Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Yerbilimleri-İnsan-Din


Misafir yersoy

Önerilen İletiler

Yerbilimleri konusu aslında çook geniş kapsamlı ve uçsuz bucaksız dallanan bir konu. Ben sadece jeolojik açıdan bir değerlendirme yaparak arkadaşların farklı konu başlıklar altında uzun uzun tartıştıkları konuların bir bütünlemesini, özetini ve eleştirisini revize etmek adına böyle bir konu düşündüm. Örneğin evrim konusu, örneğin din, Allah vb. konular. Örneğin yer kürenün tarihi gibi. Bir yerbilimci (jeolog) olarak bu konularda elimden geldiğince bilgi vermeye çalışacağım. Ve aynı şekilde eleştirileri ve katkıları değerlendirmek isterim. Amacım geniş bir koun başlığı altında mümkün olduğunca dağılmadan tek bir sonuca kilitlenmek: düşüncelerin aydınlanması.

 

Dini koularda tartışan arkadaşların özellikle levha tektoniği kuramında dile getirilen araştırmaları yabana atmamasını isterim. Hatta diğer ülkelerde son zamanlarda yapılan araştırmalar tartışmalar (takip ettiğim için biliyorum) öyle bir hal aldı ki, bizim bildiklerimiz tartıştıklarımız anlamlarını yitidi maalesef.

 

Amacım evrim "varmı" "yokmu"nun ispatlanması veya polemik yaratmak değil. Aacım Allah'ın varlığını da sorgulamak değil. Bunun sonucunun tam bir fiyasko olacağı zaten baştan belli. Karşıt görüşlerin fikir alış verişi ve bilgiyi paylaşması önemli bence.

 

Şimdilik her hangi özel bir konuyla giriş yapmak istemiyorum. Gelen iletilere göre bu kendiliğinden olacaktır sanırım.

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Yerbilimleri konusu aslında çook geniş kapsamlı ve uçsuz bucaksız dallanan bir konu. Ben sadece jeolojik açıdan bir değerlendirme yaparak arkadaşların farklı konu başlıklar altında uzun uzun tartıştıkları konuların bir bütünlemesini, özetini ve eleştirisini revize etmek adına böyle bir konu düşündüm. Örneğin evrim konusu, örneğin din, Allah vb. konular. Örneğin yer kürenün tarihi gibi. Bir yerbilimci (jeolog) olarak bu konularda elimden geldiğince bilgi vermeye çalışacağım. Ve aynı şekilde eleştirileri ve katkıları değerlendirmek isterim. Amacım geniş bir koun başlığı altında mümkün olduğunca dağılmadan tek bir sonuca kilitlenmek: düşüncelerin aydınlanması.

 

Dini koularda tartışan arkadaşların özellikle levha tektoniği kuramında dile getirilen araştırmaları yabana atmamasını isterim. Hatta diğer ülkelerde son zamanlarda yapılan araştırmalar tartışmalar (takip ettiğim için biliyorum) öyle bir hal aldı ki, bizim bildiklerimiz tartıştıklarımız anlamlarını yitidi maalesef.

 

Amacım evrim "varmı" "yokmu"nun ispatlanması veya polemik yaratmak değil. Aacım Allah'ın varlığını da sorgulamak değil. Bunun sonucunun tam bir fiyasko olacağı zaten baştan belli. Karşıt görüşlerin fikir alış verişi ve bilgiyi paylaşması önemli bence.

 

Şimdilik her hangi özel bir konuyla giriş yapmak istemiyorum. Gelen iletilere göre bu kendiliğinden olacaktır sanırım.

Saygılarımla...

 

tamam.. yabana atılmasın .. buyrun sizden dinleyelim levha tektoniği kuramını..bari takip edin demişsiniz buyrun takibe başladım.. kıtaların ayrılması ve benzeri konuları, buyrun anlatın ve dini konularla bunun ilişiği üzerine sonra görüşelim..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Levha tektoniği kuramına gelmeden önce yerbilimlerinin insan düşüncesi ve tarihindeki yerinin özetlemesi yapılmalı bence. Çünkü levha tektoniği kuramı çook yeni bir kavram ve insanın bu noktaya gelebilmesi için uzun dönemli bir bilgi birikimine ve teknolojiye sahip olması gerekliydi.

 

Konuya ta en başından mitolojiden girelim...

 

Bu arada burada vereceğim bilgilerin (özellikle insan düşünce tarihi ile ilgili olanlar) David Oldrroyd'un "İnsan Düşüncesinde Yerbilimleri" adlı kitabından. TÜBİTAK popüler bilim kitaplarından birisi ve herkese tavsiye ederim. Birazda internetten aldığım bilgiler var. Daha sonra yer kabuğu ve yer içi hakkında ise işim gereği öğrendiğim, araştırdığım ve öğrettiğim konular.

 

Dünya Nedir? Nerededir?

 

Bazı mitlere göre dünya bir hayvanın üzerinde durmaktadır

 

* Hindistan mitolojisine göre fil,

* Moğolistan’da yaban domuzu,

* Kızılderililerde kaplumbağa,

* Japon’lara göre dev örümcek,

* Anadolu’da öküzün boynuzları vb.

 

 

13. yüzyılda bir İslam alimince yazılmış ve Osmanlıların Arapçadan Osmanlıcaya çevirttiği bir kitapta dünyanın tasviri: (remi buraya koyamadım)

Dünya tepsi gibi ve öküzün öküzün üstünde duruyor. Tepsi'nin çevresi Kaf dağları ile çevrili. Öküz bir balığın üstünde, balık ise meleğin üstünde duruyor.

 

Depremler nasıl oluşur?

Bazı mitlere göre depremler tanrılarla ilişkilidir:

* Yunan mitinde Poseidon (Neptün)

* Hawaii inançlarına göre Tanrıça Pele

* Maori efsanesine göre ise, Yer Ana’nın çocuklarından biri olan tanrı Ruaumoko, annesi tarafından beklenirken kaza sonucu yere düşmüş ve yüzüstü toprağa saplanmıştır. O günden beri dünyaya

gömüldüğü şekilde kalmıştır ve belli aralar ile mide gürültüleri, mırıltı ve bağırmalar şeklinde kendi dertlerini anlatmaya çalışmaktadır.

* Eski İskandinav inançlarında depremler, insanüstü varlıklar ile bağdaştırılmıştır.

 

 

Sonuç olarak insanoğlunun o dönemde depremleri (veya benzeri şekilde yanardağları) açıklaması her hangi bir bilgiye sahip olmadıklarının bir sonucu olarak doğa üstü varlıklara (Tanrı ya) bağlanmıştır.

 

 

Düşünce Tarihinde Yerbilimleri:

 

HESİODOS (İÖ 800)

Theogonia’da (tanrıların doğuşu, gelişimlerini yazdığı yapıt) Etna yanardağının küçük etkinliklerini şu şekilde açıklamıştır: Zeus Typhon’u dev bir yanardağın altına gömmüştür ve oradaki homurtuları ile birlikte üstündeki kayaları devirmeye çalışırken depremler olmakta, acımasız çenelerinin arasından kül ve ateş çıkarmaktadır.

 

THALES (İÖ 624-548)

Dünyayı oluşturan temel yapı maddesi sudur. Yeryüzü kocaman bir ada misali okyanus üzerinde yüzmektedir. Yersarsıntıları ise adanın zaman zaman titremesinden kaynaklanır. (Tanrılar yerine doğal nedenler ve sonuçlar aramıştır).

 

ANAKSİMANDROS (İÖ 611-547)Thales’in öğrencisiydi ve onu eleştirmekte öğretilerine karşı çıkmaktaydı: “Peki su neyin üzerinde durmakta?”. “Yeryüzü uzayda diğer bütün nesnelerden eşit uzaklıkta, hiçbir yere bağlı olmadan yüzmektedir. Dünya davul biçimindedir ve diğer yüzünde de insanlar bulunabilir” şeklinde düşünmekteydi.

 

HERAKLEİTOS (İÖ 540-480)

Temel yapı maddesinin ateş olduğunu kabul etmişti. Ancak bu bildiğimiz anlamda ateş değil felsefi bir “ateş”ti. Bir enerji ve dönüşüm sürecin simgesi olarak düşünebiliriz.

 

PYTHAGORAS (İÖ 580-500)

Toprak önce suya sonra havaya sonra ateşe dönüştü. Sonra bu süreç tersine işledi ve ateşten yerküre oluştu.

 

PLATON (EFLATUN İÖ 428-348)

Yerküreyi evrende karşıt güçler dengede tutmaktaydı. Yeryuvarı 12 değişik renkte lekeyle kaplı koca bir toptur. Çukurlardan birinde insan yaşar. Yerkürenin merkezinde Tortorus adı verilen su kütlesi vardır. Su dalgalandıkça ırmaklar akmaktadır. Sicilya’daki lav akıntıları ve çamur akıntıları, yerkürenin karnında ateş ve çamur derelerinin varlığını da gösterir.

 

ARİSTOTALES (İÖ 384-322)

Suyun dolaşımı yağışlar ve buharlaşma arasındaki dengeyle olur. Tortullaşmayı denizin yayılmasını (kara ve deniz arasında ilerleme ve çekilmeyi) düşünmekteydi.

Yerküreyi durağan ve evrenin merkezinde iç içe geçmiş bir dizi kristal küre ile çevrili olarak düşünmekteydi. Gezegenleri yörüngelerinde tutan bu kürelerdi. Yıldızların olduğu dış küre günde 1 kez dönmekteydi.

 

SENECA (İÖ 3 – İS 65) Romalı Stoacı düşünür

Evrenin büyük çekim kuramını önderdi. Evrenin madde içeriği “gerilme” çevrimlerinden geçmişti ve maddenin “gerilimi” arttıkça sırasıyla topraktan suya, havaya, ateşe doğru bir değişim söz konusuydu. Dünyanın artan gerilim evresinde olduğunu ve bu yüzden okyanusların sığlaşarak kuruduğunu sanıyordu. Sonunda her şey çok büyük bir yangında yok olup küllerinden yeni bir dünya ortaya çıkacaktı.

 

ERATOSTHENES (İÖ 275 – 194)

Yerkürenin gerçek büyüklüğünün hesaplanışı: Nil vadisinin adına Syene dedikleri bir yerde, yılın en uzun günüde güneş tam tepede bulunuyordu (güneşin görüntüsü bölgedeki su kuyularında görülebiliyordu). Ancak kuzeyde, İskenderiye’de güneş bir dairenin ellide biri kadar dikeyden sapmış görünüyordu. Kuzey-güney boylam dairesi üzerinde, Syene ile İskenderiye arasındaki yaklaşık uzaklık bilinince, yerkürenin büyüklüğü hesaplanabiliyordu. Bulunan sonuç çağcıl değerin %2 altındadır.

