Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

30 Mart l972 Kızıldere unutulmayacak!


Yayamaz Kayımca

Önerilen İletiler

30 Mart 1972'de, ülkemizde ve bütün dünyada gözler bir Karadeniz köyüne, KIZILDERE'ye çevriliydi.

 

 

 

Mahir Çayan ve arkadaşlari, korkunç bir takip altında Ankara'dan Karadeniz'e geçmişlerdi. Burada, Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idamını önlemek için Ünye Radar Üssü'nde görevli emperyalizmin 3 ajanını rehin alarak Niksar'ın bir dağ köyü olan Kızıldere'ye sığınmışlardı.Günlerdir ülkemizde bütün devlet kuvvetleri, devlete karşı gelen, devlete isyan eden bu insanlarin peşine düşmüştü. Devlete karşı

 

 

gelinemeyeceğini kanıtlamak gerekirdi. Bütün devlet kuvvetleri seferber edildi. Eski "devletlu" İsmet Paşa'ya çağrılar yaptırıldı. Mahir Çayan ve arkadaşlarını bulabilmek için yüzlerce insan işkenceye çekildi. Ülkenin her yanında tam bir savaş hali sürdürülüyordu...

Takipler alabildiğine sıklaştırıldı. Büyük şehirlerde yıldırım harekatları düzenlendi. Her ev, her oda didik didik aranmaya çalışıldı. Sokağa çıkma yasağı kondu. Beş kişiden fazlasının birlikte gezmesi suç sayıldı.

 

Nihayet, Mart ayının son günlerinde Mahir Çayan ve arkadaşlarının Karadeniz Bölgesi'nde olduklan tespit edildi. Mahir Çayan ve arkadaşlarını bulabilmek için yüzlerce insan gözaltına alındı. İlkokullar işkencehane olarak kullanıldı. İşkence, aleni, ortalıkta yapılıyordu. Karakollardan yükselen çığlık sesleri duyulmaktaydı. Hamile kadınlar işkence altına yatırılıyordu. Halkın umutsuz tepkilerinden bile çekinen, korkan egemen sınıflar, toplarıyla, tanklarıyla, komando birlikleriyle, generalleriyle, MİT paşalarıyla üşüştüler Karadeniz bölgesine. Ve muhbirlerinin ve cümle teknik olanaklarının yardımıyla halkın on yiğit savaşçısının Kızıldere köyünde olduğunu öğrenebildiler.

 

Mübalağasız, ordularıyla kuşattılar Niksar bölgesini. Kızıldere köyü savaş alanı oldu. Köy evinde 10 yiğit ve evin çevresinde sayısız asker, bu koşullarda bir çatışmaya girdi. 30 Mart 1972 akşamı, bütün teleksler, bütün rotatifler, dünya radyolarının hepsi aynı haberi iletiyordu; KIZILDERE’DE 10 KİŞİ KATLEDİLDİ!

 

Oligarşinin, tankı, topu, bazukası, paşası, maşası el birliğiyle, bu köy evinde kuşattıkları halkın 10 yiğit savaşçısını imha etmeyi nihayet becerebilmişlerdi.

 

10'lar, "biz buraya teslim olmaya değil, ölmeye geldik" diyorlardı. Ve öyle oldu. Teslim olmadılar. Direndiler. Öldüler.

 

30 Mart 1972, bundan böyle, devrimcilere yol gösteren bir direnme savaşının alevlendiği gün oldu. Faşizme karşı teslimiyetsiz bir mücadele anlayışına sahip olduklarından KIZILDERE DİRENİŞİ'ni gerçekleştirdiler. Üç yiğit devrimciyi, Deniz'i, Yusuf'u, Hüseyin'i ipe çekerek nelere kadir olduğunu kanıtlama çabasında olan oligarşinin, halk yığınlarına gözdağı verip devrimcileri yıldırmak arzusuyla tutuşan oligarşinin katliamına karşı direndiler. Yoldaşlarının kurtarılması uğruna kendilerini feda etmekten geri kalmadıklannı kanıtladılar.

 

10'lar, Kızıldere'de oligarşinin baskı ve tenkil politikasına, azgın sömürüsüne karşı çıktıkları için öldürüldüler. Devrim uğruna teslim olmayı değil, direnerek ölmeyi savundukları için öldürüldüler.

 

KIZILDERE DİRENİŞİ, yaşanılan günlerde, bir rastlantı, bir istisna değildi. Daha önceden Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçı, Koray Doğan hunharca katledilmişlerdi. Daha sonraları, Deniz, Yusuf ve Hüseyin oligarşinin cellatları tarafından öldürüldü. İbrahim Kaypakkaya işkencehanelerde faşizme karşı yiğitçe direndi ve öldürüldü. Kızıldere katliamı ise bütün bu dönem boyunca halk yığınlarına uygulanan eziyetin bir parçasıydı. Ve bu direniş, halk yığınlarının hoşnutsuzluğunun en çarpıcı, en somut örneğinden başka bir şey değildi.

 

Bütün bu olup bitenler, 12 Mart askeri darbesi ile başlayan karanlık günlerde yaşandı. Kızıldere'de halkın evlatlarının niçin hunharca katledildiğinin, bütün 12 Mart açık faşizmi döneminde onlarca yurtseverin neden kurşunlandığının, işkencehanelere, zindanlara atıldığının ve emekçi halkın azgınca sömürüldüğünün cevabı bu ünlü faşist muhtıranın veriliş amacında saklıdır. Fabrika önlerinde kurşunlanan grev gözcüleri, jandarma dipçiğinin altında inleyen yoksul köylüler, milli zulmün katmerlisine uğrayan, horlanan Kürt ulusu bu muhtıranın yalnızca sömürücülere hizmet ettiğini gördü ve yaşadı.

 

12 Mart dönemi boyunca hakim sınıflar daha fazla semirdi, emekçi yığınları daha fazla sömürdü.

 

Evet, niçin ihtiyaç duyulmuştu 12 Mart muhtırasına?

 

Çünkü, 1971'e gelindiğinde, oligarşinin muteber temsilcisi Tağmaç'ın deyişiyle sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmıştı. Halk yığınlarının mücadelesinin boyutları, kendiliğinden bir niteliğe sahip olmasına rağmen, hakim sınıfların sömürülerini disipline etme çabaları karşısında önemli bir engel teşkil edebiliyordu. Bütün örgütsüzlüğüne ve dağınıklığına rağmen, halkın mücadelesi oligarşinin oldukça telaşa kapılmasına yetmişti. Toplumsal huzursuzluk had safhaya ulaşmıştı. Üstelik, proleter devrimcilerin bu toplumsal huzursuzluğu örgütleme doğrultusundaki girişimleri oligarşi açısından bardağı taşıran son damla oldu. Bu bakımdan, 12 Mart askeri darbesi, sosyal uyanışın oligarşi lehine durdurulması yolunda atılmış bir adımdı.

 

Öte yandan, ülke ekonomisinin çarpık gelişimine tekabül eden çelişkili ve zoraki bir ittifak olan oligarşik diktatörlüğün sorunları, yalnızca yükselen halk muhalefeti de değildi. 12 Mart muhtırası oligarşi içindeki çatışmalara da bir çözüm olmak zorundaydı. Oligarşinin değişik kanatları, halkın yükselen muhalefeti karşısında birleşirken, sömürüden pay alma kavgasında birbirlerine düşmüşlerdi.

 

Bu kavga, oligarşiyi meydana getiren unsurların farklılığından kaynaklanıyordu. İktidardaki hakim ittifak, bir yanda emperyalizmin doğrudan uzantısı olan tekelci burjuvazi ve öte yanda toprak ağalarının ve tefeci tüccarların en irilerinin oluşturduğu kesimler tarafından meydana gelmişti. Aralarındaki bu ortaklık, zoraki bir ortaklıktı. Herbirinin tek başına cılızlığından ve emperyalizmin sömürüsünün karakterinden dolayı birlikte olmaları, sömürü sofrasını paylaşmada kendi aralarında dalaşmalarını engellemiyor, tersine körüklüyordu. Çünkü tekelci burjuvazinin nihai amacı tek başına iktidar olmaktı. Bu koşullarda, dışa bağımlı ve cılız tekelci burjuvazi ile oligarşi içinde temsil edilen tekel dışı unsurlar arasında nispi bir uzlaşma sözkonusuydu.

 

Bunlardan, emperyalizmle ta başından bütünleşmiş olan tekelci burjuvazi, oligarşinin bel kemiğini oluşturur. Ve oligarşi içindeki siyasi sürtüşmeler, esas olarak, tekelci burjuvazinin ekonomideki sömürü payını tekel dışı unsurlar aleyhine artırma çabasından kaynaklanır. Ne varki, tekelci burjuvazi diğer unsurları tamamen tasfıye etme şansına sahip olamadığından, süreç içinde, kendisinin daha çok paya sahip olduğu yeni bir uzlaşma aramaktaydı.

 

1971'lere gelindiğinde, teşvik tedbirleri, finansman kanunları, vb. girişimlerde, tekelci buıjuvazi kendi dışındaki unsurların tasfiyesine yönelik adımlar atmıştı. Böylece, oligarşi içindeki sürtüşmeler önemli boyutlar kazanmış ve hakim sınıflar gerçekten yönetemez bir duruma düşmüşlerdi. Tekelci burjuvazi, oligarşi içindeki uzlaşmanın, kendi lehine yeniden kurulmasını arzulamaktaydı. Ve 12 Mart askeri darbesi, nispi bir istikrarın sağlanması amacıyla oligarşi içindeki bu nispi uzlaşmanın yeniden kurulmasına hizmet etmişti.

 

İşte 12 Mart, sömürenler açısından, kimin daha fazla sömüreceğinin de bir kavgasıdır. Bu kavganın bir sömürü kavgası olduğunu ve kabağın her durumda sömürülenlerin başında patlayacağını unutmamak gerekir. Oligarşi içindeki çekişme yamyamların kendi aralarındaki çekişmedir. Kaynayan 12 Mart kazanının içinde pişen, emekçi halklardan başkası değildi. Didik didik edilen, etleri parçalanan, emekçilerdi; kurşunlanan, zindanlarda çürütülen, halkın öncüleriydi. 12 Mart ne getirdi, ne götürdü sorusunun en kısa cevabı budur...

 

12 Mart tüm halkımıza açlık, zulüm, baskı, pahalılıktan başka birşey getirmedi. Bütün bu dönem, faşizmin azgınca saldırdığı, kan içtiği bir açık terör dönemidir.

 

Grevler yasaklanıyor, direnenler, zindanlara tıkılıyordu. Ülke, işkencehanelerin karanlığında ve darağaçlarının gölgesinde sıkıyönetimle yönetiliyordu. Halkların kurtuluşu yolunda mücadele eden devrimciler katlediliyor; yurtseverleri, hapislerde çürütmek, ipe çekmek için mahkemeler kuruluyordu.

 

Bu dönem boyunca, ATAŞ'ta, MKE'de, Ereğli Kömür İşletmelerinde ve daha birçok işyerlerinde sayısız grevler ertelendi, yasaklandı. İşsizliğin, pahalılığın ölümle, katliamla birlikte kolkola gezdiği ülkede, emekçilerin en hayati hakları bir kalemde silindi. Örneğin, 1970'de 111 olan grev sayısı 1971'de 78'e düştü. Faşizmin en yoğun olduğu; 1972-73'de grev sayısı 48 ve 55'e kadar düştü. Faşizmin açık uygulamasıyla yarı yarıya azaldı grevler. Emekçilerin en doğal hakları gaspedildi. Yani hakim sınıfLar, vatan-millet-sakarya edebiyatı ile, devletin yüce çıkarlarını koruma çığlıkları ile ücretleri artırmanın, sosyal hakları elde etmenin yollarını tıkadılar.

 

"Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütünüz" diye Kürt ulusuna katliamlar uyguladılar, onların yaşama hakkına tecavüz ettiler. Bölücülük iddiasıyla Kürt demokratlarının yüzlercesini zindanlara tıktılar.

 

Memurların, öğretmenlerin sendikalaşma hakları ellerinden alındı. Okullar birer medreseye çevrildi; yoksul köylülerin toprak istekleri jandarma dipçiğiyle bastırıldı. Küçük üretici, geçimini bile sağlayamadığı taban fiyatlarla susturuldu. Yine bu dönemdeki ücretlerdeki gelişmeye bakmak bile, çarkın kimin için döndüğünü ve bu çarkın kimlerin hakkını öğüttüğünü anlamak için yeterlidir. 1970 yılında 35.3TL olan gerçek işçi ücretleri, 1971'de 33.7 TL'ye ve 1972'de 33.3 TL'ye kadar düşürüldü. Emekçilerin yediği ekmeğin bir parçasına, içtiği çorbanın bir tasına açıktan el konuldu. Bir yandan baskı ve zulüm, öte yandan işsizlik, pahalılık emekçi yığınların üzerine bütün ağırlığıyla çöktü.

 

Oligarşi, kana, paraya doymak bilmiyordu. Halkın iliğini, kemiğini sömürdükçe azgınlaştı. Azgınlaştıkça saldırdı. Kısacası 12 Mart döneminin bilançosu, halkın yaşam düzeyini düşürerek tekelci burjuvaziye mali kaynak yaratmak; baskı ve terörü artırarak halkın muhalefetini yıldırmak ve sessizce boyun eğmesini sağlamak; her türden zulüm ve sömürüyü katmerleştirmek diye özetlenebilir...

 

Ve bir de, nispi durgunluk dönemlerinde, halkın çıkarlarının en keskin savunuculuğunu yüklenenlerin, gerçek savaş günlerinde çirkin yüzlerini açığa çıkarması bakımından önemlidir, 12 Mart dönemi: Kendisini "işçi partisi" diye gösterenler, sıkıyönetim kapan deyince kapanan, teslim ol deyince teslim olan bir trajedinin şarlatan oyuncuları oldular. İhbarcılık ettiler. Karşı-devrimci saflara geçip devrimcilere küfrettiler. Teslim olmayı reddedenleri maceracılıkla, anarşistlikle suçladılar. Oligarşi ile aynı tempoda, onun gönüllü borazanlığını yaptılar. Kimileri de bir köşede oturup olup biteni seyretti, karanlık günlerin kendiliğinden geçmesini beklemeyi yeğledi.

 

Velhasıl, yoksul halkımız ve devrimciler 12 Mart dönemi boyunca bir kez daha gördü ateşi ve ihaneti. Belki, 12 Mart'ın dönekleri dönekliklerini unuttular, unutuldu sandılar. Ama halkımız kendisine ihanet edenleri unutmadı; kendi kurtuluş savaşçılarını hiç mi hiç unutmadı.

 

Bunun içindir ki, beş yıl sonra yeniden anarken, diyoruz ki,12 Mart'ın zulmü unutulmayacak!

 

Kızıldere Direnişi unutulmayacak!

 

Kızıldere Direnişi, Devrimci Hareketimizin yenilgisine rağmen, yenilginin ortasında dimdik duran bir anıttır.

 

Hakim sınıfların karanlık yüreklerinde bir korkudur.

 

Halkların ezik yüreklerinde, biraz hüzün, ama daha çok bir ışık, bir umut kaynağıdır.

 

Evet, 30 Mart 1972, oligarşinin sarhoş generallerinin zafer çığlıkları attığı bir gündü. Yiğit savaşçıların cesetleri üzerinde tepindikleri bir gündü. Ama ayıldıklarında kirli kanlarını donduran bir gerçekle karşılaştılar:

 

Birde çok olup çokta bir olan, hepsi birer Mahir, hepsi birer Saffet; Hüdai, Nihat, Ahmet, Ertan, Ömer, Cihan, Sabahattin, Kazım olan halkın diğer evlatlarını hatırlamak zorundaydılar.

 

Ne bazukaları, topları, ne de idam sehpaları yetmezdi çünkü hepsini teker teker, onar onar yok etmeye; ve bu coşkun seli durdurmaya. Karşılarında, her köyün bir KIZILDERE olmaya namzet oIduğu, her devrimcinin 10'lar arasına katılmaya can attığı korkutucu bir süreç ve bunun sonucunda devrimci mücadelenin er veya geç başarısı vardı.

 

Ve 10'lar, Kızıldere'de bazukaların yaktığı, yıktığı köyevinin küllerine gömülmedi. 10'lar halkın kalbine, devrimcilerin bilincine gömüldüler.

 

10'lar öldüler.

 

 

 

Ama hiçbir şey bitmedi.

 

Daha 30 Mart sabahında, Ahmet Atasoy'un karısı Dürdane Kadın, işkencehanede zulmün en katmerlisinin, sancının en onurlusunun meyvesini verdi. Kurtuluş doğdu.

 

Daha 30 Mart sabahında, devrimci hareketin militanları bir kez daha hınçla bilendiler.

 

KIZILDERE DİRENİŞİ UNUTULMAYACAK!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kizildere'nin önemi bugün daha cok anlasiliyor. Orada katledilen devrim sehitlerini saygiyla aniyorum ve gencligi teslimiyetci olmamaya cagiriyorum. Ülke seriatcilar ve ceteler rasinda paylasilmaya baslandi. Kendi aralarinda kiyasiya mücadele var. Yillardan beri devrimci ve yurtseverler katledildi ve sindirildi, meydan seriatcilara, mafyacilara ce cetelere kaldi malesef. Türkiye halki bunu hak etmiyor.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

"Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütünüz" diye Kürt ulusuna katliamlar uyguladılar, onların yaşama hakkına tecavüz ettiler. Bölücülük iddiasıyla Kürt demokratlarının yüzlercesini zindanlara tıktılar.

 

 

 

 

 

Ama hiçbir şey bitmedi.

 

:)

Orada ölenlerin davasına sahip çıkanlar şuan dağlarda zaten, o gün bugündür Türk ordusu ile çatışmaya devam ediyor..

Sahi kimdi Kızılderede ölen ve öldürenler kimler kimlerle çatışmıştı?

 

Evet Kızıldere unutulmayacak, Türk halkı unutmayacak kendini bilmezler yüzünden yaşamak zorunda kaldıklarını..

Birde ******* saatlerce Türk ordusu ile silahlı çatışmada ölenlere kahraman şehit yaftası vurmaları yokmu?

Ne kadar körüklemeye çalışırsanız çalışın bu yangın bir daha alevlenmeyecek...

Binlerce gencin ölümünden kendinize biçtiğiniz pay bumu?

*************

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ben de Atatürk cumhuriyetini yıkıp Marksist-Leninist proleterya diktası kurmak isteyenleri şeriat devleti kurmak isteyenlerden farklı görmüyorum. Güvenlik güçlerimiz başarılı bir operasyon yapmış ve bu militanları bertaraf etmişler Kızıldere'de. Kendi güvenlik güçlerine silah kullanan herkes haindir ve aynı sonu paylaşacaktır...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

:)

Orada ölenlerin davasına sahip çıkanlar şuan dağlarda zaten, o gün bugündür Türk ordusu ile çatışmaya devam ediyor..

Sahi kimdi Kızılderede ölen ve öldürenler kimler kimlerle çatışmıştı?

