssü’nden kaçırılan İngilizlere karşılık Denizlerin idamlarının durdurulmasını istediler. İstekleri üç maddeden ibaretti:

1. İnfazlar derhal duracak.

2. Hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacak.

3. En çok 48 saat içerisinde bu konuda Türkiye radyolarından infazların durdurulduğu hakkında yayın yapılması şarttır.

29 Mart 1972 günü On’ları Niksar’a getiren kişinin yakalanması üzerine, İstanbul’a dönmeyi güvenli bulmayıp, Kızıldere’ye dönen Nihat Yılmaz ve Ertan Saruhan ile diğer devrimcilerin bulunduğu ev tespit edildi. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını engellemek için yapılan eylem başarısız olmuş, on devrimci Kızıldere’de öldürülmüştü.

 

Yargısız infazın itirafı

Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan 6 Mayıs 1972’de Ankara’da idam edildi. Kızıldere katliamından geriye bazı soru işaretleri kaldı. “Yetkililer” olayın çatışma olduğunu iddia ettiler, etmekteler. Ancak yıllar sonra yayınlanan dönemin başbakanı Nihat Erim’in günlüklerine yazdığı: “Akşam saat 18’de Tağmaç telefon etti. Hepsi ölü olarak ele geçmiş. Saat 16.30’da nasihatin etkisi olmadığını ve devamlı bomba ve silah attıklarını görünce, jandarma da ateş açmış. Eve sokulup girmişler, İngilizleri ölü bulmuşlar, ötekilerden sağ kalanları öldürmüşler.” ifadesi eğer dizgi yanlışı yoksa ve eğer Erim’in kalemi sürçmemişse – ki günlüklerin hiçbir yerinde kuşkulu bir cümle yok – bu bir itiraftır. [6]

 

Kaldı ki, dönemin İçişleri Bakanı Ferit Kubat’ın Meclis’te yaptığı konuşmadaki sözleri de bu ifadeyi doğrulamaktadır: “Çetin bir mücadele sonunda çelik yelekli ekip, hepsini ölü olarak ele geçirmiştir. Son bir anarşist ‘teslim oldum’ demiş ve o anlık gafletten istifade silahını ateşleme fırsatını bulmuşsa da kurşun, çelik yelekte kalmış, çelik yeleği geçmemiş ve mukabil ateşte de öldürülmüştür.” [7]

 

Geçen yıl, Kızıldere Katliamı’nın 35. yılında 78’liler Girişimi ile Saffet Alp’in kız kardeşi Fikret Karacan, Saffet Alp’in “yargısız infazla öldürüldüğü” iddia ederek, İçişleri Bakanlığı’na “yargısız infazda rol alanların kimliklerinin açıklanması” talebiyle başvurdular. Kızıldere katliamının 36. yılında “failler” hâlâ meçhul…

 

[1] Bir MİT Mensubunun Anıları, Mehmet Eymür, Milliyet Yayınları, 1991.

[2] Çıkmaz Sokak, Uğur Mumcu, Tekin Yayınevi, 1979.

[3] Bir MİT Mensubunun Anıları, Mehmet Eymür, Milliyet Yayınları, 1991.

[4] Çıkmaz Sokak, Uğur Mumcu, Tekin Yayınevi, 1979.

[5] Sosyalizm ve Toplumsal Olaylar Ansiklopedisi. İletişim Yayınları, 1988.

[6] Günlükler, Nihat Erim, 1925-1979, II. Cilt, Yapı Kredi Yayınları, 2005.

[7] Bir MİT Mensubunun Anıları, Mehmet Eymür, Milliyet Yayınları, 1991.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BAŞBAKAN NİHAT ERİM’İN GÜNLÜKLERİNDE KIZILDERE

 

 

‘İngilizleri ölü bulmuşlar, ötekilerden sağ kalanları öldürmüşler…’

 

 

Dün sabah MİT müsteşarı ve İçişleri bakanı telefon ettiler. İngilizleri kaçıranlar Niksar’ın Kızıldere köyünde muhtarın evinde imişler. Jandarma köyü çevirmiş, İngilizlerin diri kurtarılması için pazarlık yapılıyormuş. Ben de talimat verdim, “Diri kurtarmak için her gayret gösterilsin” diye. İçişleri bakanı Ünye’de anarşistlerle işbirliği yapan Avukat Sadi Şener’i yanına alıp olay yerine gidiyor. Avukat “Ben onları teslim olmaya razı ederim” demiş.