Akdenizi çevreleyen iç bölgelerde deniz kabuklarının varlığını açıklamak için, denizin bir zamanlar su düzeyinin Atlantik yada Karadeniz’inkinden daha yüksek, kocaman bir iç göl olduğu varsayılmıştı. Ama Herkül sütunlarının (Cebelitarık Boğazı) ve İztanbul Boğazı’nın bulunduğu bölgelerde böğetler yıkılıp sular çekilince deniz kabukları iç kesimlerde kalmıştı.

 

 

 

 

Gizemli Üçlülük (Tanrının üç ayrı kişiliğinin tek bir tanrı biçiminde birleşmiş olması, Teslis) öğretisi İS 325 yılında İznik’te toplanan Kilise Meclisi tarafından karara bağlandı ve Hıristiyanlık, Musevilikten, Stoacılıktan, Platonculuktan ve Yeni-Platonculuktan düşünceler özümsedi. Bu dönemde Aristotalesçi düşünce, Hıristiyanlığun yapısına girmemişti ve bu yüzden dünyayı tabak gibi düz sayan kuramı (Tevrat’ta da onaylandığı gibi) benimsendi. Ama bu düşünce hiçbir zaman Hıristiyanlığın resmi öğretisinin bir parçası olmadı.

 

Coğrafya ve yerbilim, Hıristiyanlığın kutsal metinlerini kaleme alanların hiçbir zaman umurunda olmadı ve Roma imparatorluğunun çöküşü izleyen Karanlık Çağlar’da coğrafya bilgisi giderek yozlaştı. Yunan düşünsel kalıtına sahip çıkan Araplar, yer küreye ilişkin konularda önemli katkılar sağladı.

 

İBNİ SİNA(980-1037)

İbni Sina ve İbni Rüşt Aristotales’in yazdıkları üstüne önemli yorumlar yaptı. İbni Sina taşların oluşumu üstüne yazdığı metinde kimyanın öncüsü sayılabilecek bir bakış açısıyla mineral maddelerini tuzlar, kükürtler, metaller ve taşlar olarak sınıfladı.

Dağların oluşum nedenleri konusunda da düşünceleri vardı. Vadiler akan suların yataklarını aşındırmasıyla oyulmaktaydı. Dağlar denizin çekilmesiyle açıkta kalan yapışkan kilin taşlaşmasıyla oluşmuştu. Denizin çekildiğinin kanıtı ise taşların içindeki deniz kabuğu fosilleriydi.

 

 

 

Hıristiyanlar ise doğalcı değildi. 13. YY. dan kalma bir Fransız incilindeki bir resimde evrenin doğrudan doğruya Tanrı’nın (İsa suretinde) elinden çıktığı gösterilmiştir. Tanrı, gökkubbe üstündeki sular ile altta yer alan kara arasındaki sınırı pergel yardımıyla çizmektedir.

 

10.YY da”Günahsız Biraderler” adıyla anılan bir bölük Müslüman taş kırıntılarının okyanus tabanında birikmesiyle okyanusların taştığını ve suların yayıldığı yerlerde yeni malzeme biriktiğini biliyorlardı.

 

13. YY. da İtalyan bilgini Ristoro yıldızların yeryüzündeki suları çekerek içe doğru toplayınca karaların açıkta kaldığını düşünüyordu. Aynı zamanda fosilleri incelemiş ve akan suyun vadiler yaptığını da görmüştü.

 

Hem ”Günahsız Biraderler”in hem de Ristoro’nun sıkıntısı yeni dağların oluşumunu açıklayamamalarıydı. Tek bir çevrim sonunda bütün kara törpülenip deniz yüzeyine göre aşağıda ya da yukarıda kalan bir düzlem durumuna geldiğinde süreç tamamlanacaktı.

 

İbni Sina bu soruna, depremlerle yeniden yükselen karalarla bir yanıt getirmeye çalıştı. Ancak depremlerin sebebi neydi??

 

 

Şimdilik bu kadar,

 

 

Saygılarımla

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Leonardo da Vinci (1452 - 1519)

Deniz kabuklarını kaya içine yerleştiren şeyin Nuh Tufanı olamayacağını savundu. Nehir yatakları amanla alçalırken balıklar çamur içinde gömülü kalmıştı

 

Kircher (1602-1680)

Etna yanardağını gezerek, onun yerkürenin gövdesi içinde var olduğunu düşündüğü yanma odaları ve ateş dolaşımını yeryüzüne bağlayan bir soluk alıp verme deliği (baca) olarak tanımladı. Yerkürenin evrenin merkezinde çakılı olduğunu ve çevresinde hızla dolanan yıldızların ve güneşin etkisi altında olduğunu düşünüyordu. Yerkürenin karnında iki tip kanal vardı. Birisi ateş diğeri su için. Su ile ateşin karşılaşması ve tepkimeye girmesi, depremlere yanardağlara, kaynaklara ve fırtınalara yol açmaktaydı. Ayrıca yerkürenin merkezinde metal ve maden cevherinin oluştuğu yataklar vardı.

 

Descartes (1596 – 1650)

Yerkürenin oluşlumu ve yerkürenin içyapısı hakkında oldukça ilginç görüşlere sahipti. Ona bu süreci 4 ayrı evrede açıkladı. Merkezde ateş parçacıklarının bölgesi bulunmaktadır. Bunun üzerinde yoğun ve ışık geçirmeyen bir bölge bulunmaktadır (Erimiş haldeki maddenin soğumasıyla oluşmuş). Bunun üzerinde düzensiz saçaklı zerreciklerden oluşan bir katman ve bunun üzerinde de esnek su yuvarlarından oluşan bir katman bulunur Okyanusların suyu bu katmandan itibaren oluşmuştur). En üstte ise yerküreyi saran akışkan ve hava küre bulunur.

Descartes’in modelinde ana kabuğun altında su bulunmasını açıklayacak ve dağların oluşumunu açıklayabilecek yanlar bulunuyordu. Bu kuram, sıradan gözlemcilerin görmezden gelemeyeceği okyanusların varlığı ve kutsal kitap geleneğinde bildirilen yer altı sularının varlığıyla uygunluk içindeydi.

 

 

Çağcıl bilim akımı 17. yy da ortaya çıktı. Bu hem kültür yaşamının bir çok noktasını hem de din dünyasını etkiledi. Reform alanındaki gelişmelerle birlikte, Kutsal Kitap’ı sıkı sıkıya yorumlama zorunluluğu üzerinde gittikçe daha sık duruldu. …. Yerkürenin kökeni üstüne Eski Antlaşmada lütfedilen bilgi doğru değilse, belki de kutsal kitapın tümünden kuşku duyulabilirdi. O zaman Protestan inancından geriye ne kalırdı?. İşte bu yüzden 17. yy.da Kutsal Kita’ın söyledikleriyle, yeni bilimin yaydığı düşünceler arasında bir uyum göstermek yolunda ciddi çabalar sarf ediliyordu (sanırım bugün Kurandaki ayetlerin yorumlaması gibi…). Bu çabalardan doğa kaynaklı tanrıbilim (fiziko-teoloji) doğdu. Din ile bilimin birbirleriyle bütünleşmesinin en iyi yolu evrenin, yerkürenin ve yaşayanların bir tasarım ürünü olduğunu göstermekti.

 

Yerküre ile ilgili gözlemlerimizi kutsal kitaplarda anlatılanlarınkiyle bağdaştırmaya çalışalım. Buna en çok fosiller ayakbağı olur. Kutsal Kitap’ın (İncil) yorumuna göre yerküre, Usher’in hesaplamalarıyla da doğrulandığı gibi oldukça genç bir nesne. Olsa olsa 6000 yaşında. Bir tanrısal usta tasarımcı elinden çıkmış. Adem ve Havva döneminde saf ve bozulmamış bir durumdaymış. O zamanlardan bu yana değişikliklere yol açtığı bilinen tek olay Nuh Tufanı’dır.

Fosiller baktığımız zaman kayaların içine gömülü haldeler ve denizden çok uzakta dağların tepesinde bile karşımıza çıkarlar. Hatta bugün yaşayan organizmalara hiç benzemeyebilirler.

 

Yorklu fizikçi Lister (1639–1712) fosili saran malzemenin fosil malzemesi ile aynı olduğunu kanıt göstererek fosillerin eşi benzeri bulunmayan garip taşlardan başka birşey olmadıklarını savundu. Lhwyd (1660–1709) kayalara gömülü fosillerin Nuh Tufanı’nın işi olduğuna inanmakta zorlandı ve olmayacak başka ir öneri ortaya koydu. Deniz kabuklarının kökeninde kısmen Tufan sırasında sularla taşınarak yerjkürenin boşluklarına yerleşen balık yumurtaları olduğunu ve yumurtaların kayaların içinde geliştiğini savundu.

 

Newton’un yerçekimi kuramının büyük çalkantı yarattığı dönemde Woodward, Tufan sırasında bütün taş ve minerallerin “katılığını yitirdiğini” ileri sürdü. Sanki Tanrı, deyim yerindeyse, düğmeye basıp yerçekimini durdurmuştu. Gücü her şeye yeten bir varlık için bunu yapmak zor değildi. İşte o an her şey koca bir sulu çamur çorbasına dönecekti. Tufan sona erdiğinde (Tanrı yerçekimine yeniden izin vermiş olmalı) tortulanmış malzeme çökelirken fosiller gömülü kalacaktı.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

yazınızı okudum.,okurkende büyük keyif aldım inanın.. ancak sonucu tam olarak kavrayamadım.. takdir edersiniz ki,benim asıl ilgilendiğim,daha doğrusu diğer konulardan daha çok ilgilendiğim(kusura bakmayın,biraz maymun iştahlı biri olarak,çok farklı alanlarda çok farklı bilgiler her zaman dikkatimi çeker,ancak fazla konuda oluşan merak,bir alanda tam anlamıyla uzman olmam önünde hep engeldir.. ve bıkıp usanmadan,hayatım boyunca ilgilendiğim tek şey,takdir edersiniz ki dindir) din konularıdır.. ve anlattığınız bütün bu akımlardan da az çok haberi olan bir insanım..benim merak ettiğim nokta,dinler bilim karşısında engelleyici unsur mudur değil midir size göre? dinler,bana göre bilimi teşvik eden bir yapıya sahiptir,en çokta yerküre ve doğa anlamında... ancak şu da bir gerçektir ki, dinleri bire bir uygulayan bir topluluk çok ender görülmekte ve bunların da bilim adına katkısı olup olmadığı bilinmemektedir.. şimdi,en basit haliyle kendimden bir örnek vereyim.. benim inanan bir insan olmam,daha önce beslediğim bir tavşanı(hayvanlara karşı inanılmaz bir sevgim olduğunu ekleyerek),öldükten sonra,acaba neden öldü ya da içi nasıl gibi meraki bir durumla kesmemi engellemedi.. yani eskiden beri veteriner olmak isteyen yanımdan belkide , ölen o hayvanı kesip bütün iç organlarını inceleyebildim..dinim bunun önünde bir engel değildi.. dinim benim doktor olmam önünde de bir engel değildi.. ama öğretim sistemi,yeteneklerim noktasında benim önümde bir engeldi.. fizik,kimya ve matematik alanlarında gerçekten iyi olan bir beyni,sırf tarihten kaldığı için,defalarca fen seçmesine karşın defalarca türkçe-matematik bölümünde okutup,en sonunda türkçe-matematik mezunu edip hayatını hiçte kapasitesinin ya da sevgisinin olmadığı alanda kaybetmek,eveeet dinin değil bir sistemin sonucuydu... kısacası,bir toplumda yeterince bilim adamı çıkmıyorsa,bunun altında kültür sisteminden kaynaklanan,kötü bir eğitim sürecinin bulunuyor olması atlanamaz.. mesela... yakın bir tarihte ,bir din adamı olarak ülkemizi ziyaret eden papa nın,yanlış hatırlamıyorsam 10 un üzerinde dil biliyor olması ile,bizim diyanet başkanımızın 1 ya da en fazla 5 dil biliyor olması,dinlerin sorunu değil,şahısların ya da içinde bulunulan kültürün içinde bulunulan eğitim sistemiyle alakalıdır..