 

Evet Kızıldere unutulmayacak, Türk halkı unutmayacak kendini bilmezler yüzünden yaşamak zorunda kaldıklarını..

Birde ******* saatlerce Türk ordusu ile silahlı çatışmada ölenlere kahraman şehit yaftası vurmaları yokmu?

Ne kadar körüklemeye çalışırsanız çalışın bu yangın bir daha alevlenmeyecek...

Binlerce gencin ölümünden kendinize biçtiğiniz pay bumu?

*************

68 lerin ve o yurtsever devrimci genclerin degerini bilseydik bugün bir cuval un icin cumhuriyeti seriat düzeniyle degistirmek isteyen siyasilere oy vermezdik. Onlari iiy taniyabilseydik bugün ülkede ne cetelr nede mafyalar o kadar rahatca bizi sömürürdü. Onlar bir cete ugruna ölmdiler, sadece tam bagimsizlik icin caba gösterdiler. Bugün ABD'ye karsi gelenlere soruyorum, 68'lerde neredeydiniz?? O zaman karsi gelenlerin tümünü vatanhaini ilan etmistiler. Simdi ise kendileri karsi geliyor, ne kadar celiskili bir durum. Cete mensuplarina Türkiye sizinle gurur duyuyor derken devrimci ve tam bagimsizlik icin mücadele verenleri terörüst ilan ediyoruz. Etmeye devam edelim ve sonunda görecegiz nereye varacagimizi, cok az kaldi.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Mahir Çayan ve arkadaşları (diğer bir koldan da Deniz Gezmiş) tam bağımsız bir Türkiye için yola çıkmışlardı, evet... Ancak gelinen noktada, Kızıldere'de öldürülen devrmcilerin kurdukları örgütün uzantılarından bir tanesi de DHKP-C olarak faliyettedir. Bu örgütün ise ne için çaba gösterdiği ortadadır. PKK ile işbirliği yapacak konuma gelmişlerdir!!! Bunları da göz önünde tutmak gerekir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ben de Atatürk cumhuriyetini yıkıp Marksist-Leninist proleterya diktası kurmak isteyenleri şeriat devleti kurmak isteyenlerden farklı görmüyorum. Güvenlik güçlerimiz başarılı bir operasyon yapmış ve bu militanları bertaraf etmişler Kızıldere'de. Kendi güvenlik güçlerine silah kullanan herkes haindir ve aynı sonu paylaşacaktır...

 

Gaye insanlara doğru mesajlar vermekse, konuya ilişkin doğrular da vurgulanmalı. En değerli olan emeğin önem kazanması, bir gün mutlaka emeği savunan güvenlik güçlerinin de var olması, en doğru tespit değilmi?

 

Prolerterya bir bilinçtir, emektir, aydın sınıftır, öyle olmalıdır. Bu aydın sınıfın demokrasiye hakim olması da, tarihsel aşamaların en kaçınılmazıdır.

 

Demokratik devrimlerle emeğin hakimiyetini savunmak, gerçek demokratik düzenin kurulmasını istemek elbette en doğru olanı. Ancak...

 

Emperyalizm ve yaşatıcısı vahşi kapitalizm, emeğin savunucularını, onların egemenlik mücadelelerini ellerinde çiçeklerle karşılamıyorlar. En basit sendikal haklar mücadelesi bile güvenlik güçleri ile bastırılmaya çalışılıyor.

 

Günümüzde emeği bir şekilde savunmak devrimci bir eylemdir. (yayamaz kayıncanın imzasınsdan...)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Emperyalizm ve yaşatıcısı vahşi kapitalizm, emeğin savunucularını, onların egemenlik mücadelelerini ellerinde çiçeklerle karşılamıyorlar. En basit sendikal haklar mücadelesi bile güvenlik güçleri ile bastırılmaya çalışılıyor.

Doğrusun dostum. Emeğin savunulmadığı bir demokrasi olamaz. Böyle bir şey "kalsiyumsuz süt" gibi olanaksızdır. Kafeinsiz kahve olur, bu olmaz.

 

Benim kınadığım tabii ki silahlı örgütlü eylem. Ne Deniz Gezmiş, ne Mahir Çayan ve arkadaşlarına kahraman demem, kimse kusura bakmasın...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

..............

Benim kınadığım tabii ki silahlı örgütlü eylem. Ne Deniz Gezmiş, ne Mahir Çayan ve arkadaşlarına kahraman demem, kimse kusura bakmasın...

 

Bir bakış açısı;

Dostum, senin daha önceki iletinde belirttiğin de emperyalizmin, onun temsilcisi vahşi kapitalizmin silahlı güçlerini savunmak olmuyor mu?

(Her türlü silahlı eyleme karşıyım)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Devletin güvenlik güçleri vahşi kapitalizmin silahlı güçleri öyle mi? Ve silahla karşı çıkılıp savaşmak, güvenlik güçlerini öldürmek gerek!

 

Sayın maraba, bu forumda dost kalmaya devam edelim, lütfen... Görüşlerinizi tabii ki biliyorum. Halen ağaların maraba çalıştırdığı bir ülkede yaşamaktan ben de utanç duyuyorum ama, şu dinciler bir fırsat vermiyor ki reformlar yapılsın, işler düzelsin, hukuk güçlensin. Nelerle yatıp nelerle kalkıyoruz görüyorsunuz. Tek partili dönemden demokrasiye geçer gibi olalım dedik, "siz isterseniz hilafeti getirirsiniz, odunu istesem bu millete seçtiriririm" diye çıktılar. Bir de idamlar oldu, nefret körüklendi. O gün bu gündür tartışma bitmiyor. Bitmedi, kurtulamadık şu din batağından!

 

Menderes kibar adam, çalışkan, vatansever bir adam. İdamı üzücü. İki bakanı da öyle. Örneğin Fatin Rüştü Zorlu'nun ülkenin dış itibarını sıfıra indirdiğini hiç ama hiç sanmıyorum. İdam gerekçesi ise bu. Ama o iktidarın başlattığı kaos ve kendilerinin de laikliği idam etmek istemesi de alabildiğine vahim. Bu ipleri nasıl böyle geriyoruz da böyle üzücü şeyler oluyor, niye bu kadar kolay dolduruşa gelen bir toplumuz, ben anlamıyorum.

 

Tam bu yaralar kapansın artık, ileriye bakalım, nefretleri unutalım, olan olmuş derken sen alsın bir deli daha taşı, hooop yine kuyuya! Ne o? Üniversitelerde türban takılabilsinmiş! Şu dinden bir elinizi çekin, bir siyasete bulaştırmayın be kardeşim! Yok! Din, kin, rövanş, intikam! Tam akıllarını başlarına aldılar, artık "kanlı mı kansız mı olacak" meselesini bıraktılar derken bir baktık, meğer hala "kadayıfın üstü kızardı da, altı da kızardı galiba artık" diye bekliyorlarmış!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Devletin güvenlik güçleri vahşi kapitalizmin silahlı güçleri öyle mi? Ve silahla karşı çıkılıp savaşmak, güvenlik güçlerini öldürmek gerek!

 

Sayın maraba, bu forumda dost kalmaya devam edelim, lütfen... Görüşlerinizi tabii ki biliyorum. Halen ağaların maraba çalıştırdığı bir ülkede yaşamaktan ben de utanç duyuyorum ama, şu dinciler bir fırsat vermiyor ki reformlar yapılsın, işler düzelsin, hukuk güçlensin. Nelerle yatıp nelerle kalkıyoruz görüyorsunuz. Tek partili dönemden demokrasiye geçer gibi olalım dedik, "siz isterseniz hilafeti getirirsiniz, odunu istesem bu millete seçtiriririm" diye çıktılar. Bir de idamlar oldu, nefret körüklendi. O gün bu gündür tartışma bitmiyor. Bitmedi, kurtulamadık şu din batağından!

 

Menderes kibar adam, çalışkan, vatansever bir adam. İdamı üzücü. İki bakanı da öyle. Örneğin Fatin Rüştü Zorlu'nun ülkenin dış itibarını sıfıra indirdiğini hiç ama hiç sanmıyorum. İdam gerekçesi ise bu. Ama o iktidarın başlattığı kaos ve kendilerinin de laikliği idam etmek istemesi de alabildiğine vahim. Bu ipleri nasıl böyle geriyoruz da böyle üzücü şeyler oluyor, niye bu kadar kolay dolduruşa gelen bir toplumuz, ben anlamıyorum.

 

Tam bu yaralar kapansın artık, ileriye bakalım, nefretleri unutalım, olan olmuş derken sen alsın bir deli daha taşı, hooop yine kuyuya! Ne o? Üniversitelerde türban takılabilsinmiş! Şu dinden bir elinizi çekin, bir siyasete bulaştırmayın be kardeşim! Yok! Din, kin, rövanş, intikam! Tam akıllarını başlarına aldılar, artık "kanlı mı kansız mı olacak" meselesini bıraktılar derken bir baktık, meğer hala "kadayıfın üstü kızardı da, altı da kızardı galiba artık" diye bekliyorlarmış!

Gecmisini irdelemeyen ve yanlislarini tartisarak düzeltmeyen bir toplum her zaman kaybetmeye mahkum olur. Mahir'leri, Deniz'leri konusmamiz ve tartismamiz kin ve nefreti dogurmamali. Onlari tartisarak bugünkü sözde vatanseverlik ve Atatürkcülük adina cetelesen Susurlukculari ve Ergenekonculari her zaman yasayacagiz. Bir de buna Seriatcilari eklersek durum dahada vahim oluyor.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Devletin güvenlik güçleri vahşi kapitalizmin silahlı güçleri öyle mi? Ve silahla karşı çıkılıp savaşmak, güvenlik güçlerini öldürmek gerek!

 

Sayın maraba, bu forumda dost kalmaya devam edelim, lütfen...

 

Tabiki dostuz Demirefe. Senin yapında birisi ile dost kalMAmak zaten imkansız. Ama yukardaki cümlen çok sert olmuş. Haydi ben anlatamadım kabul edeyim. Şunu kastetmiştim. Biraz daha açayım.

 

Emeğin değerini, anlamını bilen hiç bir aydın insan güvenlik güçlerine silah çekmez. Bu mümkün değil. Geçmişte bu olmamıştır da. Propagandalara inanılMAması gerek.

 

Devletin güvenlik güçleri bizim insanlarımız. Ve şüphesiz ki emekçilerimiz. Sendikal mücadele de dahil olmak üzere, akla gelen tüm demokratik mücadeleye karşı güvenlik güçlerini ve hatta hukuku kullanmak vahşi kapitalizmin oyunu. Bunun farkında olunup farklı güç tanımlaması yapılmamalı.

 

İnsanlığın insanca yaşamı, ancak emeğin hakim olduğu demokratik düzenlerde mümkündür.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Degerli arkadaslar,

 

Özellikle bu dönemde Atatürk milliyetcisi-ulusalcı olmak en büyük onurdur, gururdur. Buna karsı cıkmak abd emperyalizmine vede ortacag karanligina götürmek isteyen seriat cilara hizmettir. Yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, vatansever halkımızı tebaa olmaktan kurtararak, özgür bir ulus olarak kendi kaderini kendisinin belirlemesini istedi. Asırlardır benligimize islemis olan ulusal kimligimizi NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE özdeyisi ile herkese yeniden anımsatmısdır. Bu kimlige uygun olarak laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyetini kurarak bizlere emanet etmistir. Bizlerde güzel ülkemizin sorunlarına, ulusal cıkarlarımıza uygun cözümler üreterek, gelecegimize hep birlikte sahip cıkacagız... dünün ulusalci lari olan Deniz gezmisleride tartisacagiz dün ne istediler bugün ne oldu birbirimizi incitmeden kirmadan inaniyorum onlar bu dönem yasasaydi yer alacaklari saf bugünde farkli saflar olmayacakdi Ne mutlu Türküm diyenin yaninda Mustafa Kemal ATATÜRK ün Ordusunun yaninda yer alacaklarindan hic süphem yok her aciya ragmen ATATÜRK gencligi her daim ordusunun yaninda yer almistir ve alacaktir..

 

 

Efendi Türkler

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

maraba, yaklaşımın için teşekkürler, madem sen böyle yaklaştın, ben de ben anlayamamışım o halde diyorum.

 

Ben esasen pek kötü niyete inanmam. Hatalara, doğru zannedilerek düşülen yanlışlara daha çok ihtimal verir ve bir de istenmeden koşulların sürüklemesiyle bile bile yapılan yanlışlar olduğuna inanırım. İnsan bir çok hata yaptıktan sonra doğruyu bulan bir türdür. Bir örümceğin bile yanlış ağ örmesi beklenmez. Onların görece daha basit olan sinirsel bağlantıları kalıtımla aktarılabiliyor. Fakat bu nedenle kurulu makineler gibi hareket ediyorlar. İnsan ise denemek ve öğrenmek zorunda, çünkü çok karmaşık.

 

Geçmişte mutlaka ki çok hatalar var. Hepsi de karşılıklıdır. Nedensellikleri incelemek her zaman yarar sağlayacaktır. Efendi Türkler, o insanların bugün ne yapacaklarını ne yazık ki bilemiyoruz. Mutlaka ki çok farklı davranırlardı. Saygı ve selamlar...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Kızıldere’den günümüze

 

 

Evet, Deniz bizim

 

Eğer dünyada bir Che Guevara mitolojisi oluşmuş ve Che'yi kitle kültürüne eklemlemişse, aynısı Türkiye'de de Deniz için yapılmak istendi: Oysa o sadece bizimdir, sosyalistlerin...

 

1965'ten sonra Türkiye'de gelişen gençlik hareketinin en önemli önderlerinden ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun (THKO) kurucu ve yöneticilerinden Deniz Gezmiş, 27 Şubat 1947'de Ankara'nın Ayaş ilçesinde doğdu. Öğretmen bir ailenin çocuğu olarak çeşitli kentlerde ilk ve ortaöğrenimini gördü. Liseyi İstanbul'da bitirdi.

 

1966'da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakülte-si'ne giren Gezmiş, henüz lise öğrencisiyken sol düşünceyle tanıştı ve kendini dönemin eylemleri içinde buldu. 1965'te Türkiye İşçi Partisi'nin Üsküdar ilçesine üye oldu. İlk kez 31 Ağustos 1966'da Ankara'dan İstanbul'a yürüyen Çorum Belediyesi temizlik işçilerinin Taksim Anıtı'na çelenk koymaları sırasında işçileri destekleyen ve Türk-İş yöneticilerini protesto eden gösteri sırasında gözaltına alındı. Ardından 19 Ocak 1967'de Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) binasının yeddi emine verilmesi sırasında çıkan olaylarda yakalandı ve bir gün sonra iki arkadaşıyla çıkarıldığı mahkeme tarafından serbest bırakıldı.

 

22 Kasım 1967'de öğrenci örgütlerinin düzenlediği Kıbrıs Mitingi sırasında Âşık İhsanı ile birlikte ABD bayrağını yaktıkları gerekçesiyle gözaltına alınıp, daha sonra serbest bırakılan Deniz Gezmiş, Hukuk Fakültesi'nde birlikte olduğu arkadaşlarıyla birlikte 30 Ocak 1968'de Devrimci Hukuklular Örgütü'nü kurdu.

 

7 Mart 1968'de İÜ Fen Fakültesi konferans salonunda düzenlenen AIESEC genel kurul toplantısında konuşma yapan Devlet Bakanı Seyfı Öz-türk'ü protesto ettiği için tutuklandı.

 

2 Mayıs'a kadar tutuklu kalan Gezmiş, 30 Ma-yıs'ta 6. Filo'yu protesto ettiği için yargılandı ve beraat etti. Öğrenci eylemleri içindeki etkinliği giderek artan Deniz Gezmiş, 12 Haziran 1968'de İstanbul Üniversitesi'nin işgal edilmesine önderlik etti. İşgal Konseyi adına İÜ Senatosu ile Baltali-manı'nda yapılan görüşmelerde bulunan öğrenci heyetinin içinde yer aldı; öğrenci haklarının elde edilip, işgalin kaldırılmasında etkili oldu. İşgalden kısa bir süre sonra İstanbul'a gelen 6. Filo'yu protesto eylemlerinde yer alan Deniz, 30 Tem-muz'da bu eylemlerden dolayı tutuklandı ve 20 Eylül'de serbest bırakıldı.

 

ÜNİVERSİTE KAPATILIRKEN ÇATIŞMA

 

TİP içinde yoğunlaşarak, ayrılıklara ve tartışmalara yol açan ideolojik sorunlarda Milli Demokratik Devrim (MDD) görüşünü benimseyen Deniz Gezmiş, bu görüşün özellikle devrimci öğrenciler arasında yayılmasını sağladı, Ekim 1968'de eylemlerde birlikte olduğu Cihan Alptekin, Mustafa İlker Gürkan, Mustafa Lütfi Kıyıcı, Cevat Ercişli, M. Mehdi Seşpınar, Selahattin Okur, Saim Kurul ve Ömer Erim Süerkan'la birlikte Devrimci Öğrenci Birliği'ni (DÖB) kurdu. 1 Kasım 1968'de TMGT, AÜTB, ODTÜÖB ve DÖB'ün başlattığı Samsun'dan Ankara'ya Mustafa Kemal Yürüyüşü'nü düzenledi. Ardından 28 Kasım 1968'de ABD Büyükelçisi Robert Kommer'in gelişi sırasında Yeşilköy Havaalanı'nda düzenlenen protesto gösterileri nedeniyle tutuklandı ve bir süre sonra serbest bırakıldı. İstanbul Üniversitesi'nde sağcı güçlerin 16 Mart'ta girişmiş olduğu hareketlere öğrenci kitlesiyle birlikte karşı koyan Gezmiş, bu eylemi gerekçe gösterilerek 19 Mart'ta yeniden tutuklanarak 3 Nisan'a kadar hapis yattı.

 

Ardından 31 Mayıs 1969'da İÜ Hukuk Fakültesi öğrencilerinin, reform tasarısının gerçekleşmemesini protesto için giriştikleri işgale önderlik etti. Üniversitenin kapatılıp, polise teslim edilmesi nedeniyle çıkan çatışmalarda yaralandı. Hakkında gıyabi tutuklama kararı olmasına rağmen hastaneden kaçan Deniz, haziranın sonunda Filistin'e gitti. Filistin'e gitmeden önce 23 Haziran 1969'da TMGT'nin topladığı I. Devrimci Milliyetçi Gençlik

 

Kurultayı'na kendisi gibi haklarında tutuklama kararı olan FKF Genel Başkanı Yusuf Küpeli ile birlikte bir mücadele programı gönderdi.

 

ÖĞRENCİ EYLEMLERİNDEN UZAKLAŞIYOR

 

Eylül'e kadar Filistin'de gerilla kamplarında kalan Deniz Gezmiş, 1 Eylül 1969'da, 10 Haziran'da "üniversiteyi işgal" ettiği gerekçesiyle Hukuk Fakültesinden ihraç edildi. Hakkında tutuklama kararının olduğu bu dönemde gazetecilere gizlendiği yerden demeçler verdi. 23 Eylül 1969'da Hukuk Fakültesi'nde olduğu sırada haber verilen polislerin de fakülteye gelmesi üzerine teslim olan Gezmiş, 25 Kasım'da serbest bırakıldı.