 

Öğleye kadar teslim olmamışlar. Ateş etmişler. Öğleden sonra Tağmaç telefon etti. Jandarma Genel Komutanı, “Geceye bırakmak tehlikelidir” diyormuş. Tünel kazıp kaçabilirler. İçlerinde askeri üniformalılar da var. Gece evden çıkıp askeri şaşırtılabilir, aralarına karışabilirler” diyormuş. “Onlar olay yerinde durumun gereğini daha iyi takdir ederler” dedim.

Akşam saat 18’de Tağmaç telefon etti. Hepsi ölü olarak ele geçmiş. Saat 16.30’da nasihatin etkisi olmadığını ve devamlı bomba ve silah attıklarını görünce, jandarma da ateş açmış. Eve sokulup girmişler, İngilizleri ölü bulmuşlar, ötekilerden sağ kalanları öldürmüşler.

 

Gece A. İ. Göğüş telefon etti. Sıkıyönetim resmi tebliğ dışında haber ve resim yayınını yasak etmiş. Tağmaç’ı buldum. “Resim yasağı doğru değil. Gerçeğin gizlendiği sanılır” dedim. Soruşturdu, yanlışlık olmuş. Resim yayınlanacak.

Bu sabah Bakanlar Kurulu’nu topladım. İçişleri bakanı dönmüştü. İzahat verdirdim. Öğleden sonra da Millet Meclisi’nde izahat verdi. Grup sözcüleri de konuştu. Güvenlik kuvvetlerini tebrik ettiler.

Günlükler, Nihat Erim, 1925-1979, II. Cilt, Yapı Kredi Yayınları, 2005.

 

OLAYLARIN ARDINDAKİ GERÇEK

 

Bilinen Son

Türkİye’de kızıl anarşinin önderleri giriştikleri akılsız denemelerin sonuncusunda cumhuriyet kanunlarının ve güvenlik kuvvetlerinin bir kere daha avucu içine düşmüşlerdir. Türk Devletine kast teşebbüslerinin, hürriyet rejimine karşı çıkmanın, hele Atatürk Cumhuriyetini dinamitleme niyetlerinin karşılaşacağı son duvar, bundan böyle de cumhuriyet kanunlarının ve cumhuriyet kuvvetlerinin güçlü ve sert kayalıkları olacaktır. Bundan kuşku duyulmamalıdır. Devletin gücü karşısında eğilmeyecek, başı ezilmeyecek tehlike mevcut değildir. Böyle olmasa idi bu varlığın adına devlet denmezdi. Cumhuriyet Türkiyesi bu anlamda güçlü bir devlettir.

Sol macera heveslileri, başka hevesliler gibi bunu pek âlâ bilmektedirler. Sonucu önceden belli bazı olaylar vardır.

 

Kızıl anarşinin Türkiye’de uğradığı âkıbet, sonucu önceden belli olaylara bir örnektir. Buna rağmen bir heves olarak sürdürülmek istenmesinin nedeni, içinde rol alanların, kendi iradelerinin ötesinde milletlerarası bir akımın tutsağı durumuna girmiş olmalarıdır. Yoksa Türk halkının yapısını, cumhuriyet ordusunu ve gerçek Atatürkçü nesilleri biraz tanıma olanakları bulunsa, içine düştükleri kızgın çemberin dışına kendilerini bir an önce atarlardı. Üç İngilizi kaçırmak suretiyle sebebiyet verdikleri son olayın Türkiye’de yarattığı nefreti iyi değerlendirmek gerekir. Halkın gösterdiği tepki meydandadır. Güya halkı kurtarmak gibi akılsız davranışlara girişenler halkın elinde perişan olmuşlardır. Parlamentosundan, üniversitelerinden yükselen seslere kulak veriniz. Hepsi, Türkiye’nin kızıl anarşiyi reddeden tek sesini veriyorlar. Türkiye bir bütün halinde anarşinin ve insanlık dışı eylemin karşısına dikiliyor.

 

Cumhuriyet gazetesi, 31 Mart 1972

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.