bugün,inanılmaz bir biçimde ,teknoloji anlamında artık akılları zorlayan hızlı gelişim evresinde bile,sadece onları kullanmakta ileri olan bir toplum oluşumuz bile, hiç bir şekilde dinle bağdaşmayacak,dinle alakası olmayan farklı konuların ve sorunların eseridir..

ve yine burdan yola çıkarak, foruma bir sürü görüntüsü aktarılan taliban yönetimi gibi ,adına islam karıştırılmış topluluklar,yine yanlış bir kültür birikiminin yanlış eğitilmiş halkları olarak ,dinin kendisiyle alakası olmayanlardır.. neden islam ülkeleri geri..? hadi bakalım şimdi yeniden?islamdan mı yoksa başka nedenden mi?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

yazınızı okudum.,okurkende büyük keyif aldım inanın.. ancak sonucu tam olarak kavrayamadım.. takdir edersiniz ki,benim asıl ilgilendiğim,daha doğrusu diğer konulardan daha çok ilgilendiğim(kusura bakmayın,biraz maymun iştahlı biri olarak,çok farklı alanlarda çok farklı bilgiler her zaman dikkatimi çeker,ancak fazla konuda oluşan merak,bir alanda tam anlamıyla uzman olmam önünde hep engeldir.. <<<<<<<<<<<<<<<<<<<

 

Özür dilerim sanırım hatalıyım, yazının devam edeceği ile ilgili bir not düşmemişim. Ben Bu başlık altında aslında dini tartışmayı pek istemiyorum Yapmak istediğim, yerbilimlerinin iznsan düşüncesi tarihinde gelişimini aktarmak. Ama yinede, yazacağım şeylerden bir çok cevap bulacağınız kanısındayım. Özellikle yerbilimlerinin gelişimini okursanız (ben elimden geldiğince buraya aktarmaya çalışacağım) dini yargıların yerbilimleri önünde nasıl bir engel teşkil ettiğini tarihsel olarak görebileceksiniz. Yine söylüyorum. Amacım düşünceleri yada inançları yermek değil.

İlginize teşekkürler...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Özür dilerim sanırım hatalıyım, yazının devam edeceği ile ilgili bir not düşmemişim. Ben Bu başlık altında aslında dini tartışmayı pek istemiyorum Yapmak istediğim, yerbilimlerinin iznsan düşüncesi tarihinde gelişimini aktarmak. Ama yinede, yazacağım şeylerden bir çok cevap bulacağınız kanısındayım. Özellikle yerbilimlerinin gelişimini okursanız (ben elimden geldiğince buraya aktarmaya çalışacağım) dini yargıların yerbilimleri önünde nasıl bir engel teşkil ettiğini tarihsel olarak görebileceksiniz. Yine söylüyorum. Amacım düşünceleri yada inançları yermek değil.

İlginize teşekkürler...

Ok.. ben şahsım adına zevkle yazılarınızı okumaya devam edeceğim inşallah... eğer çıkarımlarda,dini yargıların engeline karşın karşıt görüşüm olursa,bunu dini konularda devam ettiririm elimden geldiğince..

Bu arada ben teşekkür ederim...

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Robert Hooke (1635 – 1703)

Fosillerin daha önce yaşamış canlılar olduğunu benimsedi. Ekvator ve kutup bölgelerinin birbirine doğru kaydığını bir devinim olmalıydı ona göre. Böylece, (1) yerkabuğunun herhangi bir yeri zerinde etkin olan kuvvetler yavaş yavaş değişecekti (merkezkaç kuvveti kutuplarda daha düşük olduğu için); (2) yerküreyi saran su “gömleğinin” basık biçiminden dolayı, yüzeyin bir zamanlar kara olan kısımları su altında kalarak tortullaşmaya uğrayacak, diğer alanlar su üstüne çıkarak aşınmaya uğrayacaktı. Fosillerin varlığı bu şekilde açıklanabiliyordu.

 

Hooke, daha ileri gidip kimi türlerin ölerek soylarının tükenirken, bazı türlerin çevre koşullarındaki değişimler nedeniyle ortaya çıkmış olabileceğini (tam olarak açıklayamadan) kurguladı. Hatta fosilleri kullanarak bir “süredizin” çıkarılabileceğini ve içinde şiddetli yıkımların ve değişimlerin (mutasyon) olaylarının geçtiği Zaman Aralıkları’nın belirlenebileceğini öne sürdü. Fosillerin araştırılarak yerkürenin tarihine ulaşılabileceğini öngörmekteydi. Ancak, Kutsal Kitap’a kelimesi kelimesine uyarak yaşadığı için vakit darlığı içindeydi ve araziye gidip gözlem yapacak vakti bulamadı.

 

Hooke'nin bahsettiği "süredizin" aslında bizim bildiğimiz jeolojik zaman çizelgesine karşılık gelmekte. Kendisi, belki de farkında olmadan evrim adına düşüncelerde bulunmuş. Ancak belki bunu o dönemde düşünememiş olması kendi iyiliği açısından iyi olabilir. Zira başına neler gelebileceğini bir düşünün...

 

Steno (1608 – 1686)

 

Taş kırıntıları suların dibinde tortullaşmakta oluğunu ve ilk başta birikim ortamının yüzeyine koşut ve yatay olarak istiflendiğini öne sürdü. Bir tortul kaya tabakasındaki kırıntıların tümü aynı nitelikte ve tane inceliğinde ise bu kayalar yaratılış sırasında, her şeyin suyla örtülü olduğu ortamda çökelmişti. Eğer bir tabaka başka tabakalardan kırıntılar yada fosiller içeriyorsa, bu tabaka ilk yaratılış sırasında oluşmuş olmazdı. Tabakalar yatay olarak birikmekte, yeraltındaki ani gaz boşalımları nedeniyle (Descartes’in düşüncesindeki gibi) oluşan çöküntü sonucu eğilebilmekteydi (Gözlemlediği eğik tabakaları bu şekilde açıklamıştı).

Steno'un düşüncesi bugün jeolojideki stratigrafi dalının en belli başlı ilkelerinden birisini oluşturur (süperpozisyon kuralı: tortul kayalar yatay olarak çökelir. Altta bulunan kaya istifi daha yaşlıdır).

 

Steonun’da zaman ölçeği çok kısıtlıydı. Kutsal Kitap’ın zaman çerçevesine sınırlandırılmıştı (yaratıştan o güne ~6000 yıl). Bu zaman içinde iki büyük tortullaşma evresi olmuştu ona göre: birisi yaratılış sırasında, diğer Nuh Tufanı sırasında.

 

Hooke ve Steo’nun düşünceleri teoride kaldı ve düşüncelerinin arkasını getiremediler. Buna engel olan şey yerküre kavramını geliştirmede Kutsal Kitap’a bağlı olmalarıydı. Yerbilimlerine çok übyük katkıda bulunalarının yanında, gerçek anlamda tarihsel yerbilimin ortaya çıkması daha çok arazi çalışmaları yapılmasını bekleyerek 18. yy sonuna kadar gelişmedi.

 

Lavoisier (~ 1776, Fransa)

Derindeniz tortullaşması (çamurtaşlarının birikimi) ile derinliği daha az, kıyı boylarında gelişen tortullaşmasının (kumtaşları ve çakıllı tortullar) arasındaki farkı görmüştü ve bunun üst üste gelebileceğini saptamıştı. Bütün bunlar denizin ilerlemesi ve çekilmesi düşüncesini aklına getirdi. Bu yüzden haritasına işlediği kayaların (ilk jeolojik anlamda yapılan haritalamalar, Fransa’da bu döneme karşılık gelir), bu şekilde görünmelerine yol açan olayların tarihsel sırası üzerine düşünmeye başladı. Düşüncelerini ve haritalarını açıklamak amacıyla genel kesitler çizdi.

 

Lehmann (1719 – 1767)

Kayaları üç şekilde incelemişti:

1. Damarlı dağlar (yerkürenin en başta yaratılmış olanları)

2. Tabakalı dağlar (Nuh Tufa’nından sonra her şey silinip süpürülmüş ve çukur alanlarda tortullaşmala ve tabakalanmalar gerçekleşmişti)

3. Yanardağlar (beklenmedik olaylara bağlanmaktaydı)

Lehman, Thuringia’nın Ilfeld ve Mansfeld arasında kalan bölgede tabakalanmış kayaların belli bir sıraya göre dizilişini görmüş ve bu ardışımı çizerek bir kesitte göstermişti. 30 ayrı kaya birimi belirlemiş ve işlemişti. Hatta bazılarının arasındaki sınır düzensiz çizilmişti (ki Mesozoyik – Paleozoyik sınırına karşılık gelmekteydi: aşınma düzlemi)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Düşünen ve düşündüklerini geliştiren ve böylece gelişen ve gelişen bir varlık olan insanlık, üzerinde yaşadığı ortamı sorgulamış, yer yüzünün ne olduğunu, bunu oluşturan kuvvetleri merak etmiş, gözlem yapmış ve elde ettiği verilerle elde olan bilgi birikimini tekrar tekrar geliştirmiş ve yukarıda özetlediğimiz sonuçlara uşlaşmıştır. Aslında daha bir sürü kişi ve örüş var yukarıda özetlediklerimin dışında. Bunları koymamın sebebi, kronolojik açıdan insan düşüncesinde yerbilimleri nasılda emekleyerek bu günlere geldiğinin bir örneği olmasıydı.