 

Ancak, Yıldız Devlet ve Mühendislik Akademisinde Battal Mehetoğlu'nun sağcılar tarafından öldürülmesinden sonra okulda yapılan aramada, ele geçirilen dürbünlü bir tüfeğin Gezmiş'e ait olduğu öne sürülerek hakkında yeniden tutuklama kararı alındı. 20 Aralık 1969'da yakalanan Gezmiş, kendisiyle birlikte tutuklanan Cihan Alptekin'le birlikte 18 Eylül 1970'e kadar tutuklu kaldı.

 

Bundan sonra öğrenci eylemlerinden uzaklaşarak, mücadelesini değişik alanlarda sürdürmeyi planladı. Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan'la birlikte THKO'yu kurdu, n Ocak 1971'de THKO adına Ankara'da İş Bankası Emek Şubesi soygununu gerçekleştirenler arasında yer aldı. 4 Mart 1971'de dört ABD'li askerin Balgat'taki Tuslog Tesisle-ri'nden kaçırılması eyleminde de bulunan Deniz, askerlerin serbest bırakılmasından sonra Sivas'ın Şarkışla ilçesinin Gemerek nahiyesinde Yusuf Aslan'la birlikte yakalandı. 16 Temmuz 1971'de başlayan THKO-ı Davası'nda TCK'nin 146. maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle, 9 Ekim 1971'de idam cezasına çarptırıldı. 6 Mayıs 1972'de idam edildi.

 

 

 

12 Mart faşizminin yalanları-2

Marmara ve Eminönü gemileri 12 Mart'ın açıklaması:

Eminönü araba vapurunun batırılması

 

Kültür Sarayı'nı ve Marmara yolcu gemisini yakan sabotajcılar, bakım ve onarım için Haziran 1972'de Haliç Tersanesi'nde havuza alınan Marmara adlı araba vapurunu da olduğu yerde batırmışlardır. Havuz kapağı saatli bir bomba ile yerinden sökülerek, ani birşekilde havuza su dolmasını ve böylece araba vapurunun da olduğu yerde batmasını sağlamışlardır. Her üç sabotaj olayının failleri yakalanmış ve Türk adaletine teslim edilmişlerdir. (Beyaz Kitap: Türkiye Gerçekleri ve Terörizm, Başbakanlık yayını, 1973 Ankara)

 

Gerçek:

 

12 Mart faşizminin kendine özgü 'hukuk yöntemleri'yle senaryosunu hazırlayıp, kamuoyuna sunduğu ve devlet terörünü sürdürmede bir araç olarak kullandığı davalar arasında 'sabotaj davası' diye tanınan davanın özel bir yeri vardı. Daha önce meydana gelmiş ya da bilinçli bir biçimde yaratılmış bazı olayları (Kültür Sarayı yangını, Marmara gemisi, Eminönü arabalı vapuru gibi) art arda dizerek, kurgulamış oldukları düzmece bir senaryo içine yerleştirdikleri kişilerden işkenceyle almış oldukları ifadelerle hazırlanan iddianame ile yargılanan suçsuz işçi ve öğrenciler aylarca tutuklu kaldılar. Olay Faik Türün'ün sıkıyönetim komutanı olduğu dönemde hazırlandı. Ünlü Ziverbey Köşkü'nde günlerce işkence gören sanıklar, hazırlanmış olan ifadeleri zorla imzaladılar. İşkence yöntemleri arasında elektrik, askıya alma, kireç kuyusuna gömme, çırılçıplak soyup, soğuk tazyikli suyun altında tutma gibi yöntemler vardı. 0 güne kadar birbirine daha önce hiç görmemiş 'sanıklar' bir senaryo ürünü olan iddianameye göre, birbirlerinden emir aldılar, milyonlara varan paraları 'paylaştılar', devleti yıkacak gizli örgütleri 'kurdular', örgütten aldıkları emirlerin gereği olarak, Kültür Sarayı'nı ateşe verecek, gemileri batıracak tertipleri 'bizzat düzenlediler'... Kamuoyu da bu tertibe inandırıldı. İki yıl süren dava süresince suçlanan kişiler bütün ifadelerin işkence altında alındığını, kendilerine zorla imzalattırıldığını açıkladılar. Sonunda esas hakkındaki mütalaada savcılık bile sanıklarını beraatini istedi ve bu düzmece dava bütün sanıkların aklanmasıyla sona erdi. Yargılanan sanıkların tümü, daha sonra açmış oldukları tazminat davalarını kazandılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İBRAHİM KAYPAKKAYA’NIN YOLDAŞLARINDAN MUZAFFER ORUÇOĞLU: Cemal Süreya severdi...

 

 

 

 

Mahirler’in Kızıldere’de imha edildiği gün Kürecik köylerinde İbo’yla beraberdim. Durgun ve sıkıntılıydı. “Ne diyorsun bu olaya?” diye sordum. “Hiçbir devrimcinin ölümüne bu denli üzülmemiştim. Hunharca gerçekleştirilmiş bir imha” dedi…

 

İbrahim, 68 yükselişinin can alıcı çelişkilerini kendi ruhunda hararetle yaşayan bir insandı. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na, başarılı bir öğrencilik sürecinden geçerek gelmişti. Oldukça zekiydi. Dengeli ve kendinden emin bir tartışma stiline sahipti.

“Şeylerin, iç ilişkilerini belirleyici çelişkilerini ve yönelimlerini iyi kavrayamazsan onları çözemezsin” diyordu. Bu anlayıştan hareketle tartıştığı insanı dikkatlice dinliyordu. Konuşan kişide merak uyandıran bu hassas dinleyicilik, sırası geldiğinde yerini yumuşak, iknacı, ama şeytani ışıltıları içinde barındıran kararlı ve tavizsiz bir konuşmaya bırakıyordu...

 

İbrahim, öğrenci hareketlerine pek fazla ilgi duymuyordu. Hayatı, derinlemesine değiştirecek olan hayatın gerçek yaratıcılarına açılmaktan yanaydı. 1967’de, Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun Çapa Yüksek Öğretmen Okulu şubesi kurucu üyeleri olarak 6. Filo’ya karşı yayımladığımız bir bağımsızlık bildirisinden dolayı okuldan ihraç edilip mahkemeye verildik.

Bu olaydan sonra İbrahim, işçi ve köylü hareketleriyle yakından ilgilenmeye başladı. İşçiler, işçi temsilcileri ve sendikacılarla ilişkilerini geliştirdi.

1969’da Trakya’daki Değirmenköy toprak işgaline gittik. İbrahim, toplanan köylülere bağımsızlık ve toprak sorununa ilişkin bir konuşma yaptı. Ben ve Namık Kemal Boya tutuklandık. Bizim tutuklanmamızdan sonra İbrahim ve arkadaşları, işgalci köylülere toprak sorununa dair bir konferans vermesi için Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı götürmüşler. Bu olayı gülerek aktarıyordu.

Doktor’un elindeki küreği Selçuklu ve Osmanlı toprağına oldukça derin sapladığını, miri sistem, reaya, öşür, avarız akçesi, sipahi, hüccetiye, ihzariye, hüddamiye derken köylülerin esneme, kaşınma ve kestirme sürecine girdiğini ballandıra ballandıra anlatıyordu.

 

Konferanstan sonra köylülerin ağzını yoklamış İbo. Bir şey anlamadıklarını, ama âlimin ziyadesiyle derin olduğunu, köylerine gelmesiyle de onurlandıklarını, yalnız olmadıklarını, kendilerine olan güvenlerinin arttığını söylemişler.

İbo bu olayı anlatırken, yalınlıkla derinliği ustaca birleştiren ve diyalektiği kuyumcu inceliğiyle işleyen Nâzım Hikmet’i çok sevdiğini söylüyordu. Nâzım’ın o dönemde yayımlanan tüm şiirlerini okumuştu. İbo, çok iyi bir okuyucuydu. Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili gibi edebiyat dergilerini sürekli okuyordu. Bir ara Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini incelemeye çalıştı. Dilde, halkın anlayabileceği bir arındırmadan yanaydı. Şiirde ‘İkinci Yeni’ akımına karşıydı ama... Cemal Süreya’yı seviyordu. Nâzım, Ahmed Arif, Enver Gökçe çizgisini savunuyordu. Yazdığı şiirler bu çizginin etkisi altındaydı.

Dünya edebiyatı içinde en çok Rus romanlarına eğilim duyuyordu. Ekim Devrimi’ni, insanlığın gelmiş geçmiş en anlamlı, en büyük devrimi olarak değerlendirmesine rağmen, bu devrimin, Gorki ve Mayakovski hariç, kendi çapına layık edebiyatçılarını çıkaramadığını söylüyordu. Devrim öncesi yazarlardan en çok Tolstoy’u seviyordu.

Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin derin etkisi altındaydı. Lu Sun’u ve diğer Çin yazarlarını merak ediyordu. Cağaloğlu’nda dolaşıp duruyordu.

 

12 Mart darbesi, bizi İstanbul’dan Fırat’ın ötesine savurdu. Yollarda, garajlarda, kasabaların kenar mahallelerinde, mağaralarda, kömlerde, aç alavan, kaçak, ayrıksı bir yaşama başladık. Bilinen DEV-GENÇ’li tipi, uzun boylu, parkalı, botlu, sarkık bıyıklı bir tipti. Arananların afişleri asılmış, kelleleri veya yakalanmaları mükafata bağlanmıştı.

Biz kaşla göz arasında biçim ve künye olarak köylüleşmiş, yani aslımıza rücu etmiştik. Bunun en baş örneği de İbo’ydu. Kafada amca havasını veren bir Antep şapkası, çobanvari bir giyiniş ve lastik ayakkabılar. Koyun cebinde ise fotoğraf hariç, her şeyi Haydar Macit’e ait olan bir künye. İbo, biçiminden memnun ve iyimserdi.

Kafasındaki asgari program, köylüye toprak, halka iş ve demokrasi, ülkeye ise bağımsızlık programıydı. Halkın bu programı darbe şartlarında kolayca destekleyeceğine inanıyordu. Görevine akıl almaz bir inançla sarılmıştı.

 

Durumumuz iyi değildi. İlişkilerimiz, kitle temelimiz yoktu. Cebimiz delikti. Ciddi bir beslenme ve barınma sorunuyla başımız dertteydi.

Heybetli dağları aşıp kaldığım mağaraya geldiğinde, halkın durumunun, bizim durumumuzdan daha iyi olduğunu söyledim ona. Kiremit kızılına çalan yanakları, dağ ayazında patlayan kılcal damarların etkisiyle iyice kızarmıştı. Sağ yana yatarak sol elini ateşe doğru uzattı “Yanılıyorsun” dedi. “Halkımız ve ülkemiz yoksul ve esirdir. Biz ise özgürüz. Karanlık bir dünyaya karşı yürüyoruz. Sen aydınlanmayı karanlığın en koyu olduğu yerden başlattığının farkında değilsin. Şuraya bak.”

Odun alevinin mağara karanlığındaki macerasına baktık birlikte. Duman ve çökelek kokusu çökmüştü kayalara. “Çin halkının kara kader ağı, ilk mağaranın ağzındaki örümcek ağının yırtılmasıyla başladı.” Dağlarda tek başıma bir değnekle gezdiğimi, vahşi hayvanlara karşı savunmasız olduğu-mu söyleyince güldü. “Cebinde her zaman kapağı kırmızı bir kitap taşımayı unutma” dedi.

 

Mahirler’in Kızıldere’de imha edildiği gün Kürecik köylerinde İbo’yla beraberdim. Durgun ve sıkıntılıydı. “Ne diyorsun bu olaya?” diye sordum. “Hiçbir devrimcinin ölümüne bu denli üzülmemiştim. Hunharca gerçekleştirilmiş bir imha” dedi. Derinden yaralanmış gibiydi. Cihan Alptekin’le ilgili birkaç anısını anlattı. Bazı ölümlerin, insana sorumluluklarını hatırlatmanın yanında, yeni sorumluluklar yüklediğini belirtti.

Son görüşmemiz, kışın en şiddetli ayında, ocak ayında oldu. Bir arkadaşıyla birlikte karlı uçurumlu dağları aşarak kaldığımız mağaraya gelmişti. Ateş yakmıştık ama ısınamıyorduk. Önümüzü kavuran, arkamızı savuran belalı bir kışa kaptırmıştık yakamızı. İçinde bulunduğumuz duruma ilişkin dik-katlice dinledi bizi.

 

“Mağarayı temizleyelim, bir düzene sokalım” diye başladı. “Kışı içeri çeken delikleri kapatalım. Sıcak suyla bir temizlenme mekanizması kuralım. Beslenme kaynaklarımızı gözden geçirelim. Bir okuma, aydınlanma programı çıkaralım. Geceleri boş geçirmeyelim. Odun alevinde birisinin okuyacağı kitabı dikkatlice dinleyelim, tartışalım, türküler söyleyelim, fıkralar anlatalım, eğlenelim. Ve en kısa zamanda da halkın arasına dağılalım. Deniz kıyısında minnacık kaya yalakları olur, bazı balıklar o yalaklara düşüp çıkamazlar, dalgaların yükselmesini beklerler denize açılmak için.

Ama dalgalar bir türlü yükselmez, güneş yalaklardaki suları kurutur. Balıklar yalakların dibine yapışıp kayalaşırlar. Bizim şu andaki durumumuz, yalaklardaki balıkların durumuna benziyor. Haydin şimdi hep beraber kalkıp işe koyulalım, bu mekânı üniversiteleştirelim. Yapacağımız en küçük iş, çalışan insanlığın lehine olacaktır. Şu köşeye odun yığalım, herkes hemen kokmuş çoraplarını yıkasın.”

Mağara canlanmış, miskinliğinden sıyrılarak şen şakrak bir uğultuyla ayağa kalkmıştı. Dışarı çıktım. Yer gökle kaynaşmış, tipinin kırbaçladığı yaşam kör edici sonsuz bir beyazlığa teslim olmuştu.

 

Kaynak: ‘Denizler İdama Giderken’, Oral Çalışlar,

Gendaş, İstanbul, 2002.

 

 

 

 

Muzaffer Oruçoğlu

İbrahİm Kaypakkaya’nın en eski arkadaşlarından. 1968’de İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda Kaypakkaya ile birlikte Çapa FKF’yi kurdu. Sosyalistler arasında sürdürülen tartışmalarda MDD görüşlerini savundu. 12 Mart sonrası ‘ikinci tasfiyeciler’ grubuyla TİİKP’den (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) ayrıldı. TİKKO (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu) militanı Ali Haydar Yıldız’ın Tunceli Vartinik Mirik mezrasında 1973 yılında öldürüldüğü, Kaypakkaya’nın yaralandığı çatışmadan yara almadan kaçmayı başardı.

Daha sonra yakalandı ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. Halen yurtdışında yaşıyor.

 

 

 

 

12 Mart faşizminin yalanları Kültür Sarayı yangını

 

12 Mart’ın açıklaması:

 

 

İstanbul’un Taksim semtinde inşa edilen Kültür Sarayı, kültür adına iftihar edilecek modern bir bina idi. Ancak Marksist-Leninist ihtilalciler, bu binayi burjuvazinin hizmetindeki bir eser olarak vasıflandırmışlardır.

Nihayet, 27 Kasım 1970 gecesi, önceden planmış bir sabotaj neticesi Kültür Sarayı’nı yakmışlardır. Sabotajda bilfiil vazife alanlar, aşırı solcu bir sendikanın bazı üyeleri ile Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) bir üyesidir. Sabotajı tertipleyenler ise muhtelif mesleklere mensup birkaç aşırı sol ihtilalcidir. Sabotajın yapıldığı gece bir tiyatro temsili esnasında 6 sabotör gizlice içeri girmiş ve tiyatro bekçisinin yardımıyla, çok hassas bir noktada elektrik kontağı yapmışlardır. Teşebbüs, önceden ve çok iyi hazırlanan bir plana göre yapıldığı için, Kültür Sarayı’nın büyük kısmının yanması önlenememiştir.

(Beyaz Kitap: Türkiye Gerçekleri ve Terörizm,

Başbakanlık yayını, 1973 Ankara)

 

Gerçek:

 

27 Kasım 1970 gecesi, Kültür Sarayı’nda (şimdiki Atatürk Kültür Merkezi), Arthur Miller’ın ‘Cadı Kazanı’ oynanırken, bir elektrik kontağından çıkan kıvılcım sahne perdelerini tutuşturdu. Kolay alev alan panoların yanmaya başlamasıyla yangın hızla büyüdü ve iki saatte Kültür Sarayı’nı harabeye çevirdi. Yangını izleyen günlerde bakımsızlık, ihmal, itfaiyenin geç gelmesi, yeterli su bulunamaması vb. türden haberler gazeteleri kapladı. Yangının üzerinden iki yıla yakın bir süre geçtikten sonra ‘cadı kazanı’ tekrar kaynamaya başladı. ‘Marksist-Leninist ve Maoist yeraltı eşkiyalarından’ kaynaklanan tehlikenin sürdüğünü; dolayısıyla ülkenin selameti açısından vazgeçilmezliklerini kanıtlama çabasındaki 12 Martçılar (Marmara ve Eminönü gemilerinin ‘sabotajcıları’ ile birlikte) Kültür Sarayı’nı ‘yakanları’ yakaladılar. Yakalanan ‘vatan hainleri bazı sendikacılar ve kandırılmış işçi ve öğrenciler’di. Cuntalar arası çatışmanın ürünü

bu düzmece dava, düzmeciliğinin açığa çıkması üzerine savcının iddianamesini geri çekmesi ve sanıkların beraatini istemesiyle sonuçlanacaktı.

 

 

İşkencede ‘ser verip sır vermeyen yiğidin’ öyküsü

 

1949’da Çorum’da doğdu. Yoksul bir ailenin çocuğuydu. İlkokul çağına kadar doğduğu köyde kalan İbrahim Kaypakkaya, ilkokulun birinci ve ikinci sınıflarını Karamahmut Köyü’nde okudu.

1961’de Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nun sınavını kazanarak, öğrenimine burada devam etti. Devrimci düşünceyle ilk kez Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda tanışan Kaypakkaya, bu okulu ‘pekiyi’ dereceyle bitirdikten sonra Yüksek Öğretmen Okulu’na gitti. Bir yıl burada hazırlık sınıfında okuduktan sonra İstanbul’da Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na başladı. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü öğrencisiydi. Bu yıllarda özellikle devrimci gençliğin antiemperyalist mücadelesine yakın ilgi duydu. Sosyalist düşünceyi benimseyip, okuldaki arkadaşlarıyla birlikte Fikir Kulüpleri Federasyonu İstanbul Sekreterliği ile ilişki kurarak, kendi okullarında da örgütlenmek için çalışmalara başladı.