 

19. yy'a gelindiğinde mineraller, fosiller, kayalar, madenler, kimya hakkında bir çok bilgiye erişmiştik. Ancak bir çok şey bilsek de yeryuvarı ve onun içi hakkında hiç bir sağlıklı düşünce gelişmemişti.

 

Şimdi biraz da levha tektoniği kuramının nasıl ortaya çıktığını yine kronolojik bir sırayla özetlemeye çalışalım...

 

Levha Tektoniği kuramı 20. yy başlarında ortaya atılan kıtaların sürüklenmesi kavramından ortaya çıkmıştı.

 

Alfred Wegener (1912), kıtasal sürüklenme teorisini ortaya atmıştır.

Buna göre,

- Kıtalar, yerin daha iç kısımında yer alan daha yoğun bir malzeme üzerinde yüzer

- Kıtalar periyodik olarak parçalanmakta ve ayrılmaktadır.

 

Peki bunun verileri nelerdi?

1. Kıta sınırları birbirlerine uymaktaydı.

resim1im2.jpg

 

2. Benzer kaya grupları, kıtaların yapboz gibi birarya getirilmesi ile birbirlernin devamı şeklinde görülüyordu

http://img137.imageshack.us/img137/8259/resim2ia9.jpg

resim3tf6.jpg

 

3. Wegener daha çok fosil gruplarınının oluşturduğu verileri kullandı. 5 kıtadaki fosillerin yayılımları, bu kıtalar yapboz biçiminde birleştirildiğinde tam bir bütünlük sağlıyordu. Hatta bu hayvanları yaşamları boyunca göz ettiği yayıldıkları yerleri bile izleyebilirsiniz...

resim4km5.jpg

 

4. Eski iklim verileri de bir araya getirildiğinde yine bir bütünlük sağlamakta, kıtalar bir arada bulunduğunda ilk büyük kıtanın "Pangeanın" güney kutbuna yakın bir yerde bulunduğu ortaya çıkıyor...

resim5uy8.jpg

 

 

resim6xq9.jpg

 

Wegener levha tektoniğini öne sürmesine rağmen bu görüş kabul görmedi. Çünkü "Kıtalar nasıl sürükleniyor??" du.

Bunu açıklayacak bir mekanizma? öne sürememişti...

 

Hess 1960?larda (II.dünya savaşı teknolojisiyle) ses yansımalarıyla okyanusların dibinde 3000m yükseklikte ve 2000 m genişlikteki Okyanus ortası sırtlarını haritaladı.

 

10.000 m derinlikteki derin denizel hendekler (mesela dünyanın en derin noktası Marianna çukuru) geniş kıtasal dağ kuşaklarıyla ve ada yaylarıyla birliktelik sunmaktaydı. Bunun bir nedeni olmalıydı...

Alttaki şekilde okyanus ortası sırtlarının dağılımını görmektesiniz. Bu zonlar tüm okyanusu baştan başa kateden dar ve uzun şeritlerdi. Okyanus tabanı düz bir biçimde devam ederken bu sıradağşlar Neden ve Nasıl oluşmuşlardı? Ayrıca bu uzun ve dar şeritlerin merkezlerinde çöküntü alanları bulunmaktaydı...

Ayrıca bu zonlar boyunca iilginç olaylar meydana gelmekteydi. yüksek sıcaklık, denizaltı volkanik faaliyetleri ve yoğun bir sismik aktivite sözkonusuydu.

resim7si0.jpg

 

 

Ayrıca bazı kıta kenarlarında (aktif kıta kenarları diyeceğimiz) hem çok derin deniz hendekleri, hem yoğun sizmik aktivite hem de kıtaların hemen kenarında bir şerit olarak izlenebilen volkanik aktivite sözkonusuydu.

Aşağğıdaki resimde sismik aktiviteyi görmektesiniz. Dikkat ederseniz Pasifik okyanusu çevresi boyunca depremlerin derinliği okyanus tarafından kıta tarafına doğru artmakta. Bunun bir nedeni olmalıydı...

resim8sa3.jpg

 

Aynı şekilde Pasifik okyanusu çevresinde "ateş çemberi" olarak isimlendirilen yanardağlarla simgelenen bir kuşak yer alıyor. Mesela And dağları işte bu zonun içinde yer almaktadır ve tamamen volkanlardan oluşur. Japonya daki aktif yanardağlar da buna dahildir...

resim9te7.jpg

 

Günümüzün son teknolojilerinden birisi olan GPS teknolojisi kullanıldığında tüm yer kabuğunun durağan değil hareketli olduğu görüldü. Alttaki şekilde de göreceğiniz gibi, okyanus sırtları boyunca kabuk, sırtın bir tarafında bir yere, diğer tarafında diğer yönde doğru hareket halindedir. Bu ne anlama geliyor? Hess tarafından haritalanan Okyanus Ortası Sırtlar boyunca okyanus kabuğu ikiye ayrılmakta ve birbirinden uzaklaşmaktadır. İşte bu gibi ortamlara uzaklaşan plaka (levha) sınırları adı verilir.

 

resim10eh7.jpg

 

Benzer ortamlara karalar üzerinde de rastlamak mümkün. En güzel örneğini Doğu Afrika Rift'i oluşturur. Dikkatlice bakılırsa, Doğu Afrika Rİftİ boyunca Kızıl Deniz açılmakta, Arap levhası kuzeye doğru sürüklenmektedir. Peki biliyormusunuz kuzaey Anadolu Fayı ve bu fay boyunca meydana gelen depremlerin ana sebebi bu??

 

resim11ye5.jpg

 

 

Şimdilik bu kadar...

Devam edecektir....

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Gördüğünüz gibi yeryüzünün bellirli yerleri boyunca, yerkabuğu yarılmakta, ayrılmakta ve birbirinden uzaklaşmaktadır. Bu tip ortamlar genelde okyanusların dibinde takip edilebildiği gibi, bazı karasal ortamlarda da izlenir. Bu tip ortamlar aynı zamanda Levha Sınırları'nın bir türünü oluşturur ve uzaklaşan levha sınırları olarak ismlenir.

 

Peki bu levhalar birbirinden uzaklaşırken arada kalan bölgede neler oluyor? Şimdi biraz da ona bakalım ve magmatik olaylara giriş yapalım. ve buradan itibaren yeni okyanuslar oluşturalım:

 

Aşağıda izlediğiniz şematik gösterim aslında, yukarda okyanus ortası sırtlar olarak tanımladığımız bölgelerin 3 boyutlu bir gösterimi. Hani demiştik ya, bu dar ve uzun şeritler halinde uzanan sırtlar, deniz tabanında sıradağlar oluştrumakta ve ortaları aynı zamanda birer çöküntü yerleri diye...

 

Dikkat ederseniz yayılma merkezi (spreading center) olarak isimlendirilen yer sırtların merkezdeki ekseni. Burada, yeryuvarının daha derinlerinden gelen malzeme yer kabuğunu kırcak ve iki yana itecek şekilde yukarı ilerlemekte. Zaten oldukça yüksek sıcaklığa sahip ve henüz katı haldeki bu malzeme, üzerindeki yük kalktığında basıncın düşmesine bağlı olarak erimekte ve magma adını verdiğimiz kaya eriyiklerini oluşturmakta. İki yana doğru açılan bu yırtuk boyunca yerleşen magma, sırın her iki tarafına eklenmekte ve aynı hareketin sürekli tekrar etmesiyle sırttan uzaklaşmaktadır. Bu magmanın kimyasal bileşimine göre soğuduğunda oluşacak kaya tipi derinlerde Gabro, yüzeye yakın yerlerde ise bazaltdır. İşte size yeni bir okyanus kabuğu gencecik ve taptaze, ancak sırttan uzaklaştıkça yaşlanacak ve soğuyacak böylece yoğunluğu da artacaktır. Bu yeni üretilen levhalara okyanusal levha adı verilir ve kimyasal bileşimleri bazalt kayalarına benzer. Üzerinde ise incecik bir derin deniz tortularından oluşan bir örtü var. Öyleyse biz okyanus tabanlarındaki kayaların yaşlarını ölçersek eğer, sırttan uzaklaştıkça yaşlı kayaları, sırta yaklaştıkça genç kayaları bulacağız. okyanusun yaklaşık yaşını bulmak için, okyanus sırtından en uzaktaki kayaların yaşını ölçmek yeterlidir. Takip eden şekilde, okyanusal levhaların yaşlarını görmektesiniz.

 

resim12zf7.jpg

 

resim13ew0.jpg

 

Peki levhaları birbirinden uzaklaştıran güç ne? Yeni kabuk oluşmasını sağlayan mekanik ne? Alttaki şematik gösterim bunu kolayca açıklamakta. Daha da ayrıntıya girerek sıkmaya gerek yok sanırım... Bu arada levhaların birbirinden ayrılma hızları (GPS ölçümlerinden de görüleceği gibi) 2 - 17 cm/yıl arasında değişmekte...

 

resim14hu3.jpg

 

Pei şimdi, yeryüzünün alanının sabit olduğunu düşünürsek, sürekli yeni "yeryüzü" üreitliyorsa bu fazlalık nasıl dengelenecek??

 

Daha önceki bölümlerde "aktif kıta kenarları" olarak tanımladığımız bölgelere bakalım. Örneğin Pasifik okyanusunu çevreleyen "ateş çemberi"ne. Burada karalarla levhalar arasındaki sınırlar boyunca çok derin denizel çukurlar olduğunu söylemiştik. Örneğin yaklaşık 11 km lik Mariana çukuru. Bu bölgeler aynı zamanda sürekli depremlere maruz kalan yani sismik yönden aktif alanlar... Ve depremlerin meydana geldiği derinlikler, okyanus tarafından kıtaya doğru derinleşmekte. Aşağıdaki şekil yardımıyla bu bölgelerdeki levha hareketlerini anlamaya çalışalım:

 

resim15nc7.jpg

 

Gördüğünüz gibi, Pasifik okyanusu boyunca, oluşan okyanusal levha kıtasal levhalar ile çarpışmakta, okyanusal levhanın yoğunluğunun kıtasal olana göre daha fazla olması nedeniyle kıta altına gömülmekte ve "yitmekte"dir. Bu gibi ortamlar "yitim zonları" (subduction zones) olarak isimlendirilir).

Yiten levha, derinlerde tekrar eriyerek yeryüzüne magma göndermektedir. Oluşan magmtik aktivite kıta kenarlarında aktif yanardağlardan oluşan sıradağlar meydana getirmektedir: Örneğin And Dağları. İşte ateş çemberinin oluşmasının nedeni...

Ve dikkat ederseniz iki levha arasındaki sürtünme yerleri, (yani deprem oluşturan bölgeler) okyanustan kıtaya doğru derine gitmektedir. İşte daha önce gördüğümüz depremlerin derinliklerinin değişimi: okyanus tarafında sığ (shallow) kıta tarafında derin (deep).

 

Yitme zonları sadece kıtasal ve okyanusal levhaların karşı karşıya gelmesiyle oluşmaz. İki okyanusal levha da çarpışarak bu zonları oluşturabilir. Aşağıdaki resimde Japon adalarının nasıl oluştuğunu görmektesiniz. Bu adalar yitme zonları üzerinde meydana gelen volkanik aktivitelerle oluşan "volkanik ada yayları" dır ve sismik yönden oldukça aktiftir. Bu yüzden Japonya da çok deprem olur. Ayrıca şekilde Mariana çukrurunun nasıl oluturğunu da daha iyi görebilmektesiniz:

 

http://img85.imageshack.us/img85/6425/resim16sr2.jpg

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Yitme zonları olarak isimlendirdiğmiz kuşaklar aslında levha sınırlarının diğer bir çeşididir ve "yaklaşan levha sınırları" olarak isimlendirilir. Şimdi hayal edelim: Bir yitme zonu boyunca okyanusal levha yitmekte ve bir kıta diğer bir kıtaya yaklaşmakta. Okyanus belirli bir zamansonra kapanacaktır. İki kıta karşı karşıya geldiğine ne olacak peki? Bu tip ortamlar da yaklaşan levha sınırlarının diğer bir türüdür. İki kıtasal levha çarpıştığında birisi diğerinin altına dalamaz ve dalma batma zonu (yitme zonu) oluşturamaz. Çünkü düşük yoğunluklu kayalardan oluştuğu için mantonun derinliklerine izostatik açıdan giremez. Öyleyse tam anlamıyla bir çarpışma ve bir yükselme yani "dağoluşum" meydana gelir. Bu dağlar, okyanusun kapandığı eski yitimzonuna koşut olarak dizilmiş sıradağlardır. Ve çok yüksek şekiller oluştururlar. Örneğin dünyanın zirvesini (Everest) içeren Himalayalar:

 

resim17lj1.jpg

 

Bildiğiniz gibi ülkemiz de Alp-Himalaya dağ kuşağının içinde yer almaktadır. Peki bu dağ kuşağı nasıl oluştu? Tabii ki kıtasal levhaların çarpışmasıyla. Peki bu çarpışmadan önce arada ne vardı? Eski bir okyanus: Tetis okyanusunun çeşitli kolları. Bu okyanusa ait kalıntıları (o okyanusal levhanın kalıntı kayalarını) bu kuşak boyunca bulabilmekteyiz. İzmir-Ankara-Erzincan kenet kuşağı boyunca bazı tür kayalar işte o eski okyanusun tabanıydılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu bölümde biraz da depremlerin ne olduğuna bakalım (insanoğlunun yüzyıllar boyu olmadık açıklamalarla açıklamaya çalıştığı doğal olaylara)...

 

Depremler aslında hepimizin Kuzey Anadolu Fay hattı boyunca meydana gelen sarsıntılar sayesinde az çok bildiğimiz doğal olaylar. Kısaca tanımlamak gerekirse, rijit davranan (kırılgan) kayalar içinde biriken enerjinin kırılma olayı ile serbest kalmasından ortaya çıkan salınımların oluşturduğu yer sarsıntıları dır. Bu bölümde depremleri meydana getiren olayları irdeleyelim...

Depremlerin meydana geldiğ düzeyler aslında iki bloğun birbirine göre hareket ettiği sınırlardır ki bu sınırlara fay adı verilir. Fay zonları boyunca iki kaya bloğu kırılır ve değişik yönde hareket eder...

Daha önceki bölümlerde levha hareketlerinin birbirine yaklaşan ya da uzaklaşan sınırlara ship olduğunu öğrendik. Aslında üçüncü bir levha sınırı "transform" hareketlerin gerçekleştiği levha sınırlarıdır. Bunu şu şekilde düşünebiliriz: (1) İki levha birbirinden ayrılır, (2) İki levha birbirine yaklaşır ve yitme zonları yada çarpışma kuşakları meydana gelir; (3) iki levha birbiri yanında hareket eder... Birinci örnekte sıkışma kuvvetleri, ikinci örnekte açılma (gerilme) kuvvetleri

ve üçüncü örnekte makaslama kuvvetleri etkindir:

Alttaki şekilde temel olarak üç tür fay görmektesiniz. Bunlardan ilki ilksel halde faylanmamış bir bloğun (unfoulted) görüntüsü. Eğer biz bu bloğu her iki tarafından çekersek normal fay (normal fault) oluştururuz. Ele alınan kabuk parçası boyca uzayacak ancak kalınlık bakımındna incelecektir. Ülkemizde buna en güzel örnekleri Ege bölgesinde bulabiliriz (Mansa fayı, Efs fayı gibi). Bu gibi faylarda iki bloktan birisi yükselirkern diğeri alçalır ve ovaları olşturur. Bu alanlarda, yağmurların (erozyonun) etkisiyle yükselen blokta aşınan malzeme birikir.

resim19bf8.jpg

 

Eğer bu blok iki yönde sıkıştırılacak olursa kabuk zayıf bir yerinden kırılarak "ters fay" ((reverse fault) boyunca, bloklardan birisi diğerinin üzerine itilecektir. Ele alınan kabuk boyca kısalacak kalınlık bakımından daha da kalınlaşacktır. Eğer oluşan fayın eğimi düşükse bindirme fayları (thrust fault) oluşacaktır. Ülkemizde bunun en güzel örneği Doğu Anadolu da görülmektedir (Bitlis-Zagros kenet kuşağı boyunca).

 

Bir kıtasal bloğu itmek yada çekmek yerine makaslama kuvvetlerinin etkisi altında bırakırsanız (en alttaki iki şekil) kabuk dik bir fay zonu boyunca kırılacak ve bloklar farklı yerlere doğru itilecektir. Bu tür zonlar boyunca doğrultu atımlı faylar dediğimiz faylar oluşur. Fay zonu boyunca yanal bir hareket sözkonusudur. Ülkemizdeki en güzel örneği Kuzey Anadolu Fay zonudur.

 

İşte bu gibi kırık zonları boyunca meydana gelen kırılmalar sonucu oluşan sarsıntılar deprem olarak isimlendirilmektedir. Öyleyse depremler kabuğun hareketli ksımlarında, dağların ya da çöküntü ovaların oluştuğu bölgelerde meydana gelmelidir. Makaslama zonları boyunca gelişen doğrultu atımlı faylar ise önemli bir yükselmeye neden olmaz. En fazla yükselme normal faylarda görülür. Ancak yüksek dağ kuşaklarının oluşumu sıkıştırma kuvvetlerinin etkisiyle meydana gelir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Yitme zonları sadece kıtasal ve okyanusal levhaların karşı karşıya gelmesiyle oluşmaz. İki okyanusal levha da çarpışarak bu zonları oluşturabilir. Aşağıdaki resimde Japon adalarının nasıl oluştuğunu görmektesiniz. Bu adalar yitme zonları üzerinde meydana gelen volkanik aktivitelerle oluşan "volkanik ada yayları" dır ve sismik yönden oldukça aktiftir. Bu yüzden Japonya da çok deprem olur. Ayrıca şekilde Mariana çukrurunun nasıl oluturğunu da daha iyi görebilmektesiniz:

 

http://img85.imageshack.us/img85/6425/resim16sr2.jpg

 

bu konu da cok önceden bir haber ilismisdi gözüme, sakliyordum... belki ilginizi ceker diye buraya yazmak

 

istedim..

 

Japonya'da depreme erken uyarı!

Japonya deprem erken uyarı sistemini devreye soktu. Sistem, 3.5 ve üstü büyüklükteki bir depremin ilk

 

sismik dalgalarını

 

tespit eder etmez alarm verecek.

 

Tokyo, 1 Ağustos 2006

 

Japonya'daki erken uyarı sisteminden yararlanmak için şimdiye kadar aralarında demiryolları, inşaat

 

firmaları ve bir tıp

 

kurumunun da bulunduğu 41 kuruluş başvuruda bulundu. Sistemden yararlananlar ayda 100 bin yen yani,

 

yaklaşık 1.300 YTL

 

abonelik ücreti ödeyecek. Sistem den yararlanacak kuruluşlar, depremden 10 ila 30 saniye önce haberdar

 

ve beklenen sarsıntının şiddeti konusunda bilgi sahibi olacak.

 

Saygilar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

bu konu da cok önceden bir haber ilismisdi gözüme, sakliyordum... belki ilginizi ceker diye buraya yazmak

 

istedim..

 

Japonya'da depreme erken uyarı!

Japonya deprem erken uyarı sistemini devreye soktu. Sistem, 3.5 ve üstü büyüklükteki bir depremin ilk

 

sismik dalgalarını

 

tespit eder etmez alarm verecek.

 

Tokyo, 1 Ağustos 2006

 

Japonya'daki erken uyarı sisteminden yararlanmak için şimdiye kadar aralarında demiryolları, inşaat

 

firmaları ve bir tıp

 

kurumunun da bulunduğu 41 kuruluş başvuruda bulundu. Sistemden yararlananlar ayda 100 bin yen yani,

 

yaklaşık 1.300 YTL

 

abonelik ücreti ödeyecek. Sistem den yararlanacak kuruluşlar, depremden 10 ila 30 saniye önce haberdar

 

ve beklenen sarsıntının şiddeti konusunda bilgi sahibi olacak.

 

Saygilar

 

Katkınız için teşekkürler. Ancak depremin önceden tespit edilebilirliği gerçekten çok ayrı bir tartışma konusu. Bu konuda bir çok çalışma yapılıyor.

Doğru ya da yanlış birçok haber de yayılıyor. Ayrıntılı olarak ayrıca incelenmesi gereken bir konu.

Teşekkürler...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Dünyanın iç yapısına bakalım biraz, ve levha tektoniği kuramını daha iyi anlamaya çalışalım...

 

Dünyanın çeşitli katmanlardan oluştuğunu hepimiz biliriz. Ancak bu konuda yanlış bilgiler de mevcut: Örneğin katı haldeki karaların, sıvı haldeki manto üzerinde yüzüyor olması gibi. Öncelikle, Yeryuvarının tek sıvı haldeki bölümü (bunu jeofizik veriler sayesinde biliyoruz) dış çekirdektir. Ve dış çekirdeğin levha tektoniği ile her hangibi ilgisi yoktur. Yani levhaların üzerinde hareket ettikleri kısım aslında katıdır. Ancak katı terimi de çok doğru bir terim değil. Katı olmasına karşın sünümlü davranan yani "kırılmak" yerine "akan" bir katmandır. Tıpkı bir hamur gibi. Dış çekirdeğin üzerini saran bu katman mezosfer ve astenosferdir ve daha çok alt mantoyu kapsar. İkinci olarak, levha tektoniği kuramındaki "levha" terimi sadece yerkabuğunu kapsamaz, aynı zamanda mantonun üst kısmını da kapsar.