 

Bu yıllarda TİP üyesi olan Kaypakkaya, siyasal düşüncelerinin yanısıra sanata ve edebiyata olan eğilimi ve her konudaki bilgisi, alçakgönüllü kişiliği ile dikkati çekti. Mart 1968’de Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndaki arkadaşlarıyla birlikte FKF’ye bağlı Çapa Fikir Kulübü’nü kurdu. Kurucuları arasında Muzaffer Oruçoğlu’nun da olduğu örgütün kuruluşu okul yönetimi tarafından tepkiyle karşılandı. Yüksek Öğretmen Okulu’ndaki devrimci öğrencilere karşı baskı ve sindirme politikası başlatıldı.

 

Fikir Kulübü’nün başkanı olan İbrahim Kaypakkaya, 6. Filo’ya karşı bildiri yayınladığı gerekçesiyle Kasım 1968’de okuldan atıldı. Buna karşı Danıştay’dan yürütmeyi durdurma kararı almasına rağmen, bozulan karar okul yönetimi tarafından uygulanmadı ve Kaypakkaya’nın Çapa Yüksek Öğretmen Okulu ile olan ilişkisi kesildi. Bu dönemde 6. Filo’ya karşı eylemlere, öğrenci örgütlerinin düzenlemiş olduğu gösterilere katılan Kaypakkaya, FKF ve TİP içinde başgösteren ayrılıklarda Milli Demokratik Devrim (MDD) görüşünü benimsedi. Okuldan atıldıktan sonra çeşitli işlerde çalıştı, bu arada matematik dersi vererek yaşamını sürdürdü. Yine bu yıllarda özellikle ‘İşçi Köylü’ gazetesinin istanbul’daki bürosunda çalışan ve gazetenin satışı dahil her türlü günlük işini yapan Kaypakkaya, burada ve ‘Aydınlık Sosyalist Dergi’ ile ‘Türk Solu’nda çeşitli yazılar yazdı.

 

1969’da Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun genel kurulundan sonra MDD görüşünü benimsemiş olanlar arasında başgösteren ayrılıkta, Doğu Perinçek ve arkadaşlarının başını çektiği Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) çevresiyle birlikte davrandı. 1969 ve 1970’de yoğunlaşan kitlesel eylemlerin büyük bir bölümünde yeraldı. Silivri’de Değirmenköy’deki toprak işgalini destekledi. Bu nedenle bir süre gözaltına alındı.

O yıllarda meydana gelen Demir Döküm, Pertrix, Sungurlar vb. gibi işçi eylemlerini de destekleyen Kaypakkaya, 1971’de Çorum ve yöresini gezerek, buradaki izlenimlerini ‘Çorum İlinde Sınıfların Tahlili’ adı altında kaleme aldı. Bundan sonra bir süre Malatya, Tunceli ve Gaziantep yörelerinde örgütsel etkinlikte bulundu. Bu arada sıkıyönetimin ilanıyla birlikte aranmaya başladı. 1972’de o güne kadar birlikte olduğu PDA (Proleter Devrimci Aydınlık) çevresiyle ideolojik anlaşmazlığa düştü. Aynı yıl Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nden koparak, birlikte olduğu arkadaşlarıyla Türkiye Komünist Partisi Marksist Leninist (TKP-ML) adlı örgütle ona bağlı olan Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nu (TİKKO) kurdu.

 

Özellikle Malatya, Elazığ ve Tunceli civarında örgütlenen TKP-ML’nin aynı zamanda ideolojik önderliğini de yapan Kaypakkaya, 24 Ocak 1973’te Tunceli’de Vartinik Mirik mezrasında güvenlik güçleri tarafından sarıldı. Çıkan çatışmada can yoldaşı Ali Haydar Yıldız öldürüldü, kendisi yaralandı. Birlikte olduğu diğer arkadaşları kaçmayı başardılar.

Yaralı olarak kaçan ve beş gün köylerde saklanan İbrahim Kaypakkaya, 29 Ocak 1973’te kaldığı köyde bir öğretmenin ihbarı üzerine ele geçirildi. Yaralı olmasına rağmen yürütüldü. Buradan ayakları donmuş olduğu halde Diyarbakır’a getirildi. Daha sonra hastaneye yatırıldı, bu arada ayaklarının kesilmesine izin vermemesine karşın yemeğine ilaç konularak donmuş olan ayakları kesildi. İyileştikten sonra günlerce işkenceye maruz kalan Kaypakkaya, sorgusunda hiçbir biçimde kendisini ve örgütünü bağlayacak ifade vermedi. 16 Mayıs 1973’te yeniden sorguya götürüldükten iki gün sonra Diyarbakır’a gelen babasına ‘intihar ettiği’ söylendi ve parçalanmış cesedi teslim edildi. :excl:

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

12 MART VE 12 EYLÜL FAŞİZMİNİ YAŞAYAN, TÖB-DER’Lİ CEMAL ÇAKICI

 

 

Binlerce kişi Kızıldere’deydi

 

 

 

Kızıldere’de sadece 10 kişi yoktu. 12 Mart faşizminin insanların üzerine kâbus gibi çöktüğü bir dönemde herkes kalbiyle, ruhuyla, beyniyle Kızıldere’deydi. Herkes bekliyordu bunu...

 

Cemal Çakıcı, 12 Mart ve 12 Eylül süreçlerini yaşamış, TÖB-DER’li bir devrimci öğretmen. Cemal Hoca’yla, DEV-GENÇ’i, THKP-C’yi, Denizleri, Mahirleri ve Kızıldere’yi konuştuk.

 

»THKP-C’nin oluşumu sizin bakış açınızla nasıl gerçekleşti?

Ben THKP-C’nin kuruluşunda yer almadım ama bildiğim şey Küba Devrimi’nin Türkiye üzerindeki etkileri, Vietnam’daki antiemperyalist mücadele ve 1. TİP deneyimi, toplumsal dinamiklerin sonucunda o günkü konjonktürde Türkiye’de ciddi bir birikim yaratılmasına imkân sağladı. O yıllarda bizim için devrim bir umut oldu, umutla özdeşleşti. Bu işçiler, köylüler, öğretmenler ve diğer toplum kesimleri için böyleydi. THKP-C’yi bu ortamın üzerine inşa edilmiş bir siyasal örgütlenme olarak nitelendirmek gerekiyor. Temel toplumsal dinamiklerine bakıldığında da 15-16 Haziran işçi yürüyüşü, öğretmenlerin büyük eğitim yürüyüşü, üretici mitingleri, antiemperyalist ve aydınlanmacı tutumu görüyoruz. THKP-C bu birikimin niteliksel toplamıdır. Küba Devrimi’nden ve Che’den de büyük oranda etkilenilmiştir.

 

»THKP-C’nin tarihsel anlamı nedir? Bu tarihsel anlamdan bugüne ilişkin ne tür perspektifler üretilebilir?

Ben o dönemde köy öğretmeniydim. TÖS’ün (Türkiye Öğretmenler Sendikası) büyük Ankara yürüyüşü vardır, arkasından gelen 4 günlük büyük öğretmen grevi vardır. O zaman Türkiye’de 140 bin civarında öğretmen varken 100 bine yakın öğretmen bu greve katılmıştı. Üreticilerin örgütlendiği, direndiği Ünye, Fatsa fındık üreticilerinin mitingleri Ödemiş, Akhisar tütün üreticileri mitingleri, 15-16 Haziran mitingleri gibi kitlesel eylemler vardır. DEV-GENÇ’in anti-emperyalist eylemleri ve üretici ve işçi hareketlerinin içinde, örgütlenmesinde doğrudan yer almaları THKP-C için, Türkiye’deki Mahirler’in ve Denizler’in de aralarında bulunduğu devrimcilerin yetiştiği bir okul diyebiliriz. THKP-C, bu tarihsel birikimin bir irade beyanıdır.

 

»68 Gençlik Hareketi’nden Kızıldere’ye kadar olayları psikolojik, sosyolojik ve politik bağlamda öyküleyecek olsanız süreci nasıl anlatırdınız?

İçimizde düzeni ve yaşamı değiştirmeye yönelik güçlü bir heyecan ve enerji vardı. Devrime ve sosyalizme olan inancımız tümüyle yaşamımızı devrime adamayı öne çıkarıyordu. Devrimci mücadele ve örgütlenmelerde bu inanç ve kararlılık üzerinden gelişti.

 

»Kızıldere’nin Türkiye devrimci gençlik hareketi üzerinde süreğen etkisinin nedenleri sizce nedir?

70’li yılların siyasal mücadelesi ile Kızıldere’nin önemli bir bağı var. O dönemde, siyasal irade ve örgütlülüğün, devrimciliğin ve antiemperyalist mücadelenin, devrimci dayanışmanın toplamını görebiliriz ve o dönemin günümüze kadar antiemperyalist mücadele anlamında etkileri görülür. Yine siyasal irade anlamında da öncülüğün, önderliğin, devrimci mücadeleye etkileri vardır.

O yıllarda devrimci dayanışmanın önemli örnekleri sergilendi. Mahirler’in, farklı bir örgütten olmalarına rağmen Denizler’i kurtarma mücadelesi çok önemlidir. Kızıldere’de sadece 10 kişi yoktu. 12 Mart faşizminin insanların üzerine kâbus gibi çöktüğü bir dönemde herkes kalbiyle, ruhuyla, beyniyle Kızıldere’deydi. Herkes bekliyordu tabii bunu. Bir sürü insan fiilen bir şey yapamasa bile Denizler’in nasıl kurtarılabileceğini düşünüyordu. Düşüncesiyle, ruhuyla binlerce insan Kızıldere’deydi.

 

»THKP-C geleneğinin üzerinde oluşan siyasi ve kuramsal çizgide nelerin özellikle ve özenle korunması gerektiği kanaatinde oldunuz?

En başta korunması gereken değer antiemperyalist mücadeledir. Dün enternasyonal bir duruş vardı. Uluslararası ilişkilerde halklar birbirine karşı daha sıcaktı. Bugün dünkü gibi topyekûn bir mücadele sergilenmiyor. Bunun nedeni belki dün devrim daha yakın hissediliyordu. Hemen bugünden yarına yapılabilecek gibi hissediliyordu. Heyecan daha yüksekti. Bugün bu duygunun azalmasının nedenleri arasında 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinin de etkisi büyük. 1 milyon civarında insanın gözaltına alındığı bir süreçten geçtik.

 

»Mahirler’in hapishaneden firarını duyduğunuzda neler hissettiniz?

Her devrimci gibi heyecanlandım. Belli bir dönemden sonra her şey Denizler’in kurtarılmasına odaklanmıştı. Firar olayını da duyunca ilk aklımıza gelen bu oldu.

 

»O günlerin iletişim koşullarında Kızıldere Katliamı’nı nasıl duydunuz, neler hissettiniz?

Ben o dönemde köy öğretmeniydim. İlginç bir ilçedeydim, Şarkışla’nın bir köyündeydim. Biz radyodan duyduk olayı. Duyar duymaz ilçeye geldik. Orada ilginç bir şey oldu. Sinan Kazım Özüdoğru Şarkışlalı’dır. Biz olayı duyunca öğretmen arkadaşlarla birlikte topluca ilçeye gittik. Provokatif bir şey oldu. Sinan’ın köylülerinin, akrabalarının bulunduğu, Alevi esnafın olduğu bir çarşıya küfürler ederek saldırdılar. Orada çok ciddi, neredeyse ilçenin tamamına yayılan bir gerilim yaşandı. Bir gece boyu sürdü bu gerilim. Şimdi düşündüğümde o olayın halktan birileri tarafından yapıldığını sanmıyorum. Birileri provoke etmek istedi ama halk çok büyük duyarlılık gösterdi ve oyuna gelmedi.

 

»’Hatırla Sevgili’ dizisini izliyorsanız, özellikle neler dikkatinizi çekiyor?

Ben son beş, altı bölümü izledim. Bizler için konunun duygusal yanları var ama bu anlamda bir değerlendirmeye tâbi tutmadım. İnsan duygulanıyor elbette ama ben gençlerin daha fazla etkilendiğini görüyorum. İyi mi oluyor kötü mü bu konuda bir tartışmaya girmek istemiyorum. Bu dizi, bir tarihsel döneme ayna tutması anlamında önemli elbette. İnsanların daha çok görsel medyadan etkilendiği bir dönemde olumlu yanları var.

 

 

TÜRKİYE’NİN İLK DÖNEM PROTEST VE MUHALİF MÜZİSYENLERİNDEN SELDA BAĞCAN: Devlet ne Kızıldere’yle ne Hrant’la yüzleşir

 

Şimdi artık yargılamıyorlar. Öldürüyorlar. Devletin içinde bu işleri vazife eden insanlar var artık. Hrant Dink’i nasıl öldürdüler, onun gibi. Artık yargı yerine silahlar konuşuyor....

 

Tacım Açık

 

70’li yıllarda söylediği protest şarkılarla döneme damgasını vurmuş seslerin başında gelen bir ad Selda. Özellikle Kızıldere sürecinde söylediği mapushane türküleri ile döneme tanıklık da eden Selda, Kızıldere ve devlet politikası üzerine konuştuğunda, devletin sağduyu eksikliğinden yakınıyor. Mahirler’in, yaşasalardı bugün siyasi platformda karşımıza çıkacağını öne sürüyor.

 

»Kızıldere’ye evrilen süreçte siz sosyalist solun mapushane şarkıları ile tanınan özel seslerinden biriydiniz. O dönemi ve yaşanan gelişmeleri nasıl hatırlıyorsunuz?

Kızıldere, 30 Mart 1972. Çok enteresan günler ve ben fakültenin son sınıfındayım. Deniz Gezmiş içerde, yargılanıyor. 30 Mart’ta Kızıldere, 6 Mayıs’ta da Deniz Geçmiş ve arkadaşları idam ediliyor. Düşünebiliyor musunuz, Deniz Gezmiş asılmış, arkadan bir kadın ‘Mapushaneye Güneş Doğmuyor’ diyor. İşte ben o gün meşhur oldum. O günden sonra Deniz Gezmiş’in nişanlısı olarak anılmaya başlandım. Ama bunu, aradan 5-6 yıl geçtikten sonra öğreniyorum. Bu bir şehir efsanesidir, halkın yakıştırmasıdır. Halbuki tanışmadık hiç, keşke tanışsaydım. O İstanbul Hukuk’ta okuyor sanıyorum, ben Ankara Fen Fakültesi’nde. Yolumuz ancak eylemlerde kesişebilirdi. Bense eylemci bir öğrenci değildim. Benim eylemim şarkılarım, isyanım sesimde zaten. Bir de üzerine yürüyüş yapmam gerekmiyor. O yürüyüşler bu gırtlakta gizli.

 

»‘Kızıldere’ türküsünü söylerken Mahir Çayan ve arkadaşları sizin için esin kaynağı olmuş muydu?

‘Kızıldere’yi Âşık İhsani’den duymuştum. Plağı yaptıktan sonra, 76’da, yeniden devrimci kitlelerle bir kucaklaşmam olduğunda kulise gelip bana anlatılanlardan anladım ki benim o dönemdeki şarkılarım, o döneme çok denk düşmüş. 2002 yılında Kızıldere’ye konser vermeye gittiğimde Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürüldüğü eve götürdüler bizi. Olduğu gibi duruyor, duvarlarda hâlâ kurşun izleri var. Kızıldere’nin bana ifade ettirdiği şu; devlet topuyla tüfeğiyle, orada bir grup genci kıstırıp, yok ediyor. Halbuki, bekleseler, karşılıklı pazarlıklar sonucu teslim olacaklardı çocuklar. Belki de Mahir Çayan yaşasaydı bugün bir siyasi kimlik olarak karşımızda olacak. Ve hatta belki de başbakan olacaktı. Birkaç sene hapis yatacaklardı. Yaptıkları eylemler öyle idamlık değildi çünkü. Hele Deniz Gezmiş’in hiçbir vukuatı yoktu, o tamamen suçsuzdu. O katliam keyfiydi.

 

»O yıllardan günümüze devletin yükselen toplumsal muhalefete gösterdiği reaksiyonu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Devlet gözdağı vermek için bunları yapıyor. 12 Eylül sonrası benim de başım çok derde girdi. Ben şarkımı söylemişim ama her defasında örgütlerle bağlantı aradılar. Her seferinde gözaltına alındım, hepsi beraatla neticelendi ama 7 sene geçti aradan. İş bulamadım, aç kaldım. Kimse de sen aç mısın, tok musun demedi. O 7 yıl boyunca yurtdışına çıkma yasağım vardı, pasaportuma el koydular. Evime otururken yurda dön çağrısı aldım. O dönemde çok çektirdiler bana. 1977’de yargılanmaya başladım. “Vurulduk Ey Halkım – Unutma Bizi isimli” longplay toplatıldı. Neredeyse her şarkımdan yargılanıyordum.

 

»Bu türküleri söylerken, gözaltına alınacağınızın farkında mıydınız?

Bu kadar aptal olacaklarını düşünmedim insanların. Bu kadar legal türküleri bile anlayamadıkları için utanıyorum onlardan. Nitekim ‘Kızıldere’ türküsünde de hiçbir şey yok. “Oy dere Kızıldere. Böyle akışın nere? Bizde hal mı bıraktın? Sana can vere vere” son derece muğlak bir türküydü. Bu şarkıyla da çok bağlantı kurdular ama ondan bir türlü yargılanmadım. Muvaffak olamadılar. Yeni albümde Hrant Dink için ‘Güvercinleri de Vururlar’ adlı bir beste var. Şimdi artık yargılamıyorlar. Öldürüyorlar. Devletin içinde bu işleri vazife eden insanlar var artık. Hrant Dink’i nasıl öldürdüler, onun gibi. Artık yargı yerine silahlar konuşuyor. Derin devlet tüm devletlerde vardır ama bizdeki derin devlet, gerçek bir derin devlet değil. Onun bunun elinde.

 

»Kızıldere’nin toplumsal önemini nasıl açıklarsanız?

Yüzkarası olan bir olay. O çocuklar açlıktan olsa bile çıkacaklardı. Biraz sağduyulu davransalardı bu utanç yaşanmayacaktı. O yıllardan bu yana ben hep bunu düşünmüşümdür. Onlara yapılanları hiçbir zaman doğru bulmadım.

 

»Türkiye Kızıldere ile yüzleşebildi mi?

Devlet en başta Hrant Dink’e yapılanların hesabını vermeli. Soruşturmaları bu kadar savsaklıyorlarsa, belli ki işin içinde iş var. Hani o kimin eli kimin cebinde olduğunu bilmediğimiz derin devlet var ya, bu onun işi. Mahir Çayan derin devletin değil, devletin işiydi. Devlet politikası öyleydi o dönemde. Çok yalnızlardı. O gençlik idealleri ile, ülke için, vatanlarını sevdikleri için böyle olmasını istediler. Devlet Kızıldere ile yüzleşmez. “Ben haklıyım, orada üzerime düşeni yaptım, ben böyle yaparım” der, geçer.

 

»Günümüz gençliği ile 68’ kuşağının kendini ifade etme ve muhalefet potansiyeli arasındaki farklılıklar nelerdir?

Bugünkü gençlerin durumu ‘80 sonrası devletin izlediği depolitazasyon politikasının ürünüdür. Gerçekten de muvaffak oldular. Bugünlerde eylemler başladı yine... Akdeniz Üniversitesi’ndeki silahlı provokatörü gördük. Nedense hep sağcılar el atar silaha. Provokatif bir şekilde hep onlar başlatırlar. Şu an solculardan ses yok ama sol da başlayacak meşru müdafaa hakkını kullanmaya... Geçmiş günlere geri dönmekten korkuyorum. İlk ‘68 eylemlerini yapanlar sınırlı imtihan hakları nedeniyle okuldan atılanlardı. Son derece masum öğrenci hareketleri olarak başlamıştı. O dönemde yine önce sağcılar silahlandı. Solcular da silahlanınca iş çığrından çıktı. Arkadan 12 Mart geldi, devamında 12 Eylül’le noktaladılar...

 

 

Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı

Türk Solu dergisi

Mİllİ Demokratik Devrim (MDD) çizgisinin haftalık yayın organı. İlk sayısı 17 Kasım 1967'de son sayısı ise 14 Nisan 1970'de yayımlandı. Günümüzde aynı adla yayımlanan, neo-faşist ve ırkçı bir söylemi savunan dergiyle ad benzerliği dışında hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.

Dergi, o yıllarda ortanın solundan en sola kadar, devrimci olarak, sosyalist olarak çevresinde birleşecek ortak platformu gerçekleştirme amacıyla çıkmıştı. Gündelik mücadelenin tam ortasında yer alan dergi, yoğun bir propaganda ve ajitasyon faaliyeti içerisinde bulunuyor ve geniş kitlelere ulaşan etkili bir yayın organı olma özelliği taşıyordu. Türk Solu'nun ilk sayısında birinci sayfada 'Neden Çıkıyoruz' başlıklı yazıda şu görüşlere yer veriliyordu:

“Türk Solu'nun amacı en geniş solcu çevrelerinin katılabileceği ortak bir çabayla, yurdumuzun sorunlarına bilim ışığında açıklık getirmek, toplumumuzu doğru yorumlamak ve doğru devrimci eylem çizgisini saptamak, bunu savunmak olacaktır. (...) Bugün Türkiye’de devrimci savaş, emperyalizme ve yerli işbirlikçilere karşı, tam bağımsız bir Türkiye uğruna, tam demokratik bir Türkiye uğruna, ‘Demokratik Devrim’ uğruna savaştır.” (...)

 

 

Vurulduk ey halkım unutma bizi!..

 

hain tuzaklarda, kan uykularda

vurulduk ey halkım unutma bizi!

işkenceler için tahta çarmıha,

gerildik ey halkım unutma bizi!

 

zulüm sığmaz iken köye şehire,

bize mezar oldu, kan kızıldere;

yavuklu yerine çıplak mavzere,

sarıldık ey halkım unutma bizi!

 

her seher vaktinde, tan atışında

kızıl güller açar dağlar başında.

faşist namluların her kurşununda,

dirildik ey halkım, unutma bizi!..

Söz: Zülfü Livaneli

Beste: Selda Bağcan (1976)

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

MUSTAFA YALÇINER: ON’lar sadece geçmişimiz değil, geleceğimizdir de...

 

 

 

Şimdi düşünüyorum da, Mahir’in neler hissettiğini anlayabiliyorum, kendisi sanılarak yanlışlıkla

Cevahir öldürüldüğünde…

 

 

 

ON’lar Mahirler, Denizler, Cihanlar, İbolar, Sinanlar ve niceleri... Günümüze miras olarak bıraktıkları direniş tutumları oldu. ON’ları günümüz kuşağına anlatanlar ON’larla yol arkadaşı yapmış ve hala da yapmakta olanlar anlattı. Bunlardan biri de Denizlerin dava arkadaşı/yoldaşı Mustafa Yalçıner. Yalçıner aynı zamanda ‘Hatırla Sevgili’ dizisinin proje danışmanı. “Bir dizi çıktı, Mahirleri Denizleri anlattı, onları yeniden popülerleştirdi, gibi bir yaklaşıma katılmıyorum, onlar zaten popülerdi... Onlar zaten halk tarafından efsaneleştirilmişti. Halk bağrında yaşatıyordu onları” diyen Mustafa Yalçıner’le bir araya geldik... THKP-C ve THKO sürecinden günümüze yansıyanları ve geçmişin günümüze bıraktığı çağrıyı konuştuk...

 

»Biraz geriye gidip THKO ve THKP-C sürecinin oluşumundan söz edebilir miyiz?

THKO’yu oluşturan arkadaşlar da örgütlenme içindeydiler. Sonra Mihri Belli’yle ayrışma gündeme geldi, bu ayrışmanın aşağı yukarı THKP-C’nin örgütlenmesi açısından, çok temel bir adım olduğu söylenebilir. İlk bir araya geliş, ilk örgütlenme ya da adını duyuracak olan dönemdi... Ama sonradan Mahir’in Maltepe’deki tünelden kaçış sürecinde kaleme aldıkları henüz ortaya konmamıştı.

Tabii bu süreç sadece gençlik hareketini değil, halk hareketini de hızlandırdı. Bu süreç önce THKO’nun kuruluşuyla başladı, THKO, çok net bir şekilde dağa çıkılacağından, silahlı mücadele başlatacağından söz ediyordu. Filistin’e gidilmişti... Arkasından THKO, Kavaklıdere’de bir polis kulübesinin kurşunlanmasıyla silahlı mücadeleye başladı.

 

»Sert bir döneme de adım atılmış oldu, peki Mahirlerin süreci bu sertliği nasıl yaşadı? Ve bu sertlik kitlelere ve Mahir’e nasıl yansıdı? THKO ve THKP-C bu nokta da ayrılıyor muydu?

Neticede ikisi de silahlı mücadeleye girmişti. Biri diğerinden daha sertti denilemez. Belki şöyle söylenebilir: Denizler 4 Amerikalı’yı öldürmeden serbest bıraktılar, ama Mahirler tarafından kaçırılan Elrom öldürüldü. Burada sertlik yorumu yapılacaksa bu söylenebilir. Ben yine böyle bir yaklaşımın doğru olduğu düşüncesinde de değilim. Amerikalılar’ın bırakılmasında onların asker oluşlarının payı vardır. Sıradan insan oluşlarının rolü vardır. O yüzden THKP-C daha sert eylemler ortaya koydu gibi bir şeyi söylemek çok da mümkün değil.

Zaten Türkiye’de silahlı mücadeleyi başlatan THKO’dur. İlk kez cesaret eden... Silahın kendisi zaten yumuşak değil. Eğer kararlık yönleriyle bakarsak her iki tarafta da bir eksiklik yok. Gerek Denizlerin gerekse Mahirlerin kararlılığı aynı yöndedir.

 

»68 hareketine baktığımızda sonrasında gelişen süreç, liderlik açısından daha öndeydi... Bu ‘kahramanlık’ ve liderlik bugün baktığımızda sürece ve bugüne neler katmış?

Benim genel değerlendirmem, 68’den başlayıp sonra silaha sarılmış hareketler açısından dönemin ‘kahramanlar dönemi’ olduğudur, doğru. Kahramanlık çağıdır o dönem. Başlangıcı son derece yığınsal olan, 68 döneminde bir gençlik hareketiyle başlayan sonrasında hem işçilere hem de köylülere yayılan, onları kitlesel olarak kucaklayan; hatta Anadolu’da, kasabalarda 5,10 bin kişilik gösteriler düzenlenerek sürece gelinmiştir.

Gidilmedik köy, bilinmedik fabrika kalmamıştır. Böyle başlayan bir dönem çeşitli nedenlerle giderek daha dar, daha vurucu ve daha sonuç alıcı olduğu düşünülen örgütlenmelere evrilmiştir. Artık burada sıkıca örgütlenmiş, vuruş gücü yüksek olduğu düşünülen silahlı birlikler ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla militanlar, liderler giderek baştaki yığınların yerini almaya başlamıştır. Burada onların tutumları, onların eylemleri önem kazanmaya başlamıştır.

 

»Yığınsal süreç yerini liderliğe bıraktı diyebiliriz 68 sonrası için... Bugün o süreç bitse de neleri hâlâ canlı tutuyor ON’ların savaşı?

Net olarak ortaya konulmuş tutumlar vardır, çok net bir anti-emperyalizm, herhangi bir uzlaşmayı içermeyen, şu da olabilir diye düşünmeyen. Zaten dönemin sloganı da “tam bağımsız Türkiye”dir. Anti-emperyalist ve demokratik mücadelede son derece kararlı tutumlar vardı, bir yandan da halka bağlılık. Halka bağlılıktan güç almış; arkadaşlara, yoldaşlara bağlılık. O bağlılık çok başkaydı. Şimdi düşünüyorum da, Mahir’in neler hissettiğini anlayabiliyorum, kendisi sanılarak yanlışlıkla Hüseyin Cevahir öldürüldüğünde... Bunlar hep günümüze aktarılacak özellikleridir.

Evet bir kahramanlık çağıydı, zaten kendisini takip eden dönem de 78 ve 80 arasında aşılmaya çalışmıştır. Kitleler devreye girmiştir. Ve kahramanlardan kitlelere dönüş olmuştur yeniden. Onun dışında, kahramanca yaklaşım ya da küçük gruplarla örgütlenmelerin aşılması da söz konusudur. Günümüzde de sürdürmemiz gerek... Geçiş, kahramanlardan kitlelere olmalıdır.

 

»O dönem kahramanlıklar ve liderler üzerinden gidiliyordu dedik, bu dönem hiçbir lider çıkmadı, bir lider olmadan kitleselleşmek mümkün mü?

Bence artık kahramanlar çağı kapandı. Bundan sonra kahramanlar beklemeyelim, bundan sonra kahraman kitleler olacak. Ama kendi önderleri ne kadar önderleşecek göreceğiz. Ama bence bunu da kapatmalıyız, kahramanlara ihtiyacımız yok. Şimdi artık kitlelerin mücadelesi önemli olan, yönlendirecek kişilerin o kitlelerin içinden çıkması mümkün... Artık dönem bu... Binlerce Mahirler ve Denizler çıkacaktır.

 

»O dönemlerin bugüne bıraktığı asıl çağrı nedir?

Bugüne bıraktığı çağrı olarak Deniz’in sözlerini görüyorum: “Tam Bağımsız Türkiye” şiarı vardır. Burada Marksizm ve Leninizmin yüce ideolojisine “yaşasın” demek vardır. Burada “işçiler ve köylüler yaşasın” demek vardır, burada “yaşasın Türk ve Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi” vardır. Bu tam bir manifesto, içinde bulunduğumuz döneme Deniz’in çağrısıdır. Şimdi buradan ilerlenecektir diye düşünüyorum. Bir yanıyla bakıldığında eksiklikleri gidermek, ya da o dönemin özlemlerini yansıtmaktır bu son sözler...

 

»Mahir sürecine gelirsek, Maltepe hapishanesinden kaçışında siz neredeydiniz? Ve bu firarı öncesinden biliyor muydunuz? Yoksa bir sürpriz mi oldu sizin içinde?

O zamanlar Mamak Cezaevi’ndeydim. Bize çok sınırlı bilgi geldi kaçışa dair. Çünkü tüneli THKO kazmaya başlamıştı, o zaman dışarıda örgütleri vardı THKO’nun, nasıl olduysa dışarıdakiler yakalandı. Zaten THKO kazmaya başladığında kesinlikle kendisiyle sınırlı bir eylem olarak düşünmüyordu, idam tehdidi olan herkese çağrı yapılıyordu. Onun yanında THKP-C ve onun önderi olan Mahir’i de kapsayacaktı. İçeriden birleşik olarak eyleme başlandı ve tünel ortak olarak kazındı. Bunun sınırlı bilgisi geldi bize tabii. Bekliyorduk az çok, şok etki yaratmadı... Ama duyunca olağanüstü sevindik. Devrimciler açısından etkisi olağanüstü oldu diyebilirim.

 

»İdama giden bir süreç ve Kızıldere olayı... Bir dönem kapandı tüm bu gelişmelerle... Döneme dair, Kızıldere’ye dair neler söylemek istersiniz?

Şunları da yaşayarak gelmiştik, 4 Amerikalı kaçırılmıştı, burada istenen fidye verilmemişti. Arkasından Elrom kaçırılmıştı burada da talepler yerine getirilmemişti. Artık gerek Cihan’ın gerekse genel olarak THKO’nun kavrayışı çok ciddi ve büyük bir eylem yapılması yolundaydı. Ancak, mesela aklımızdan geçen bir isim Amerikan elçisini burada resepsiyon sırasında basarak daha direkt eylemlerle belki Denizlerin idamını durdurabilirdik... Öngörü buydu. Sonradan öğrendiklerimde, Ankara’da böyle eylemler üzerinde duruluyor olmasıydı.

Ama Bunu THKP-C yapıyordu çünkü THKO’nun dışarıdaki grupları yakalanmıştı. Çok küçük grupları kalmıştı. Tabii artık eylemler sıklaşmıştı, İstanbul’da barınamaz duruma geldikleri için Ankara’da da barınamaz duruma geliyorlar... Terk ettikleri evlere polis geldiğinde bile henüz çayları soğumamış olarak bulunuyordu, çok sıkışıyorlar... Mecburen Karadeniz’e çekiliyorlar, çünkü THKP-C burada güçlüydü...

Sonra THKP-C’nin Karadeniz sorumlularından bir arkadaşımın konuşmaları vardı. Mahir’in kafasında sadece teknisyenlerin kaçırılması ve idamların önlenmesi yok, bunun yanı sıra şehir gerillasının belli bir olgunluğa ulaştığı ve kır gerillasına geçiş yapma fikri de gündeme işte o dönemde gelmişti.

Tabii Kızıldere sonucunu hepimiz gördük ve biliyoruz. Sonuçta tıpkı Denizler gibi Mahirleri de Cihanları da yüreğimize gömdüğümüzdür bildiğim. Yaşatmaya çalışmaktan başka da şansımız yok. Bu boşu boşuna çaba da değildir. Sadece geçmişimiz değil ON’lar. Geleceğimize de epey katkıları olacak...

 

»Şimdi bir televizyon kanalında görmeye başladık o dönemleri... Siz de ‘Hatırla Sevgili’nin proje danışmanısınız. Bu popülariteyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kahramanlar tarihin gidişatında payları olanlar, ne yapılırsa yapılsın unutulamazlar. “Bir dizi çıktı, Mahirleri Denizleri anlattı, onları yeniden popülerleştirdi” gibi bir yaklaşıma katılmıyorum, onlar zaten popülerdi... Onlar zaten halk tarafından efsaneleştirilmişti. Halk, bağrında yaşatıyordu onları. Denizleri dizinin var ettiğine inanmıyorum, onlar vardılar ve yaşıyorlardı.

Evet şu bir gerçektir genç kuşaklara yaygınlaşmasında bugün dizinin tabii ki payı vardır. Denizlerden Mahirlerden haberi olmayan birçok genç dizi vesilesiyle haberdar olmuştur... Yarın da başka filmler yapılacaktır ve çekilen bu dizinin ardından daha kötüsü çekilmeyecektir.

 

»Denizlerle yan yana bulundunuz... Onları nasıl tanımladınız?

Deniz’den söz etmek kolay tabii. Çok şakacıydı, hayat doluydu. İlgi alanları çok geniş. En ciddi konulara bile güleryüzlüydü... Mahir’i çok yakından tanımadım ama izlenimlere göre Mahir’in şakacılığı yoktu. Mahir daha resmi, daha dışarıdan olması beklendiği gibi. Mahir daha durmuş, oturmuş. Kalemle haşır neşir olmuş biriydi. Kesin olan bir şey var ki kalemi çok sağlamdı ve Denizle kıyaslanamaz... Hem Mahir’i hem de Deniz’i halka bağımlılıklarıyla tanımlayabiliriz...

 

»ON’larla bir dönem yol arkadaşlığı yapmış biri olarak, bugün nasıl bir pencereden bakıyorsunuz?

Bir dönem değil hâlâ yol arkadaşıyım onlarla... Evet bazı şeyleri aşmak zorundayız dedim ama bu yol arkadaşlığı devam edecek. İçini daha sağlam doldurarak...

 

 

 

Mustafa Yalçıner

1950, İzmir doğumlu. THKO, Halkın Kurtuluşu (HK), Türkiye Devrimci Kurtuluş Partisi (TDKP) ve Emeğin Partisi geleniğinin önemli adlarından. 12 Mart öncesi gençlik içindeki tartışmalarda Deniz Gezmiş’in yanında yer aldı. THKO kurucuları arasında bulundu. Filistin’de eğitim gördü. Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alparslan Özdoğan’ın öldüğü Nurhaklar’da ağır yaralı yakalandı. THKO davasında ömürboyu hapse mahkûm oldu. Halen EMEP içinde siyasi hayatını sürdürüyor.

 

 

 

Büyüleyici bir sözcük: DEV-GENÇ

 

9-10 Ekim 1969 günü, Ankara’da yapılan Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) olağanüstü kurultayında, örgütün adı, tüzüğü ve amaç maddesi değiştirilerek Türkiye Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (DEV-GENÇ) adını aldı. Genel Başkanlığa Atilla Sarp, İstanbul Sekreterliği’ne Cihan Alptekin getirildi.

 

Örgütün adının DEV-GENÇ’e dönüşmesi, solcular ve devrimci gençler açısından bir ad değişikliğinin ötesinde sonuçlar doğurdu. O tarihten itibaren DEV-GENÇ’li olmak bir ayrıcalık oldu. DEV-GENÇ büyüleyici, etkileyici bir sözcük olarak devrimciliğe yeni başlayan gençlerin rüyalarını, gelecek hayallerini süsledi. Militanlğı, inançlara bağlılığı, kararlılığı, yenilmezliği ve belki de hepsinden önemlisi devrimci bir romantizmi anlattı. Halk arasında kulaktan kulağa yayılan bir kahramanlık öyküsünün başaktörüydü

 

DEV-GENÇ’liler. Halk, DEV-GENÇ’li olmayı, ‘dev gibi genç’ olmak gibi algıladı. THKP-C kökenli hareketler açısından ise sahiplenmenin ve içte içe bir yarışın simgesi oldu. Devrimci Yol, Devrimci Sol, Kurtuluş gençlik içindeki faaliyetlerini DEV-GENÇ adıyla yürüttü. 1980 sonrası yayımladıkları dergilerine aynı adı verdiler. Devrimci Gençlik adını taşıyan pek çok dergi süsledi kitapçı raflarını. Farkı fark etmek mümkün olmadı okuyucu açısından. İşin doğrusu hepsinin sayfalarında 1960—70’li yılların DEV-GENÇ’ine bir öykünme göze çarpıyordu. Öykünmenin dışına taşıp gerçek anlamda DEV-GENÇ’i yaratmak kime nasip olur bilinmez ama, hayırlı bir iş olacağı kesindir.

İnönü Alpat

 

 

 

DEV-GENÇ’in 1 no’lu bildirisi

 

TDGF, sosyalist gençliğin düşünce eylem örgütüdür.