 

Daha anlaşılır olması için şu şekilde düşünelim:

Yeryuvarını iki biçimde inceleyelim: Fiziksel ve kimyasal özelliklerine göre:

Fiziksel özelliklerine göre, İç çekirdek (katı), dış çekirdek (sıvı); mezosfer (katı ve sünümlü); astenosfer (katı ve sünümlü); litosfer (katı ve kırılgan).

Kimyasal özelliklerine göre: DIş ve iç çekirdek (Fe ve Ni gibi ağır metallerin yoğunlaştığı); Alt ve üst manto (Mg, Fe, Ni, Ca gibi elementlerin olşturduğu silikat bileşimli koyu renkli ve yüksek yoğunluklu kayalar); kabuk (Al, Na, K gibi elementlerin silikatlarını içeren düşük yoğunluklu ve açık renkli kayalar).

 

İşte levha (plate) dediğimiz katman aslında litosfer (lithosphere) olup kabuk (crust) ve üst mantoyu (mantle) da içine alır ve alt manto (astenosfer) üzerinde hareket eder.

 

Alttaki şekilde daha rahat görebiliriz:

 

resim20ew9.jpg

 

Peki yer yuvarı bu halini, uzun jeolojik zaman boyunca (4,5 milyar yıl) nasıl kazandı? Yani farklı kimyasal bileşime nasıl sahip oldu ve neden farklı fiziksel özelliklere sahip. Bunların dışında diğer katmanlar olan suyuvarı (hidrosfer) ve atmosfer nasıl oluştu? Bunlarada da bakacaz :)

 

Şimdi de şu konularda ilginç bilgiler vermek isterim:

 

bir kayanın yaşı nasıl hesaplanır?

Hesaplanan yaşlar yardımıyla yer kabuğunun hareketleri nasıl belirlenir?

Buradan hareketle kabuk, manto gibi katmanların jeolojik zaman süreci içinde gelişen evrimleri aydınlatılabilir mi?

Tüm bunlar kullanılarak yer yuvarının bugünkü şeklini nasıl aldığı ortaya koyulabilir mi?

 

Bu konular genellikle kimya ve jeokimya dallarıyla ilişkilidir ve uzun bir konu olduğu için bir kaç bölüm de sürebilir...

 

Önce kısa bir kitabi bilgi:

Yerkürenin uzun zamanlar boyunca gelişen evrimini (evrim lafına karşı çıkmasın da bazı kesimler) araştırmada temel olarak kullanılan iki yöntem jeokronoloji ve jeokimyadır. Her iki dalda yaygın olarak kullanılan en önemli araç ise izotoplardır. İzotoplar, bir elementin atom numarası aynı (aynı proton sayısında) ancak atomik kütlesi farklı olan (farklı nötron sayıları) atomlardır. Bu nedenle aynı kimyasal özelliklere sahiptirler ancak fiziksel olarak farklıdırlar...

 

Jeokronolojide (kayaların yaşlandırılması mesela) duraylı izotoplar, jeokimyada ise hem duraylı hem duraysız izotoplar yaygın olarak kullanılabilir...

 

Bir kayanın yaşı nasıl bulunur?

 

Duraysız izotoplar doğal radyoaktivite sonuc oluşan izotoplardır. Bunların belirli bir ömürleri vardır. Radyoaktif izotopların yarı ömürleri (orjinal miktarın yarıya inmesi için gereken zaman) bir kaç saniyeden milyarlarca yıla kadar değişebilir. Yerkürenin evriminde kullanılan yaygın izotoplar bu nedenle uzun yarılanma süresine sahip olanlardır. Mesela K-Ar; Rb-Sr; Sm-Nd vb.

Basit bir denklem ile bir miktar radyoaktif izotopun zamanla azalması ve ortaya çıkan ürün izotop miktarı belirlenebilir... (radyoaktif bozunma hızı = bozunma sabiti x radyoaktif izotopun t zamandaki miktarı)

Yine basit matematiksel işlemler ile aradığımız zaman miktarını, bu izotop çiftlerinin oranları sayesinde bulabiliriz...

Son denklem : t = 1/k ln (1+D/M)

Burada t: geçen süre; k: bozunma sabiti; D: bozunma ile üretilen radyojenik (doughter) izotop miktarı; M: ilk andaki radyoaktif izotop oranı.

 

 

Meteorik yerküre :

 

Yerkürenin meteoritlerle aynı zamanda oluştuğu kabul edilir. Bu varsayım ilk olarak bazı tür sedimanter kayalarda Pb izotopları bileşminin, meteoritlerle elde edilen 4.55 milyar yaşlı izokron üzerine düştüğünün gözlemlenmesi ile anlaşılmış...

 

 

Şimdi bir örnek verelim:

3 tip kaya türünden (magmatik, metamorfik ve tortul) en kolay yaşlandırılanı magmatik olanlardır. Bir erimiş haldeki kayalar yani lavlar yeryüzüne ulaştığında soğumaya başlar. Bir magma soğuduğunda, içinde erimiş halde bulunan fazlar sırayla kristalleşerek mineralleri oluşturur. Örneğin granitik bir magma soğudukça biyotit-amfibol-plajiyoklas-ortoklas ve kuvars kristalleşir. Jeokronolojideki en temel varsayımlardan birisi de bir mineral kristalleştiğinde kapalı bir sistem oluşturduğudur. Yani bir mineral katı hale geçtiğinde içerisine sadece belli bir miktarda radyoaktif izotop (M) alacaktır. Sistem kapandıktan sonra, yani mineral kristalleştikten sonra sisteme ne M ne de D girebilir ya da çıkabilir. Bu varsayımlar çok nadir gerçekleştiği için değişik düzeltmelere ihtiyaç vardır.

 

Yaygın olarak kullanılan yöntemlerden birisi Rb-Sr sistemidir. Rb içindeki (87Rb) atomları radyoaktif bozunma yoluyla zamanla (87Sr) atomlarına dönüşür. Bir magma katılaşırken, magmada çok az miktarlarda bulunan Rb ve Sr, atom yarıçapları ve yüklerinin benzer olması nedeniyle, K ve Ca içeren minerallerde, bu iki elementin yerini alır.

 

Magmatik kütlenin farklı yerlerinden aldığımız örneklerin analizlerinden elde edilen bu elementlerin oranlarını yukarda bahsettiğimiz denklemde yerine koyduğumuzda t (zaman) değişkenini oldukça şaşırtıcı doğrulukta bulabilmekteyiz.

 

“Doğru olduğunu nereden biliyorsun sen oradamıydın 240 Milyon yıl önce” diye sorarsanız, bunun yanıtı yine doğada saklı. Farklı yöntemlerle sağlama yapabilirsiniz. Hata bunu sahadan topladığınız jeolojik verile bile destekleyebilirsiniz… Haa “peki bilim hata yapamaz mı?” tabii ki yapar. Yapmak zorundadır da. İşte asıl mesele, asıl bilim bu hatayı ortaya koymak. Yoksa bu kadar ilerleyemezdi…

 

Oysa doğa bize öyle şeyle anlatmaktadır ki; yeter ki okumayı bilelim.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Diyelim ki şehirler arasında bir yolculuk yapmaktasınız ve otobüsün camına kafanızı dayayıp farklı düşüncelere dalmışken dışarıyı izler ve bazı yolların açııldığı geiş yarmalarda kimi zaman kayaların oluşturduğu katmanların kimi zaman yatay kimi zaman eğimli ve hatta dik kimi zaman da kıvrımlanmış şekillerde olduğunu görürdünüz... (sayın Tengeriin boşig için :) ) Bunların nasıl olduğunu mu merak ettiniz? Peki neden bazı kayalarda bu katmanları görürken bazılarında göremezsiniz? Bunlar neden farklı geometrik konumlardadır? Kayalar neden farklı renklerdedir? Acaba bunların belirli bir kalınlığı varmı? Yoksa derinlere kadar devam mı eder? Bunların içindeki fosiller nereden gelmiş? Volkanlar neden oluşur ve yeri yarıp çıkar? Acaba bunların yaşını tahmin edebilir miyiz? Yaşlarını bulabilrsek tarih içinde milyonlarca yıl geri gidip yaşadığımız ortamın coğrafyasını bulabilirmiyiz? Örneğin Türkiye'nin üzerinde bulunduğu kara parçası, Anadolu, ne zaman ve nasıl oluştu? vs .vs .vs. vs

 

 

Yollarda gördüğümüz katmanlı kayalar genelde tortul kayalardır (metamorfik kayalar da katmanlı gibi görünebilir). Yani suyun varlığında çökelen kırıntıların (kumtaşı gibi), yada sudan direk çökelen kimyasalların oluşturduğu (kireçtaşı gibi) birikimler. Bunların yaşları oldukça değişkendir. Paleozoyikten (birinci zaman) tutun da günümüze kadar her yaşta bulabilirsiniz. Bu kayalar suyun varlığıında oluşuyorlar ise, elbette oluşukları anda altlarında daha yaşlı olan hali hazırda başka bir kaya grubunun var olması gerekir. İşte o kırıntılar da genel de bu kayadan türemiştir. Çok basit bir gözlem anlatayım size:

 

Özellikle Anadolunun batısında yani Ege bölgesinde gezerken gnayslar ve şistler dediğimiz ve oluşum yerleri kabuğun alt veya orta kesimleri olan yaşlı kaya gruplarını bol bol görürsünüz. Bunlar metamorfik kayalardır. Basıncın etkisinde metamorfizmaya yani değişime uğradıklarından içlerindeki mineraller yönlenmiş ve katman gibi bir görünüm kazanmışlardır. Her neyse. Yoldan geçerken, bir yol kenarında, parlak renkleri ve mineralleri ile kolayca ayırt edebileceğimiz bu kayaların üzerine değişik boylarda çakıllar içeren ve çakıltaşı olarak isimlendirdiğimiz (mozaik taş gibi görünür mesela) kayaların geldiğini gördünüz. Ve içindeki çakıllara baktığınızda altta bulunan metamorfik kayalara ait olduğunu anlarsınız. Bu kaya istifine ait yol kesitinde daha üste gittiğinizde çakıltaşlarının üzerine kumtaşları, onların üzerine kiltaşları, onarın üzerine kireçtaşları geldiğini gördünüz. Kireçtaşlarının içinde bugünkü sümüklü böceklerin kavkılarına benzeyen kabuklar var. Yani fosiller. Bir paleontolog yardımıyla bu fosillerin hem yaşını hem de yaşadığı ortamı bulabilirsiniz. Diyelim ki Paleontolog size bunarın 15-17 milyon yıl yaşında oldğunu ve göllerde yaşadığını söyledi...