İçinde bulunduğumuz dönemde halkımızın milli demokratik mücadelesinde görevimiz:

 

1. Antiemperyalist gençlik hareketlerine öncülük etmek ve bu amaçla üniversite gençliğini mücadele içinde örgütlemek, bu hedefe ulaşmak için devrimci örgütlenmemizi sağlamlaştırmak, devrimci disiplinimizi güçlendirmek ve eylem içinde devrimci ideolojik eğitimimizi sağlamak ve oportünizmle mücadele etmek.

 

2. Milli demokratik devrim mücadelemizin kesin zafere ulaşması için işçi ve köylü yığınları ile mücadele içinde devrimci bağlar kurarak işçi, köylü, gençlik dayanışmasını sağlamlaştırmak.

 

3. Emperyalizme, işbirlikçi burjuvazi ve kapitalizm öncesi kalıntılara karşı bütün milli sınıfların devrimci güçbirliğinin gerçekleşmesi için mücadele etmektir. ‘Türk Solu’, ‘Aydınlık’ ve ‘İşçi Köylü’ gazetesi halkımızın yürüttüğü milli demokratik devrim hareketimizin propaganda ve eylem silahlarıdır.

 

FKF’nin Yusuf Küpeli başkanlığı dönemindeki devrimci yönetimi, milli demokratik mücadelemize doğru devrimci yolda ilerleyerek güç katmıştır.

 

Yaşasın halkımızın milli demokratik devrim mücadelesi!

 

Kahrolsun emperyalizm!

 

Yaşasın milli kurtuluş savaşımızın devrimci gençliği!..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Tarih her zaman tekerrürdenmi ibaret olacak?

ve insan ne zaman anlayıp kendine dersler cıkarabilecek tüm bunlardan...

Belki de tarih tekerrürden ibaret değildir...

İnsan bir türlü ogrenemedigi icin tarih ögretmenlik gorevini yerine getiriyordur.

Bıkmadan usanmadan tekrar ederek...

 

Ey sevda kuşanıp yollara düşen

bilesin bu yollar dağlar dolanır

yare ulasmadan düşersen eğer

yarına sesinin yankısı kalır...

 

Bugun geldigimiz bu yerde gecmişimize bakıp dersler cıkartacagımıza hala bir catısmayı körüklüyor bir bölünmenin sancısıyla yanıyoruz.

 

Yıllar once uğrunda ölünen hayaller bugun ütopya haline gelmiş. birlikte olmak, bütün olmak, tam bağımsız ve özgür olmak... eşit olmak... Kardeş olmak... Paylasabilmek, yardımlaşabilmek, yanyana durabilmek...

 

Dİni dili ırkı ne olursa olsun insanı insan oldugu icin kabul edip sevebilmek...

 

Bu hayaller icin ölen insanları unutup, kendimize suni hayaller yaratıyoruz durmadan...

 

Bu oyuna bilincli katılanlar bir yana, aklı erdiği halde gercekleri goremeyenlere kızıyorum artık... Sıkıldım durup durup kendini tekrar eden insanlardan. Bir dövüş musabakası izler gibi ulkemiz uzerinde oynanan oyunları izliyoruz. Ve taraf oluyoruz sanki bir taraf digerinden daha cok hizmet edecekmiş gibi bu ulkeye...

 

Bir taraf gozlerini kapamıs buyukleri ne derse dogrudur deyip elini kaldırıp oy veriyor bazen sasırsada... diger taraf karsı cıkıp beklenilen tepkileri gosteriyor... Bir kısır döngüye hapsolduk gunden gune daralıyor bu çember...

 

Ve belkide en kötüsü uyuşmuşluk artık damarlarımızda geziniyor. inanclarımızı kaybediyoruz ulkemize dair... alıştırılıyoruz. alışmak ki en igrenci, sömürge olmaktan bile ötesi... kendini özgur sanan kuklalar gibi, kolumuzu kaldırsak tepki verdik sanıyor oysa kendimizi tatmin etmekten öteye gitmiyoruz. farkına bile varamadan...

 

en basit ve ortadaki gercekleri görmeyelim diye, görsekte anlamayalım diye bir toz duman... bir kalabalık bir ugultu... bir karartı, gri bulutlar.... elimizde avucumuzda ne varsa artık bizim değil... ve biz bunun farkında bile değiliz...

 

bir cuval erzak karsılıgı özgurlugunu satıyor diye sucluyoruz ya insanlarımızı.... yarın için umudu olmayanın özgürlüde olmaz... yarın icin umudu kalmamıs bir halk olduk biz...

 

son umutlarımızı yıllar önce bir evin icinde kıstırıp katlettik.. dar agacları dikip orda astık... son umutlarımızı yıllar önce topraga verdik ve ne yaptıgımızı hala anlayamadık... simdi kalkıp bir cuval erzaga satıyoruz diye kızıyoruz... kızacaklarımızı kaybedeli öyle cok zaman olduki...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

son umutlarımızı yıllar önce bir evin icinde kıstırıp katlettik.. dar agacları dikip orda astık... son umutlarımızı yıllar önce topraga verdik ve ne yaptıgımızı hala anlayamadık... simdi kalkıp bir cuval erzaga satıyoruz diye kızıyoruz... kızacaklarımızı kaybedeli öyle cok zaman olduki...

 

....................................................

 

 

Ne güsel bir ifade bu!!!!!!sağolasın..............

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

oy dere kizildere

soyle akisin nere

biz de hal mi biraktin

sana can vere vere

 

dere bizim evimiz

suyu alin terimiz

soyle nedendir dere

vurulur genclerimiz

:clover:

 

 

 

evet sevgili JÖN niceleri gitti ama halkımız hala daha onları sanki kendi çıkarları adına ölüme gitmişcesine yargılıyo!!!kim 23 24 yaşlarında ölüme gider,boynunu o ipe uzatır?Sağol...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

CEVAHİR’İN ÖLDÜRÜLMESİNE TEPKİ DUYARAK THKP-C’YE KATILAN ÜLKÜ SAĞIR

 

Ulaş sakin, Mahir gergindi

 

Bir ara dışarıya atılan el bombası, kapalı olan panjura çarpıp odaya düşüyor. Ulaş yerinden fırlayıp bana doğru koşuyor ve üzerime kapanıp beni korumaya çalışıyor...

 

ÜLKÜ SAĞIR

 

Anılar fazlasıyla özneldir. Birisiyle ilgili anılarınızı anlatırken (özellikle de o kişiyle çok uzun yıllar bir arada yaşamamış ve çok farklı şeyler paylaşmamışsanız) aslında kendinizi anlatıyorsunuzdur. Zira belli bir anda, belli koşullar altında o kişinin sizin belleğinizde yarattıklarıdır anımsadıklarınız.

Olaylar için de aynı şeyler geçerlidir. Aynı olayı yaşayan kişiler çok farklı öyküler anlatır size. Bu nedenle anılarımı anlatmaktan hep kaçınırım. Ne var ki, 70’lerde başkaldırı ve özgecilik ateşini tutuşturmuş ve bu ateşte can vermiş dostlarımızı anarken bu anılara başvurmak kaçınılmaz olur.

 

ULAŞLI, MAHİRLİ BİR POKER OYUNU

Bernard Shaw bizden uzakta olan yakınlarımızın kötü yanlarını anımsayarak kendimizi avuttuğumuzu söylese de, benim anımsadıklarım sadece hoşluklar. Özellikle de Ulaş’la ilgili olanlar böyle. Belki de Mahir’le çok kısa bir süre bir arada kaldığım ve onun THKP-C’deki bölünme nedeniyle son derece gergin olduğu bir dönemi paylaştığım için, onunla sadece bir poker oyununu anımsıyorum. Birisinden ya da birilerinden haber beklerken çalışamayacak kadar gergin olduğundan (o sırada ‘Kesintisiz Devrim’ yazısını yazıyordu) poker oynamayı önermişti.

 

Evde Ulaş ve Ziya [Yılmaz] dışında kimse olmadığından zorunlu olarak beni de oyuna kattılar. Birisi bana pokerin temel kurallarını anlattı ve önüme fasulyeleri koydu. Oyun, görünüştü gayet iyi gidiyordu ancak bir terslik vardı. Genellikle ben kazanıyordum. Önce acemi şansı deyip geçtilerse de, Mahir işkillenmişti. Yine kazandığım bir elden sonra kağıtlarımı görmek istedi. Ben de gösterdim. Oyunu açmak için gereken kağıtlar değilmiş meğer! Ulaş gülmekten kırılıyordu ama Mahir hiç de işi hafife almamıştı. Sorgulanmam sürdükçe oyun boyunca elimdeki kağıtların değeri ne olursa olsun hiç pas geçmediğim ve her oyunu sonuna kadar sürdürdüğüm anlaşıldı. Kağıtların değerini bilmiyordum, açıkçası fazla da aldırmıyordum! Oyunu ciddiye almadığım için Mahir oldukça kızgındı ama bensiz oynayamayacakları için de bir pazarlık yapıldı. Bundan böyle elimde uygun kağıtlar olmadıkça oyunu açmayacaktım. Bu kurala ne kadar uyduğumu anımsamıyorum, ancak Mahir’le bir daha poker oynamadığımı biliyorum.

 

Ulaş ise Mahir’den farklıydı. Onun gergin ya da sinirli olduğuna hiç tanık olmadım. Üstelik Ulaş’la iki ayı aşkın bir süre aynı evde kaldık. Her şeyde eğlenceli bir yan bulabiliyordu. Kardan ve düşmekten ödü kopan, bu nedenle koluna sımsıkı yapışan bana, eğer kayıp düşersek patlayacak el bombalarıyla (ceplerinde en az iki tane vardı) ne hale geleceğimizi anlatırken bile sokağı çınlatan kahkahalar atmama (hiç dikkat çekmememiz gerektiğini belirtmeliyim) yol açan ve bundan hiç rahatsız olmayan bir Ulaş anımsadığım.

Yere serdiğimiz şilte benzeri nesnelerde uykuya hazırlanırken açıkta kalan sırtını örttüğümde, bu kez benim sırtım açık diye kalkıp beni örten ve bu karşılıklı örtme eylemini komedi haline getirip evdeki diğer kişileri çileden çıkaran bir Ulaş. Blöflü pişti oynarken, polislerin evde en az 7 kişi olduğuna inanmasına yol açacak kadar gürültü yaptığımız ve güldüğümüz bir Ulaş.

 

Kişiliğini başka hiçbir söze gerek kalmaksızın anlatabileceğine inandığım bir anekdot da şu olsa gerek: Polisle çatışıyoruz. Hedef falan gördüğümüz yok. Öylesine ateş ediyoruz. Benim küçük bir silahım var. Birkaç ateşten sonra tutukluk yapıyor, hemen Ulaş’a koşuyorum, gayet sakin alıp düzeltiyor. Bu birkaç kez tekrarlanıyor. Hiçbirinde en ufak bir sabırsızlık ya da bıkkınlık belirtisi göstermiyor. Bir ara dışarıya atılan el bombası, kapalı olan panjura çarpıp odaya düşüyor. Ulaş yerinden fırlayıp bana doğru koşuyor ve üzerime kapanıp beni korumaya çalışıyor.

Anılar özneldir demiştim. Doğrudur. Anımsadıklarım bende iz bırakanlar. Yine de Ulaş’ın koşullar ne olursa olsun çevresindeki insanlara sunduğu sevgisini, özgeciliğini yeterince kanıtlayacak nitelikte anılar. Yaşadığım sürece onu bu özellikleriyle anımsayıp seveceğim.

 

Kaynak: ‘Denizler İdama Giderken’, Oral Çalışlar,

Gendaş Yayınları, İstanbul 2002

 

 

 

TELEVİZYON DİZİSİNDE TARİH YAZIMI

 

Hayli yüksek reytingli bir Kızıldere

 

Doç. Dr. HÜLYA UĞUR TANRIÖVER (*)

 

Bugün Türkiye’de televizyonun ‘herhangi bir medya’ olarak görülemeyeceği, toplumun neredeyse tamamının gündelik yaşamının televizyon odaklı olduğu bilinmektedir. Bunun doğal bir sonucu olarak da bir tür genelleşmiş televizyon kültürüyle iç içe yaşadığımızı söyleyebiliriz. Eğer sınır ötesi harekât gibi, deyim yerindeyse olabilecek en ciddi konuda, Genelkurmay Başkanı, durumu “Kuzey Irak bizim için BBG evi oldu” terimleriyle ifade ediyorsa, bu, günümüz Türkiyesi’nde herhangi bir toplumsal, siyasal ya da kültürel olguyu televizyonu göz ardı ederek irdelemenin olanaksız olduğu anlamına gelir.

 

BİR TV DİZİSİ TARİHİ YANSITIR MI?

Bu kısa yazıda, medyanın ekonomi politiğini, televizyonların yayın kararlarında belirleyici olan etkenleri, özellikle de siyasal ve ticari girift ilişkileri derinlemesine ele almak mümkün değil elbet. Ancak, şunu anımsamakta yarar olabilir : Tüm popüler kültür ürünleri gibi, ticari yayıncılığın, yani özel kanalların egemen olduğu bir ortamda, televizyon programları da, bir kültür endüstrisi tarafından ve azami kâr amacıyla üretilirler. Bu nedenle de olabildiğince geniş kitlelerin beğenisini kazanma en birincil hedefleridir. Ve yaklaşık on-onbeş yıldır, yaygın, popüler televizyon kanalları açısından, yerli yapım diziler bu hedefe ulaşmada en başarılı programlar olarak ortaya çıkmışlardır. İzleyicinin ilgisini canlı tutabilmek için, gözden düşen ya da zamanını dolduran dizilerin yerini yenileri alırken, bunların ‘alt türleri’nde de bu süreç içinde değişimler gözlenmiştir. ‘Kırık Kanatlar’ ve ‘Elveda Rumeli’ ile milli mücadele dönemi, ‘Çemberimde Gül Oya’yla 70’li yılların siyasal ortamı, dizi formatının gerektirdiği ek öğelerle (özellikle de aşk hikayeleri, kuşak çatışmaları, vb.) iç içe örülerek anlatılmıştır.

 

Geçtiğimiz yıldan bu yana da ‘Hatırla Sevgili’ dizisi1, 50’li yılların sonunda, Demokrat Parti döneminde başlayan ve en son bölümleriyle Kızıldere olaylarına uzanan (dizi devam ettiğinden ne zamana kadar devam edeceğini bilmiyoruz) bir zaman dilimindeki, siyasal ve toplumsal olayları aktarmakta ve en çok izlenen yapımlar arasında yer alarak milyonlarca izleyicinin beğenisini kazanmaktadır. İşte bu noktada, kolektif bellek, tarih yazımı gibi konular üzerine düşünen, bunları dert edinenlerin aklına ister istemez şu soru gelir : Bir televizyon dizisinin tarihi yansıtması mümkün müdür? Aynı soru televizyondan önce, edebiyat, tiyatro ya da sinema konusunda da sorulmuştur : ‘Kurmaca’ sanat yapıtları gerçekleri ne derece ve nasıl yansıtır? Ama burada söz konusu olan sanat değil de popüler kültür olduğundan, mesele daha da karmaşıktır. Dolayısıyla tek bir yanıt vermek, evet ya da hayır diyerek işi kestirip atmak çok daha zordur.

 

Tarih, normalde okullarda öğrenilir/öğretilir; ya da “belge/belgesel” nitelikli yapıtlar aracılığıyla. Peki, ya okullardaki tarih eğitimi yetersizse, dahası ülkemizde olduğu gibi, değil olayları tarafsız aktarmak, yakın tarihe neredeyse hiç değinmiyorsa? Ya bazı tarihsel dönemlere, olaylara ilişkin nitelikli sanat yapıtları yoksa ya da ulaşılmazsa? Ayrıca ‘belgesel’ nitelikli yapıtların, örneğin filmlerin izlenmesi asgari düzeyde bir estetik/sanatsal eğitim, bir kültürel sermaye gerektiriyorsa ve toplumun büyük çoğunluğu o sermayeden yoksunsa… ‘Hatırla Sevgili’ karşısında kimi zaman gözyaşı dökerek Kızıldere’yi, idamları izleyen, belki birçoğu o yıllarda henüz doğmamış olan izleyicilerin daha doğru ve kolayca ulaşıp anlayabilecekleri kaynakları var mı? Hiç sanmıyorum. Bu durumda, dolayımlı da olsa, hayal ürünü yan hikâyelerle, gerçek olmayan (ama hikâyenin, kurmacanın akışı açısından daha uygun olan) öğelerle çevrelenmiş de olsa, bu dizi bir şeylere yanıt vermiş oldu. Tarihimizin kurumsal kamu alanlarında, adları bile anılmayan, hepten unutturulmak istenen kişileri ve olayları, birdenbire, sadece televizyon ekranında değil, o programa ilişkin haber yapan popüler gazetelerde, televizyon eklerinde.. dolayısıyla da okul koridorlarında, kantinlerde, çay bahçelerinde konuşulmaya başlandı.

 

GÖSTERİLEN, KIZILDERE’NİN FİLMİ DEĞİLDİR

Bu tür yapımlarda, doğru uzmanlar, hatta tanıkların danışmanlığından yararlanmak, ciddi araştırmalar yapmak önemlidir. ‘Hatırla Sevgili’nin yapımında da böyle bir girişimin olduğu ancak süreç içinde kimi sorunların yaşandığı duyuldu: Yapımcıların danışmanların önerilerini dikkate almamaları, yanlış temsillere yer vermeleri gibi. Ne var ki, popüler kültürün ve onu üreten endüstrinin mantığı şüphesiz her zaman diğer kaygıların (gerçeğe uygunluk, tarih bilinci) önünde geleceğinden, ne yazık ki bu durum şaşırtıcı değildir. Sonuçta gösterilen ne 1960 darbesinin, ne de Kızıldere’nin filmidir… Gösterilen, bu olguların birer ‘olay’ olarak yer aldığı (yani nedenleri, niçinleri pek incelenmeden) kişilerarası hikâyeleri anlatan bir dizidir. Gerçekçi olma iddiası vardır (Türkiye’de genel olarak dizilerin çoğunluğu bu iddiadadır2) ama “gerçek” olmak zorunda değildir. İşte bu nedenle, taraflı olduğu için, bir şeyleri eksik bıraktığı ya da her şeyi çok yüzeysel sunduğu için ‘Hatırla Sevgili’yi eleştirmek çok anlamlı olmayacaktır. Ama tabii, sanat yapıtı olsun, popüler kültür ürünü olsun, kurmacaların asıl sorunu, tek tek her birinin içeriği / doğruluğu, vb. değil bütünsel olarak tarihi (veya toplumu, siyaseti..vb.) kendilerine indirgeme dolayısıyla sanallaştırma tehlikesi yaratmalarıdır. Hele de, içinde yaşadığımız dünyanın en somut olaylarının bile televizyon haberlerinin akan görüntüleri olarak algılandığı günümüzde.

 

Ayrıca tarafsızlık ve ‘tamlık’ konuları daha doğrusu kavramları da tartışmaya açıktır. Tarihin kendisi, zorunlu olarak, tanımı gereği, bir ‘taraf’ta yer alır: Zira ister yazılı olsun, ister sözlü, mutlaka ‘aktarılan’dır tarih; aktarılan bir ‘hikâye’dir… Birinin, birilerinin (bir sınıfın, bir ulusun, bir ‘cins’in) hikâyesi. O hikâyeyi de her zaman insanlar aktardığına / anlattığına göre… Tarihin tarafsız olması düşünülemez; ya da ‘objektif’ olması. İster sinemada, ister fotoğrafta ‘objektif’i nereye çevirirseniz orayı gösterirsiniz ve her objektifin arkasında onu yönlendiren bir göz ve bir el vardır.

 

HİÇ OLMAZSA KIZILDERE’Yİ ÖĞRENDİLER

Nasıl ki ‘Eve Dönüş’ ve ‘Beynelmilel’ filmleri, 12 Eylül’ü hiç ummadığımız gazetelerin manşetlerine taşı*********** çok daha geniş çapta gündeme getirilmesine katkıda bulunmuşsa, ‘Hatırla Sevgili’ de, milyonlarca insanın, başka türlü adını bile duymayacakları Kızıldere’nin hiç olmazsa varlığından haberdar olmalarını sağlamıştır. Önemli olan bu haberdarlığın… başka ‘objektif’lerden yansıyanlar ve gerçek tanıklıklarla beslenip geliştirilmesi (ya da düzeltilmesi) yönünde girişimlerin çoğaltılması ve olabildiğince geniş kitlelere ulaşabilmesidir. Yoksa elbette, televizyon dizilerinin asıl kaygıları her zaman “Mahir karakterinin profilden olduğu sahnede mi, yoksa yakın plan görüldüğü sahnede mi reyting rakamının daha yüksek” olacağıdır.

(*) Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi

1. ‘Hatırla Sevgili’ dizisinin 27 Mayıs’ın temsili açısından incelenmesine ilişkin olarak değerli bir akademik çalışma için bkz. M. Yılmaz, G. Uluç, “Hatırla Sevgili dizisindeki temsili ile bir dönemin anatomisi: 27 Mayıs 1960”, Selçuk İletişim, 5, 2, 2008, s. 136-151.

2. Bu konuda daha ayrıntılı bir çalışma için bkz. H. Uğur Tanrıöver, “’Modern’ Türkiye ve Televizyon Dizileri”, H.Uğur Tanrıöver (editör), Sen Benim Kim Olduğumu Biliyor musun? Toplumsal Yaşamda Kimlik İzdüşümleri, içinde, HİL Yayın, İstanbul, 2008.

 

 

 

THKP-C İDDİANAMESİ

 

Yetkililerden izin almadan bomba imal etmek!..

 

SUÇ:

 

1. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil ile ilgaya cebren teşebbüs etmek.

2. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil ile ilgaya cebren teşebbüste bulunmak suçuna fer’an iştirak etmek.

3. Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye ve sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmağa veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmeye mâtuf cemiyet kurmak, faaliyetlerini tanzim veya sevk ve idare etmek veya yol göstermek.

4. Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmağa veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmeye mâtuf cemiyete girmek.

5. Hükümetin araştırmalarına karşı faili gizlemek veya yardım etmek veya hakkında tutuklama, yakalama müzekkeresi çıkarılan kimsenin bulunduğu yeri bildiği halde yetkili mercilere haber vermemek.

6. Anayasayı ihlâl fiiline veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye, sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmağa, memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlarından herhangi birini devirmeğe mâtuf cemiyetin varlığına muttali olduğu halde hükümete haber vermemek.

7. Yetkili mercilerden ruhsat almaksızın toplu olarak bomba imal etmek.

8. 6136 sayılı Kanuna muhalefette bulunmak.

9. Hüviyet cüzdanlarını, nüfus tezkerelerini taklit etmek veya bunların yazılarını değiştirmek ve bunları kullanmak maksadiyle başkalarına tevdi eylemek.

10. Taklit edilmiş veya değiştirilmiş nüfus tezkere ve hüviyet cüzdanlarını kullanmak.

11. Görevli devlet memurunu öldürmeye teşebbüs etmek.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İlkay Demir: Mahir, öleceğini biliyordu

 

 

Hücrenin kapısı açıldı, başını içeri uzatan, çelik yelekli, uzun boylu, tabancalı sorgucu "üzülme artık" dedi. "Yanılmışız, ölen Hüseyin'miş, Mahir yaşıyor..."

 

İLKAY ALPTEKİN DEMİR

 

Sansaryan Han'ın en üst katındaki hücremdeydim. Aklım çok ağır işkenceden geçirilmiş olan Necmi [Demir] ve İrfan'daydı [uçar]. Karşı sıradaki iki hücredeydiler. Durumlarını bilememek ve elimden bir şey gelmediğini kabullenmek çok zordu.

 

Buraya getirildiğimizden beri süren kargaşa ve terör faslı sona ermiş, ortalığa alışılmadık bir sessizlik çökmüştü. Adeta bizi unutmuşlardı. Uzun aralıklarla hücrelerden birinin kapısı açılıyor, içimizden biri sessizce yazılı sorguya götürülüyordu.

 

Beni de aldılar. Birkaç masa, sandalye ve daktilo bulunan sıradan bir büroda sorguya başladılar. Bu kez gözlüğümü de vermişlerdi. Birkaç gün önceki işkencecilerin bunlar olup olmadığı anlamaya çalışıyordum. Ortamdaki farklılık çarpıcıydı. Kafamdaki tek düşünce oyuna gelmemek ve dışarıdaki arkadaşların güvenliğini tehlikeye düşürebilecek bir ayrıntıyı dile getirmemekti.

 

Oysa sorgu çok sıradandı. Sanki sorgucuların aklı söylediklerimde değildi. Laf arasında bana arkadaşlarımın kuşatıldıklarını, yakalanmalarının an meselesi olduğunu söylediler. Yakalandığımızdan beri bu tür o kadar çok yanlış bilgi vermişlerdi ki...

 

MAHİR'İ TARİF ETMEMİ İSTEDİLER

 

Tutsaksanız, sizi tutsak edenlerle aranızdaki mesafeyi korumalı, ortama elden geldiğince yabancı-laşmalı ve hele her söylenene asla inanmamahydı-nız. Bunları sağduyumla biliyor ve serinkanlılığımı koruyordum.

 

Benden Mahir'i tarif etmemi istediler. Elden geldiğince gerçeğe aykırı bir tarif yaptım. Her ihtimale karşı, ihtiyatlı davranıyordum. Sıradan sorgu devam etti. Derken birden kapı açıldı, çelik yelekli tabancalı uzun boylu biri daldı odaya. "Gözümüz aydın" dedi, "Olay bitti; Mahir ölü, Hüseyin yaralı!"

 

Odadakiler sarılıp, birbirlerini kutlamaya başladılar. Donmuştum. Sonra bana döndüler, alaycı bir dille bir şeyler söylediler. Artık hiçbir şeyi duymuyordum. Ağlıyordum. Ortamdan bütünüyle kopmuştum. Sanki yüreğim dağlanıyordu. Odadakiler sustular. Sorguya devam etmeye çalıştılar. Olmayınca, "Sonra devam ederiz" dediler ve beni hücreme götürdüler.

 

'YANILMIŞIZ! MAHİR YAŞIYOR...'

 

Hücreye dönmek çok iyi gelmişti. Yüreğimdeki dağlanma dinmiyordu, ama hücremin sessizliğinde ağlayabiliyordum. Kendimden utanmıştım. Sorguda zayıflık gösterdim, duygularımı ele verdim diye kendime kızıyordum. Sorgucularım da ****** avlanmışlardı. Akılları gerçekten başka yerdeydi ve zayıflığımı kullanıp, beni çökertmeye kalkışmamışlar, benim acımdan etkilenmişlerdi.

 

Duyduğum haberi öteki hücrelerdeki arkadaşlar bilmiyorlardı. Bu durumda ne yapmam gerekirdi? Acaba, bağırarak bunu onlara açıklamalı mıydım? Öylesine çaresizdim ki, bilemedim. Aradan kısa bir süre geçti. Hücrenin kapısı açıldı, başını içeri uzatan çelik yelekli uzun boylu sorgucuydu. "Üzülme artık" dedi. "Yanılmışız, ölen Hüseyin'miş, Mahir yaşıyor."Göğsümdeki dağlanma, yerini bütün hücrelerime sinen, beni güçlendirip, ayaklarım üzerinde doğrulmama yardım eden derin bir acıya bırakmıştı. Hüseyin Cevahir çok takdir ettiğim ve saygı duyduğum bir arkadaştı. Düşünceli, özverili ve olgun yaklaşımıyla sık sık ço-cuksulaşabilen üniversite öğrencisi ortamımıza farklı bir soluk katıyordu. Bu olgunluğu, Alevi dede sülalesinden gelmesine yorulurdu.

 

Gazeteler Hüseyin Cevahir'in dürbünlü silahla, hedef gözetilerek vurulduğunu yazıyordu, ilk başta yanılmış olmaları, ölenin Mahir olduğunu sanmaları, belki de Hüseyin'i Mahir sanarak vurduklarını düşündürüyordu. O gün başka arkadaşlara da Mahir'i tarif ettirdiklerini öğrenecektim. Onlar da yanıltıcı tarifler yapmışlardı. Vurucu timin elinde bir fotoğraf olmadığı anlaşılıyordu.

 

Hastaneden çıkarıldıktan sonra Mahir'i bizim yanımıza getirmediler. Aylarca tek başına Selimiye Kışlası'nda bir hücrede tuttular. Yaraları ağırdı ve yavaş iyileşti. Yine de, Hüseyin ölürken hayatta kalmak Mahir için sanki daha ağır bir yaraydı. Hastanede serumunu çıkarmaya çalışmış, yaşamak istememişti. Hücrede yazdığı bir şiirde bu duygularını açıkça dile getirmişti. Savcı Naci Gür onun bu duyarlılığını fark etmiş ve tecrit koşullarında olabildiğince kullanmıştı. İbret vericiydi. Sanki Dede Korkut kitabı canlandırılıyordu. Bir askeri savcı yirmi beş yaşındaki bir tutukluyu hayatta kaldığı için eleştiriyor, ölmediği için suçluyordu! Duruşmalar başlayınca bu çirkin taktiği sürdürmek istedi. İzin vermedik. Saldırıları birlikte göğüsledik.

 

Mahir kısa sürede toparlandı. Siyasal Bilgiler'de sıralara sığmayıp merdivenleri dolduran binlerce gencin soluksuz dinlediği güçlü hatip geri gelmişti. Her zamanki muhakeme gücü ve söz ustalığıyla mahkemenin yönünü değiştirmemize olanak verdi. Duruşmalar adeta bir karşı yargılamaya dönüştü. Sonunda Selimiye'den Maltepe Askeri Cezae-vi'ne, aramıza gelmesini sağladık.

 

Maltepe'nin üniversite kantinini andıran, yaşanan gerçekliğe belki biraz hafif düşen ortamında rahatladı. Ama savunma üzerinde yoğunlaşamıyor-du. Tek düşüncesi hapishaneden kaçıştı. Öleceğini biliyor ve idam edilmek istemiyordu. Bütün kaçış senaryolarını ciddiye alıyor, inceliyor, zorluyordu. Devlet öç almaya kararlıydı. Ve bize kurban törenini yani idamı beklemek ya da dövüşerek ölmek arasında seçim yapmak düşüyordu. Sonunda tünel seçeneği tercih edildi ve bir akşamüstü alacakaranlıkta beş arkadaş kaçtılar.

 

Biz geride kalanlar, tünelden uğurladığımız arkadaşları bir geri çekilmeyi örgütlemeye, zorlandığımız ölüm kalım savaşından kaçınmaya ikna etmeye çalışmıştık.

 

Belki de kaçanlar arasında olmamanın rahatlığı ve sorumluluğuyla. Ama bunun başarılabilmesi için dışarıda çok güçlü ve serinkanlı bir örgütsel destek olması gerekiyordu.

 

Bu gerçekleşmedi. Mahirler ölüm kalım savaşını sürdürmeye zorlandılar. Onlar kendilerinden beklenen yiğitliği, devletimiz de 'kararlılığını' gösterecekti. Kızıldere'de katledildiler.

 

 

 

Hüseyin Cevahir

 

1945 Tunceli Mazgirt doğumlu. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisiydi. İstanbul Tıp Fakültesi'nde okuduğu yıllarda gençlik mücadelesi içinde aktif biçimde yer aldı. DEV-GENÇ militanlarındandı. TİP Gençlik Kolları'nda çalıştı. TİP içindeki tartışmalarda Mahir Çayan'la birlikte davrandı. THKP-C'nin kuruluşunda bulundu ve örgütün militan kadrolarında yer aldı. 12 Mart'tan sonra THKP-C'nin, İsrail başkonsolosu Efraim Elrom'un İstanbul'da kaçırılması eyleminde bizzat yer aldı. Elrom'un öldürülmesinden sonraki günlerde Mahir Çayan'la birlikte İstanbul Maltepe'de sığındıkları evde kuşatıldı. İki günden fazla süren kuşatma, 31 Mayıs 1972 sabahı bir keskin nişancının tek mermiyle Cevahir'i öldürmesiyle sona erdi. Mahir Çayan ağır yaralı yakalandı. Cevahir, şiir yazardı, Shakespeare okurdu ve Jimi Hendrix dinlerdi...

 

 

 

31 Mayıs 1972, İstanbul Maltepe

 

Mahir yaralı, Cevahir tek mermiyle...

 

MAHİR Cayan ve Hüseyin Cevahir, sandalla Maltepe'ye geldiler ve Bingöl Erdumlu'nun babasının evine sığındılar. Boş olması gereken evden gelen sesler ve kimsenin çalınan kapıyı açmaması üzerine çevre sakinleri, hırsız kuşkusuyla polise haber verdiler. Olayın ciddiyetine ilişkin tam bir kestirimde bulunamayan Mahir ve Hüseyin, kapıya dayanan mahalle bekçisini yaralayarak kaçtılar. Ankara Asfaltı'na ulaşmaya çalışırlarken, peşlerindekilere yoldan geçen bir 'fruko' kamyonundan inen toplum polisleri de katıldı. Mahirle Hüseyin, polislerle çatışarak Maltepe çarşısından çekildiler. Düşürdükleri bavulda, sökülmüş bir tomson, mermiler ve dergilerin yanında, öldürülen İsrail konsolosu Efraim Elrom'un kimliğinin ve pasaportunun bulunması, polisleri, henüz kimliği tahmin edilemeyen kaçanların 'büyük balık' olduğuna inandırdı. 'Terörist avı' konusunda henüz deneyimsiz olan polis 'Efraim Elrom'u öldürenlerin hücresinden' iki kişi üzerine sonuç alıcı bir saldırıda bulunmaya cesaret edemedi; takip ve çevirme ile yetindi. Mahir ve Hüseyin çemberi yaramayacaklarını düşünerek Küçükbağ sokağında, 8 numaralı apartmana sığındılar. Birinci kattaki eve girdiler ve burada oturan Uğraş ailesinin dışarı çıkmasına, izin verdiler. Birinci katta direnemeyeceklerini düşünen Mahir'le Hüseyin evden çıkıp hızla üst kata tırmandılar. Merdivenlerde, üçüncü kattaki evinin tehlikeli hale geldiğini hisseden; oğlu Tamer ve kızı Sibel ile kendini apartmandan dışarı atmaya çalışan Sevim Erkan'la karşılaştılar. 14 yaşındaki Sibel'i yanlarına alarak Erkan'ların dairesine girdiler. Bu arada semt kuşatılmış, civardaki evler boşaltılmış, Mahir'le Hüseyin, keskin nişancılardan havan topçularına kadar eşi görülmedik bir güçle bulundukları yerde kıstırılmıştı. Bir süre sonra evin çevresindeki tertibatlarını tamamlamış asker ve polislerin teslim ol çağrısını işittiler. Mahir ve Hüseyin, bu çağrıyı, "Asla teslim olmayacağız. Bizim buradan ancak ölümüz çıkar. Çocuğa dokunmayacağız. Çocuk ancak sizin ateşinizle ölebilir. Silahımızı da asla teslim etmeyeceğiz. Erkek adam silahını atmaz. Bizi teslim almaya gelirseniz silahımız size dönecektir" diye yanıtladılar. Bir süre sonra da taleplerinin yurtdışına çıkmak için pasaport ve araç olduğunu bildirdiler. Kuşatma, yalnızca ilk gece ışıldakların bir an için söndürülmesiyle evden atılan beş el ateşle kesilen bir sessizlikte, 51 saatten fazla sürdü. 31 Mayıs sabahı, 'Dünya atış şampiyonası üçüncüsü', Binbaşı Ahmet Cihangir'in, perde arkasında beliren gölgesine nişan alarak pencere önünde nöbet tutan Hüseyin'i tek kurşunda yere yıkmasıyla sessizlik sona erdi. Binanın arka tarafından açılan destek ateşiyle içeri giren asker ve polisler düştükleri yerden ateşi sürdüren Hüseyin'i ve Mahir'i kurşun yağmuruna tuttular. Sibel, çatışma sırasında yan taraftaki mutfağa sığınarak yaralanmadan kurtuldu. 23 kurşunla delik deşik edilmiş Hüseyin'in vücudu Süreyyapaşa Sanatoryumu'na kaldırılırken, ağır yaralanmış Mahir 'Cevahir'ini kalbine gömüp', bir albay ve polisler tarafından gözaltında tutulacağı Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne kaldırıldı. Kaynak: 'Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi', İletişim Yayınları, Cilt 7,1988.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU ANLATIYOR: Öncesiyle sonrasıyla Kızıldere

 

 

12 MART faşizminin Kızıldere’de gerçekleştirdiği katliam, Denizler'in idamıyla birlikte, gerek sol hareket açısından gerekse ülkemizin yakın siyasi tarihi açısından son derece önemli sonuçlar yarattı; sonraki dönemde devrimci hareketleri de derinden etkileyen bir dönüm noktası oldu.

Şimdi Kızıldere katliamının üzerinden 36 yıl geçtikten sonra, bir yandan ülkenin her yanında ve dünyanın değişik bölgelerinde binlerce gencin katıldığı anma toplantıları düzenlenirken, bir yandan da bu olay üzerine çeşitli yorumlar yapılıyor.

Değişik yönleriyle tartışılması gereken bir olaydır bu.

KIzIldere yalnızca Deniz’lerin idamını engellemek isteyen devrimcilerin giriştikleri bir dayanışma eyleminden ibaret bir olay değildi.

 

Karadeniz'in bu küçük yoksul köy evinde bedenleri bombalarla delik deşik edilen devrimcilerin arkasında 65/71 yılları arasındaki devrimci gençlik hareketinin (soldaki ideolojik ayrışma ve çatışmalar, kariyer tutkuları, ihanetler, cunta hesapları, emperyalizmin tuzakları ve faşist saldırılar karşısında) bağımsız bir devrimci siyasi hareketin yolunu açma mücadelesinin hikayesi vardır.

 

 

DEV-GENÇ’in son kongresinde Mahir’in yaptığı o uzun konuşma artık yalnızca Milli Demokratik Devrim tezlerinden cunta konusunda değil,

solun geleneksel anlayışlarından da büyük bir kopuşun yolunu açıyordu….