 

Haydi şimdi eskiyi düşünelim. Metamorfik kayalardan oluşan bir arazide kabuk hareketleri sonucunda faylanmaların nedeniyle dağlık alanlar ve çöküntü alanlar oluşmuş. Bu çöküntü alanlarda öncelikle çakıltaşları birikir. Çünkü yükseklik farkı malzemenin hemen kırılması ve taşınması ve sonuç olarak birikmesini gerektirecektir. Çevre dağlardan aşınma devam ettikçe ve birikimin meydana geldiği bölge doldukça yükseklik farkları azalacak, topografya alçalacak ve daha küçük boyutlarda malzemeler taşınacaktır: mesela kum. İşte çakıltaşlarının üzerine kumtaşı geldi. Birikim devam ettikçe ve bölgedeki yağışlarda belli bir doygunluğa ulaşıp göller oluştuğunda kumtaşlarının üzerine artık kireçtaşları çökelmeye başladı. Ve o zaman o gölde yaşayan canlıların set kısımları gölün dibindeki çamurda izlerini bıraktı. Aradan çoook uzun zaman geçti. Yeni fylanmalar yeni dağların ve derelerin oluşmasını sağladı. Dağlar oluurken altta kalan kayalar yüzeye çıktı. Bir baktınız zamanında altlarda kalan bizim göl kayaları artık buünkü dağların tepesinde duruyor... Fayların etkisiyle hareket meydana gelirken bu istif eğimlenir, bükülür ve kıvrımlanabilir de...

 

Bu senaryo size yabancı geliyormu? Bana değil. Bugün Ege bölgesinde yine faylanmalar var. Ege bölgesindeki kabuk kuzey ve güney yönünde çekildiği için doğu-batı yönünde faylar oluşmakta ve dağlar yükselmektedir. Arada oluşan çöküntü alanları yani grabenleri bilirsiniz. Mesela Gediz, büyük menderes ve küçük menderes grabenleri gibi. Bu grabenlerde ne oluyor? Yükselen dağlardan taşınan malzeme birikmekte. Şu an alüvyon oluşturmuş. İlerde çakıltaşı, kumtaşı olacak :)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kıyamet-i Suğra ve Jeoloji Kelimesi

 

Jeoloji kelimesi Yunanca iki ayrı kelimeden oluşur: İyonya diyaleğinde kullanılan Eski Yunanca ge (Attika diyaleğinde gaia) ve gene Eski Yunanca olan logos. "Ge" yeri simgeler ve aynı zamanda gökler tanrısı Uranos'un eşi olan yer tanrıçasının adıdır. Ge Olimpos'taki ilk tanrılar neslinin büyükannesidir. Logos da burada söz, söylem, tartışma vb anlamlarıyla bilimi simgeler. Bu iki kelimenin bileşiminden türetilen terim ise ilk kez 10 Kasım 1603 günü büyük İtalyan doğa bilimcisi Ulisse Aldrovandi'nin (1522-1605) İtalyanca olarak kaleme aldırdığı vasiyetinde «giologia» olarak karşımıza çıkar. Ancak Aldrovandi'nin vasiyeti, 1774 yılında basılan biyografisine kadar yayımlanmamıştı.

 

Jeoloji kelimesinin yayımlanmış bir eserde ilk kez kullanılışı ise papaz Michael Peterson Escholt 'un (ölümü 1666) 24 Nisan 1657'de İskandinavya'nın güney kısımlarını etkilemiş olan deprem münasebetiyle Danca olarak yazdığı «Geologia Norvegica» (Norveç Jeolojisi) adlı eserin başlığındadır. Uzun yıllardır aradığım bu eserin 1663'te yapılmış İngilizce tercümesinin bir tıpkıbasımını nihayet geçenlerde bulabildim. Kitap önce yer içinde olan olayları Aristo'nun ve ona dayanarak yayınlar yapan Rönesans madencilerinin fikirlerine göre anlatıyor, sonra da ondördüncü yüzyıla kadar Avrupa'da bilinen büyük depremleri sıralıyor.

 

Deprem kronolojisinden önce deprem olayı anlatılırken en detaylı şekilde tasvir edilen deprem 1509 yılında İstanbul'u tahrip etmiş olan ve o zamanlar Küçük Kıyamet (Kıyamet-i Suğra) denmiş olan deprem. Escholt'un büyük Alman coğrafyacısı Münster'in Cosmographei'sinin 4. kitabından naklettiğini söylediği anlatımı ben buraya tercüme ederek alıyorum:

 

«Benzer şekilde, Mesih'in 1509. yılının 14 Eylülü'nde [Ambraseys ve Finkel bu depremi 10 Eylül'e tarihlendirmektedirler] Konstontinopolis şehri 18 gün süren korkunç bir depremle yıkılıp tahrif olunmuştu. Su tarafında bulunan o uzun, kalın ve güçlü duvarı ve onun yakınındaki tüm evleri yıkmış, duvar dışındaki hendek ve kanallar çöp, taş ve çimento ile o kadar dolmuştu ki insan bunları ayağını ıslatmadan geçebiliyordu. Bu deprem hazinenin olduğu Büyük Senyör'ün [sultan'ın demek istiyor] sarayının bir kısmını da yıkmıştı. Ve beş büyük ve güçlü kule yerle bir olmuştu. Karada ve denizde tonlarca altınla tamir edilemeyecek zararın yanında 13000 insanın da ölümüne ve telefine sebep olmuştu.»

 

Kütüphanemde bulunan Cosmographei'nin 1550 tarihli en önemli baskısında ise aynen şu anlatım vardır (s. 571): «Mesih'in 1509. yılının bir sonbahar ayında deniz kenarındaki şehir surlarını, pek çok kapıyı ve en büyük Türk'ün sarayını tahrip eden korkunç bir deprem oldu. Konstantinopolis ve Pera arasındaki deniz kolu o kadar çok sallandı ki dalgaları sanki ikisini de boğmak istermişçesine üzerlerine yürüdü.»

 

Aynı eserin kütüphanemdeki 1628 baskısında aynı bilgi aynen tekrar edildiği için, depremin gününü Eflak Voyvodasının oğlunun Venedik Doc'una yolladığı mektuptaki ve bazı Osmanlı kaynaklarındaki bilgiye uygun olarak veren ve Münster'den daha çok detay bildiren Escholt'un Münster dışında başka bir (veya birkaç) kaynağa daha ulaştığı açıktır. Ambraseys ve Finkel'in 14 Eylül tarihi konusundaki kaynağı Venedikli tarihçi, siyasetçi ve günce yazarı Mario Sanuto 'dur (1496-1533). Ancak Sanuto'nun 58 ciltlik güncesi ilk kez ondokuzuncu yüzyılda yayımlandığı için, Escholt'un Münster dışındaki kaynağını tahmin edemiyorum.

 

Bizde halk arasında Kıyamet'i Suğra (küçük kıyamet) diye bilinen bu müthiş depremin anısı tüm Avrupa'da uzun yıllar yaşamış, yerbilimleri ile ilgili ekseri eserde anlatılmıştır. Jeoloji kelimesini dünyada ilk kez kullanan ve bir deprem sonucu kaleme alınmış bir kitapta anlatılması da bu nedenle tesadüf değildir.

 

Düşününüz ki, Avrupa'nın yüzyıllar önce bir İstanbul depremine gösterdiği ilgiyi bizler, seçtiğimiz hükümet ve diğer sivil yönetimler bugün tehdit altında olduğumuz halde gösteremiyoruz. Bu nedendir bilir misiniz? 1500'lerin Avrupası, 2000'lerin Türkiyesi'nden entelektüel olarak daha ileride olduğu için. Ama gene varsın isteyen bize bu korkunç mirası bırakan Osmanlı'nın ihtişamı palavrasını geveleyedursun!

 

 

A.M. Celal Şengör

Bilim Teknik 05.01.2007

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

Levha Tektoniği kuramına göre litosfer astenosfer üzerinde sürüklenmektedir. Peki bu hareket ne zaman başlamıştır?

 

Levha Tektoniği Ne Zaman Başladı?

 

Levha tektoniği kuramı 40 yılı aşkındır katı yerkürenin anlaşılmasında çok başarılı bir model olmuştur. Bunula birlikte levha tektoniği proseslerinin ne zaman başladığı ile ilgili hala bazı belirsizlikler bulunmaktadır. Bu soruya yanıtlardan birisi (Bob Stern, Dallas Ünv.), levha tektoniğinin, 1 milyar yaşındaki genç ve sıcak Dünya'daki belirsiz bir tektonik rejimin yerini aldığını iddia eder. Diğer bir görüş ise (Mark Harrison, Kaliforniya Ünv.) bu tektonik hareketin çok daha eski, 4.4-4.5 milyar yıl önce, geegenin ilk 100 milyon yılı içinde başladığını savunur.

 

1. 1 milyar yıl önce başladığına ait veriler:

 

Bob Stern dalma-batma (subduction) zonlarının veri oluşturduğunu düşünmektedir. Böyece 3 ana kaya topluluğunu anahtar olarak kullanır: ofiyolitler (okyanus kabuğu kayaları), mavişistler (dalma-batma zonlraının derinlerinde oluşan yüksek basınç metamorfikleri) ve UH (ultra high) basınç kayaları. Ofiyolitler okyanus kabuğu parçalarıdır ve çarpışma ortamlarında kıtasal kabuk üzerine eklenirler. Ofiyolitler jeolojik kayıtlarda yaklaşık 1 Ga (milyar yıldan) itibaren yaygın olarak görülür (yani genelde yaşları 1 Ga dan daha küçüktür). Ancak en yaşlı ofiyolit kayası 2 Ga yaşındadır (Finlandiya'da Jormua-Outokumpu ofiyoliti). Peki neden en yaşlı ofiyolit ile yaygın olarak görülen ofiyolitler arasında yaklaşık 1 milyar yıllık bir far vardır? Bu tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Mavişistler, Na bakımından zengin olan mavi amfibol (glokofan) içerirler ve isimleri buradan gelir. Düşük sıcaklık ve yüksek basınç ortamlarında (yani dalma batma ortamları) oluşurlar. Dalma batma zonlarında soğuk olan okyanus kabuğu yaklaşık 70 km derine gömüldüğünde bu kayalar için uygun ortam oluşur ve okyanus kabuğundaki bazalt yada gabro gibi kayalar mavişiste dönüşür. En yaşlı mavişist kayası 940 Ma (milyon yıl) olarak yaşlandırılmıştır. Diğerleri genelde 700-800 Ma yaşındadır. Mavişistlerin neden bu zaman aralığında sınırlı kaldıklarının standart açıklaması, mantonun, dünyanın daha erken tarihinde daha sıcak olması nedeniyle soğuk manto ortamında oldğu gibi yüksek basınç düşük sıcaklık ortamının gelişemediği yada erezyonla tüümünün yok olduğudur. Diğer kayalar olan ultrahigh presure (UHP) kayaları elmas ve koesit gibi çok yüksek basınç minerallerinin varlığıyla simgelenir. Bu minerllaer, içinde bulundukları kayaların 100 km kadar derine gömüldüğünü gösterir (yine dalma-batma ortamlarında). En yaşlı elmas içerikli kaya grubu 530 My, koesit içeren ise 620 My yaşındadır.