 

 

 

1-60’LARDA DEVRİMCİ GENÇLİK HAREKETİ

Türkiye'de sol hareket altmışlı yıllarda, o dönemde egemen sınıflar arasındaki bir güçler dengesine özgü nispi özgürlük ortamı içinde gelişti. Gençlik ve aydınlar arasında başlayarak gelişen bir toplumsal uyanış dönemi yaşanıyordu. Batı'da gelişen 68 hareketi bir ölçüde üniversitelerde yoğunlaşmakta olan hareket için bir tetikleyici rolü oynadı denebilir. Üniversitelerde yoğunlaşan boykot-işgal gibi olayların daha sonra Batı'dakinden farklı gelişmesinin nedeni Türkiye’nin toplumsal ve siyasal farklılıklarında yatar. Fransa'da olsun, Batı'daki diğer ülkelerde olsun, sonraki dönemde hareketi sistem içerisine çekerek sönümlendirmenin yolunu buldular. Türkiye'de ise ne devletin yapısı ne de hakim yönetim anlayışları buna müsaitti. Bulabildikleri en "güzel", belki de tek yöntem, Amerika'dan ithal kontrgerilla taktik ve stratejilerinden ibaretti. CİA ajanlarının yönetiminde "komando"lar yetiştirip, ülkenin bağımsızlığını, eşitlik ve özgürlük isteyen kim varsa üzerine salmak! Sopayla, silahla. Bu, ülkenin, 65-71 arasındaki onlarca devrimci gencin faşistler tarafından öldürülmesinden, Denizler'in idamından, Kızıldere’de on devrimcinin katledilmesinden geçerek 12 Eylül öncesindeki bir iç savaş sürecine sürüklenmesinin başlangıcıydı. Türkiye'nin egemenleri bu ülkeyi yönetmek için buna muhtaçtı ve bundan başka bir şey de bilmiyorlardı.

 

12 Mart ve 12 Eylül gibi Kızıldere de ABD'nin sözde Sovyetler Birliği'ne karşı dünya çapında yürüttüğü hakimiyet mücadelesi açısından tasarlanan stratejinin bir parçası olarak Türkiye halkının bağrında gelişen toplumsal uyanış hareketine karşı düzenlenmiş planlı bir Amerikan operasyonuydu. Bu operasyonlarda rol alanlar, darbecilerinden Demirellere kadar, bu stratejinin taşeronluğundan başka bir şey yapmadı.

 

 

2-DEV-GENÇ’TEN THKP-C’YE

Kızıldere'ye giden yol her şeyden önce 60'lı yıllarda sol hareket içindeki ideolojik tartışma ve ayrışmalardan geçti.

Bu bir bakıma THKP-C'nin kuruluş sürecinin de hikâyesidir.

THKP-C’nin kuruluş süreci benim DEV-GENÇ’in son dönemindeki Merkez Yürütme Kurulu üyeliğime rastlar.

(Aslında o dönemde benim MYK üyeliğim de büyük ölçüde bir raslantı sonucu olmuştur denilebilir. Gerçekte benim o zamana kadar okumakta olduğum Hukuk Fakültesi'ni yaş itibariyle çoktan bitirip ayrılmış olmam gerekirdi. Fakülteye 1962'de girmiştim ama, daha çok ilgimin zayıflığı yüzünden okula devam etmiyordum. Bu yüzden DEV-GENÇ’in son kongresi yapılırken ben hala hukuk fakültesinin son sınıfında takıntılı durumdaydım. Mahir’in o uzun konuşmasını yaptığı kongrede, sanırım Anamur dağlarındaki “eğitim kampı”ndan tanıştığımız Münir Aktolga’nın marifetiyle olacak, MYK üyeliğine aday gösterilince arka sıralarda oturduğum yerden reddetme imkanı bulamadan seçilmiş oldum.)

 

THKP-C süreci içinde bu şekilde gerçekleşen sorumluluğum çerçevesinde yer aldım. O sırada Mihri Belli ile ayrılık olayı henüz sonuçlanmamıştı.

MDD/SD ayrılığı başlangıçta daha çok TİP’de yasaklı oldukları için legalite içinde rol alamayan (ve sol bir cuntanın legalite sorunlarını çözebileceğini öngören) eski tüfeklerle TİP yöneticileri arasındaki bir çekişme ve görüş ayrılığı olarak ortaya çıkmıştır. Ancak gençlik mücadelesinin boyutları geliştikçe tartışmaları marksist klasiklerin klavuzluğu altında bizim yorumlayışımız da değişmeye başlamıştı. Artık 27 Mayıs sonrasının belirsizlik ortamı içerisinde oluşturulmuş “asker sivil aydın zümre”nin rolüne yapılan vurgulara dayalı MDD tezleri özellikle 15-16 Haziran sonrasında gelişen mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzaktı. Kır-şehir problemi, devrimde proleteryanın rolü ve ideolojik öncülük meselesi, ittifaklar sorunu, Kürt meselesi gibi tartışma konularında artık daha net ve tutarlı fikirlerin arayışı içindeydik.

 

Mahir'in uzun konuşması birçok yönden bu konularda geçmiş tartışmaların bir sentezine doğru bir açılım getiriyor ve artık yalnızca eski MDD tezlerinden cunta konusunda değil, solun geleneksel anlayışlarından da büyük bir kopuşun yolunu açıyordu.

Ben Aydınlık Sosyalist Dergi içindeki ayrışma olayının perde arkasında bulunmadım. Önceleri Mihri Belli'lerin evlerine Mahir ve diğer bazı arkadaşlar gibi zaman zaman gider, Aydınlık bürosunda zaman zaman Vahap ve Seyhan Erdoğdu'larla da görüşürdüm. MYK üyeliğine seçilmemden sonra giderek hızlanan olaylar içinde yoğunlaştım, bir ara geçirdiğim ağır bir karaciğer rahatsızlığı nedeniyle de birkaç ay gelişmelerin dışında kaldım. THKP-C'nin kurucularıyla SBF'de veya bazı evlerde ara sıra görüşme dışında, gelişmeleri daha çok Sinan Kazım ve diğer arkadaşların aktarmalarından öğreniyordum.

"Aydınlık Sosyalist Dergi'ye Açık Mektup" resmi MDD tezlerinden yeni bir bağımsız devrimci siyasi oluşum doğrultusundaki kopuşun ilanıydı. Kurtuluş isimli dergide yer alan “devrimde sınıfların mevzilenmesi” isimli uzun yazı da artık ülkenin her yanında devrimci bir örgütün gelişmekte olduğunu haber veriyordu.

 

 

CUNTANIN AYAK SESLERİ

Ancak olaylar, mücadelenin doğal seyrinden ya da bizim hareketimizden çok daha hızlı gelişti. (Kazanın altını kimin harladığını ise kimse bilmiyordu!)

Sol darbe hazırlığının had safhaya ulaştığı haberlerini Mısır'daki sağır sultan bile duydu. 9 Mart'a doğru gazete bürolarında Gürler-Batur-Tağmaç cuntaları arasındaki tahteravallinin çetelesi tutulmaya başlanmıştı.

Gençlik eylemleri bu doğrultuda manipüle edilmeye çalışıldı. Gençlik içindeki kimi gruplar gençlik eylemini kendi mecrasının dışına çıkarmak üzere teçhizatlandırılarak yönlendirilmeye çalışıldı. Bunlara (bazen fiziki güç de kullanarak) engel olmaya çalıştığımızda, Doğan Avcıoğlu’nun cunta yanlısı “Devrim” dergisinin başyazısında “devrimci gençliği pasifize etmekle” suçlandık.

 

Son dönemlerde özellikle liberal çevrelerce Türkiye solunun bütün geçmişiyle birlikte THKP-C hareketi de cuntacılıkla (Kemalistlikle) suçlanıyor. Bazen hareket içinde genç havacı subayların bulunması bu suçlamanın bir kanıtı olarak gösterilmek istenir. Kuşkusuz gençlik hareketini o dönemin hakim özelliklerinden bütünüyle ayrı tutmak mümkün değildir; ancak THKP-C hareketinin temel özelliği her türden “yukardan devrim” anlayışına karşı bağımsız devrimci bir hareket yaratma temelindeki bir tepki ve karşı çıkış olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Bu özellik geleneğin sonraki dönemlerinde Devrimci Yol özelinde olduğu gibi, çok daha belirgin biçimde ortaya çıkacaktır.

Cuntanın ayak seslerinin duyulduğu bir ortamda Denizler'in spektaküler çıkışıyla birlikte artık ok yaydan tümüyle çıktı.

Sonrası 9+12 Mart, Denizler'in yakalanmaları, sıkıyönetim, tutuklamalar, Elrom’un kaçırılarak öldürülüşü, Cevahir, Büyük Firar ve Kızıldere…

 

3- KIZILDERE'DEN ÖNCE

12 Mart'tan sonra ilan edilen sıkıyönetimle birlikte herşey altüst oldu. Elrom'un kaçırılmasından sonraki gelişmelerde önce İstanbul kanadındaki arkadaşların yakalanmaları, sonra Cevahir'in ölümü, Mahir’in yaralı olarak yakalanması üzerimizde büyük bir şok ve moral bozukluğu yarattı. Darmadağın olmuştuk. Sinan Kazım’ın alnında polis darbesinden kalma belirgin bir iz vardı. Hüdai oldukça uzun boyuyla dikkat çekici bir fiziğe sahipti. Birçok arkadaşın bu gibi nedenlerle hareket kabiliyeti kalmamıştı.

Benim televizyondaki arananlar listesinde sanırım liseden kalma bir küçüklük fotoğrafım kullanılıyordu. Bu yüzden diğerlerine göre daha rahat hareket edebiliyordum. Koray Doğan, Nasuh Mitap, Ali Başpınar, Selahattin Güleç, Feyyaz Kurşuncu, Mehmet Yüksel, Selami Şakiroğlu gibi arkadaşlarla birlikte Ankara grubunu toparlamaya, barınacak yerler oluşturmaya, ilişkileri düzenlemeye çalıştık.

Firar hazırlığından haberimiz vardı. Kaçış yeniden büyük bir moral kazanmamıza yol açmıştı. Ama arkasından hareketin kurucuları arasında meydana gelen ayrılık haberleri geldi.

 

Bir süre sonra Mahir Ankara'ya geldi. Özellikle asker kanadının yediği darbeden sonra Ankara grubundaki arkadaşlarla oluşturduğumuz imkanlar içinde birlikte olduk.

Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da Ankara’ya gelmişti. Bir ara Cihan’la birlikte Demirel hükümetlerinin ünlü içişleri bakanlarından birinin yeğeninin evinde uzunca süre kaldık.

Ömer’le daha çok Koray ilgilenirdi. Cihan olsun, Ömer olsun, kendilerini Mahir’in kaldığı yere götürmem için bana ısrar ediyorlardı. Ancak hem güvenlik açısından hem de firardan sonra kaçanları yakalamak için yürütülen operasyon nedeniyle ve tutuklamalar sonucunda imkanlarımız iyice daraldığı için buna imkan bulamıyordum. Olanaklarımız giderek daralıyordu. Bu yüzden Sinan Kazım, Hüdai ve Saffet’i Karadeniz'e gönderdik. Bir ara Cihan’ı geçici olarak Altındağ civarında Feyyaz’ın ilişkisindeki bir elektirikçi dükkanının arkasındaki küçük bir bölmede barındırmak zorunda kaldık. Akşam olunca dükkanı işleten arkadaş kepenkleri indirip gidiyor, o da oraya getirdiğimiz bir şiltenin üzerinde yatıyordu. Sonra onu Mahir'in kaldığı yere aktardık.

Cihan’ın Mahir’in yanına geçme isteğinin arkasında Denizler'i kurtarmak için yapılacak bir eylemde Mahir’le birlikte olmak düşüncesi vardı. Ancak ben Denizler'i kurtarmak için yapılacak herhangi bir eylemde Mahir’in bulunmasını doğru bulmuyordum. Yapılması gereken şey ne ise başka bir ekiple yapılabilirdi. Düşündükleri gibi önemli birilerini rehin almış olsalar bile Mahir'in içerde bulunduğu bir yeri havaya uçurmaktan çekinmeyeceklerini söyledim. Ben Mahirler'in yurtdışına çıkmasının doğru olduğunu düşünüyordum. Bunun için imkanlarımız da vardı. Mahir buna hiç yanaşmadı. Daha önce söylemiştim, ben bunu hep bir hata olarak gördüm.

 

Mihri Belli anılarını aktardığı bir kitabında Mahir’in “M. Belli'den ayrılmakla hata ettik” dediğini ifade ediyor. Benim olduğum bir yerde Mahir’in böyle bir şey söylediğini ben duymadım. Ancak bir ara Mahir’in, Koray'la birlikte teksirle çoğaltmakta olduğumuz “Kesintisiz 1” isimli buroşürde yer alan M. Belli ile ilgili bir dip notu "teksirlerden çıkaralım" dediğini hatırlıyorum. Nedenini sorduğumda da o koşullarda artık onunla uğraşmanın bir gereğinin kalmadığını söylemişti.

Bir yandan Denizler'le ilgili dava sürecinin sonunu beklerken bir yandan yapılması düşünülen eylemle ilgili istihbarat toplamaya çalışıyorduk. Bu işin takibini de Koray yürütüyordu. Mart ayının ilk günlerinde Mahir, Cihan ve Ertuğrul'un birlikte kaldığı yerde çıkan bir sorun nedeniyle Bahçelievler'de, 80 yaşlarında, Türkçe bilmeyen bir kadınla 13 yaşlarındaki (Ferdane adında) bir kız çocuğunun kaldığı bir eve geçtiler. Ev sahibi A. Rıza Yurtsever bir geziye çıkmıştı ve yaşlı kadın bizi kabul etmekte bir sakınca görmemişti.

Koray'ın vurulduğu gün akşam eve gittiğimde çok üzgündüler. Evden ayrılırken bana “sakın yakalanma” dedi. Bu onları son görüşüm oldu. Orada kaldıklarını benden başka kimse bilmiyordu. Ertesi gün Selahattin’in kaldığı Selçuk İnanç’ların Keçiören'deki evlerinde kurulan karakolda yakalandım.

 

4-KIZILDERE'YE DOĞRU

Kendilerini bana kontrgerilacı olarak tanıtan sorgucular tarafından sorgulandım. Mahirler'in yerini bildiğime dair daha önce yakalananlardan bilgi almışlardı. Bu yüzden onların yerini söyletmek için işkence yaptılar. Daha sonra Mahirler'in yanlarına çağırdıkları Feyyaz Kurşuncu'dan öğrendiğime göre, benim gidilecek her yeri bildiğimi, en son söyleyeceğim yerin şimdi kaldıkları yer olduğunu söyleyerek Karadeniz'e geçinceye kadar orda kalmaya devam etmişler.

Zaman zaman Mahirler'in kaçışlarına göz yumulduğu ve kaçıştan sonra da sürekli takip altında izlendiklerine dair iddialar ileri sürülür. Sorguda yaşadıklarım nedeniyle bunun doğru olmadığını biliyorum. Sorgum sırasında Mahirler’in Güney’e geçerek oradan kayıkla Kıbrıs'a geçmeyi düşündüklerini söylemiştim. Sanırım bir hayli inandırıcı olmuşum, Antalya kıyılarını kuşatmışlar, o sırada Ankara'daki karışıklıktan kurtulmak için kaçarak Side’de bir pansiyon kiralayan bir arkadaşı (T.Paşaoğlu) yakalayarak “benim referansım” doğrultusunda epey sorgulamışlar. Sonraki günlerde yakalanan kişilerden Karadeniz'e geçtiklerini öğrendiklerinde o dönemde birinci şube müdürü olan İhsan Parlak zincirle ayaklarımdan bağlı olduğum odaya gelerek “hani güneye gideceklerdi” diye üstümde tepinmeye ve ayakkabısının ökçesiyle alnımı hırsla tepiklemeye başladı. Kaçış olayının bir komplo olduğu şeklindeki iddiaları yalanlayan bir hatıra olarak alnımdaki yara izini uzun süre taşımaya devam ettim.

 

Karadeniz'de kuşatılmalarından sonra sorguma son vererek beni Mamak cezaevine gönderdiler. Savcılık sorgumu beklerken cezaevinin arkasındaki bir hücreye koyarak bekletmeye başladılar. Bir ara eli asalı bir general cezaevi müdürüyle birlikte kaldığım hücrenin kapısına geldi ve beni göstererek “bu mu” diye sordu. Sonra “bütün arkadaşlarını öldürdük” dedi. İnanmak istemedim ama, doğru söylediğini hissettim.

Her şeyin bittiğini sandım.

Otuz yıldır onları anmak için katıldığım toplantılarda konuşmamı zorlaştıran aynı şey, o zaman gelip düğümlendi boğazıma.

Ne zaman Ulaş'ı, Koray'ı, Sinan'ı, Sabo'yu, Hüdai'yi… anlatmak istesem, anlatamam.

 

Şimdi sen öldükten sonraki güzelliğindesin

Sırtın denizi yalayan gemi ipleri gibi

Ben doğduğum günkü kadarım

Sense bir ölüm sonrası güzelliğinde

Basarak geçeceğiz yeniden

Yeniden yeniden yeniden

Daha öfkeli

Yenikken bıraktığımız ayak izlerine

 

 

5- SONRASI

Kızıldere katliamı sol açısından bir dönemin sonu oldu; bir dönüm noktası.

Bazen 68 ve 78 kuşakları arasında kıyaslamalar yapılır; 68’in masumiyetinin 78’de olmadığı gibi...

Aslında bir bakıma doğrudur bu. Çünkü, sonraki kuşak, 70'li yılların gençliği, dönüp baktığında Denizler'in idamıydı arkasında gördüğü, Kızıldere'ydi. İster istemez, egemen sınıfların politikalarının Türkiye’yi bir iç savaşa sürüklediği koşullarda o geçmişle bağıntılı olarak şekillendi yeni dönem.

Devrimcileri ölümsüzleştiren kahramanlıkları kadar fikirleridir de. Onları öldürdüler ama daha on yıl geçmeden fikirlerinin yüzbinlerin ellerindeki yumruklu yıldızlarla bayraklaşmasını önleyemediler.

Bu da yüzlerce, binlerce isimsiz kahramanın yer aldığı yeni dönemin, yetmişsekizlilerin hikayesidir.

65-71 yıllarında gelişen devrimci hareketlerin hemen hemen bütün kurucu kadrosunun ortadan kalkması geleneğin bütünlüğünün ve devamlılığının sağlanmasını zorlaştıran bir sonuç doğurdu.

Orduya ilişkin olanı hariç bütün temel görüşleri sürekli değişen D. Perinçek’in PDA’sı (tek tek ayrılan “hainleri” dışında) bütünlüğünü sürdürebilirken, “Münirler'in” “Yusuflar'ın” hayaleti sanki devrimci geleneklerin peşinden hiç ayrılmıyor gibi…

O büyük devrimci geçmişe rağmen, devrimci geleneğin bugün yaşadığı etkisizliğin nedenlerinden biri, belki de cevabı içinde bu şifrede saklıdır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.