 

Eğer Stern'in görüşü doğruysa Dünya'nın 1 Ga dan daha önceki dönemlerde nasıl işlediğini dikkatli düşünmek gerekmektedir.

 

2. Çok daha öncesinde başladığına dair veriler:

 

Bu görüşün temelinde zirkon minerallerinde yapılan mikro ölçekli jeokimyasal çalışmalar yatar. Mar Harrison ve grubu, yaşlı bir (> 3 Ga) kumtaşı-çakıltaşı kaya grubundan (Avusturalya) aldıkları küçücük bir zirkon minerali üzerinde çalıltılar. Bu yaşlı kumtaşları zirkon tanelerini daha yaşlı (4.0 - 4.3 Ga) bir granitik yada kıtasal kabukran almış olmalıdır. Bu kabuk belki şimdi yok (aşınmış) ancak o kabuktan türeyen malzemeler başka kayalar içinde mevcut. Bu zirkon tanesi üzerinde yapılan U-Pb izotopik yaş çalışmaları 4,3 - 3,7 Ga (milyar yıl arasında yaş vermiştir. Aradaki farkın (600 milyon yıl) büyük olması nedeniyle aynı tane üzerinde Hf izotopları da çalışılmış ve 4,0 - 4,3 Ga yaşı elde edilmiştir. Sonuç olarak eğer yeryuvarında 4-4,3 milyar yıl önce böylesine farklılaşmış kayalar var ise (granitin oluşabilmesi, kabuğun oluşması gibi yeryuvarında kimyasal farklılaşmaya gerek duyar) bu kimyasal farklılaşmayı oluşturacak olan levha tektoniği hareketlerinin de o kadar eski zamanda var olmuş olması gerekmektedir...

 

Hugh Rollinson, "When did plate tectonics begin" Geology Today, 23, 2007

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Güncelcilik mi, tekdüzecilik mi, geçmişcilik mi?

A. M. C. Şengör

 

 

Doğa bilimleri doğa tarihini de kapsamalarına rağmen, halkın gözünde doğa bilimci, genellikle bugünkü doğayı inceleyen, yani tarihsel boyutu olmayan bir araştırmacıdır. İngilizce'de doğa tarihi denince akla hemen tamamen arazide yapılan zooloji ve botanik gelir. Bunun kuşkusuz bir nedeni Hint-Avrupa dillerinde genellikle tarih yerine kullanılan kelime olan Yunanca istoria 'nın aslında "araştırarak öğrenmek" anlamına gelmesi, buna karşılık Sâmi v-r-h köküne dayanan tarih kelimesinin belli bir zaman içinde olanların tasviri demek olmasıdır. Yani natural history , doğanın araştırılması diye de yorumlanabilir.

 

Ancak bir de gerçekten doğanın geçmişiyle, kökeniyle, bugünkü halini alıncaya kadar geçirdiği evrimle ilgilenen hakikî tarihsel doğa bilimleri vardır ki bunların başında jeoloji gelir. Jeolojinin bir dalı biyoloji ile ortaktır: "eski varlıklar bilimi" anlamına gelen paleontoloji yaşamın geçmişini inceler. 1929 yılında Edwin Hubble'ın kızıla kaymayı keşfetmesiyle tüm kâinatın geçmişini incelemek de imkân dahiline girmiştir. Bu işle uğraşan bilim dalı da kozmoloji dir.

 

Doğanın geçmişi hakkında bilgi sahibi olmanın, insan kültürlerinin elimize gelen en eski yazılı belgelerinden öğrendiğimiz ilk yolu; çeşitli nedenlerle uydurulmuş olan efsane, mitoloji ve dinî inançların içindeki uygun bölümlerini dünyanın ve evrenin geçmişine uygulayarak bir yaradılış öyküsü kurmaktır. Bu öykülerin gözleme dayanan bildiğimiz ilk eleştirisi Milet 'te Anaksimander 'in ortaya attığı evrim kuramıdır. Bu kuramın eski fikirlerden tek farkı, büyük Milet'linin dünyanın geçmişinde varsaydığı olayları bügünkü benzer olaylara bakarak baştan kurmağa çalışmasıydı. Örneğin Anaksimander başlangıçta dünyanın sularla kaplı olduğunu farzediyordu, çünkü en yüksek dağlarda bile bugün denizde yaşayanlara benzeyen hayvanların fosillerini içeren kayaçlar görmüştü.

 

Bu şekilde geçmişteki olay ve nesneleri bugünkü olay ve nesnelerle karşılaştırarak baştan kurmağa çalışma yöntemine, jeolojide güncelcilik (= aktüalizm ) deniyor. Aslında tarihçiler de açıkça ifade etmeseler bile aynı temel yöntemi kullanarak tarihi incelemektedirler.

 

Tabiî güncelciliğin katı bir şekilde uygulanabilmesi için geçmişle günümüz dünyalarının aynı olmaları gerekir. Geçmişteki olay ve nesnelerin bugünkülerden farklı olmadıklarını savunan görüşe de tekdüzecilik (= üniformitaryanizm ) adı verilmektedir. Bugün jeolojide de tarihte de katı bir tekdüzecilik uygulanmamaktadır.

 

Ancak güncelcilik ne kadar akla yakın gelirse gelsin, bazı doğa bilimciler, geçmişin günümüzden tamamen değişik olduğunu, bu nedenle tarihin yalnızca tarihsel verilere dayanılarak yapılabileceğini iddia etmektedirler. Sosyal tarihte ilk defa Leopold von Ranke tarafından öne sürülen bu görüş, yerbilimlerinde de ondokuzuncu yüzyılın ortasına kadar revaçtaydı.

 

Ancak jeologlar giderek geçmişten bize kalan bilginin ne kadar eksik olduğunun farkına vardılar. Bu eksikliği tamamlamanın iki yolu vardı: Birincisi bugünkü dünyayı başvuru standardı olarak kabul etmek ve geçmişin ürünlerini bunun ışığında yorumlamaya çalışmak. İkincisi de fizik ve kimya gibi temel bilimlerin yardımıyla elimize yalnızca pek az ürünü geçmiş olan süreçleri anlamaya çalışmak.

 

Özetle doğa bilimciler, geçmişin ancak günümüzden hareketle anlaşılabileceğini, geçmişin verilerinin tek başlarına bize güvenilir bir yorum tabanı vermediğini daha 19. yüzyılın ortasında anlamışlardı. Sosyal bilimlerde ise von Ranke'nin detaylı kaynak eleştirisi, yorumunun arkasında var olan dinî öğeyi gizlediği için, sosyal tarihin yalnızca ve yalnızca tarihsel verilere dayanılarak kurulan bir bilgi türü olduğu zannedilegeldi. Bu, geçmiş hakkındaki bilgiyi yalnızca geçmişin kalıntılarında arama, yani geçmişçilik , Marksizm ve Nasyonal Sosyalizm gibi toplumsal teorilerin de temellerinden birini oluşturmaktadır.

 

Tarihsel verilerin ancak bağımsız bir kuram ışığında sağlıklı bir şekilde yorumlanabileceği muhakkaktır. Bu iş için gerekli bağımsız kuramlar da gözlem temeli günümüzün dünyası olan temel bilimler sayesinde oluşturulabilir. Bunun dışındaki tüm geçmişçi yorumlar, Anaksimander öncesi dinsel öykü uydurma geleneğinin kalıntılarıdır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sayın yersoy gerçekten çok güzel bir çalışma ile konuyu ele almış.Verdiği link adresleri ile yazısı başlıbaşına bir kaynak haline gelmiş oldu.Ben,şahsım adına kendisine teşekkür ediyorum.

Levha tektoniği kuramı ortaya konmadan önce,kıtaların kayması kuramı tartışılırken,bu kurama karşı çıkan bilimadamları hakkında birşeyler okumuştum.Bir canlı türünün,arada okyanus olmasına rağmen farklı iki bölgede fosillerinin bulunuşu karşısında kara köprüleri kurguladıklarını öğrendim.Üstelik farklı bölgelerde aynı türlere ait fosiller bulgulandıkça hemen yeni bir köprü icat ediliyormuş.Üstelik bu tutucu teoriler uzun yıllar boyunca ders kitaplarında yer almışlar.Elbette sonuçta gerçek bilim kendisini kabul ettirmiş.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sayın yersoy gerçekten çok güzel bir çalışma ile konuyu ele almış.Verdiği link adresleri ile yazısı başlıbaşına bir kaynak haline gelmiş oldu.Ben,şahsım adına kendisine teşekkür ediyorum.

 

Selamlar sayın sedat sencan,

Ben teşekkür ederim. Bilgi paylaşmak için vardır. Biz de bildiklerimizi paylaşmaya çalışıyoruz işte :)

Sizin yazılarınızı da okuyup faydalanıyorum. Sizede teşekürler...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Arkadaşlar bugün sizlere dünyanın yaşı ve bunun hesaplamaları ile ilgili bilgiler vermeye çalışacağım.

Bu konu, bazı forumlarda bilimden bihaber arkadaşların kestikleri ahkamlardan çıkmıştır. Aslında biraz da isabet oldu...

Kaynak olarak seçtiğim ve buraya özetleyerek çevirdiğim (ekstra bilgiler de katacağım) bilgiler, güzel bir internet sayfasından alınmıştır. Kendi katkılarımı genel olarak italik olarak yazacağım. İsteyen arkadaşlar daha ayrıntılı bilgiye buradan kavuşabilirler:

http://www.talkorigins.org/faqs/faq-age-of-earth.html

 

Not: Bu tür sitelerdeki bilgiler bu foruma aktarılırken ya da kaynak olarak kullanılırken güvenilirliğine bakılmak zorunludur. Taraflı bilgilerden arınmış salt bilimsel verilerin verilmesi gerektiğine inandığım için, siteyi bir taraftan da genel jeolojik bilgiler dahilinde değerlendirmeyi ihmal etmedim...

 

 

Dünya Kaç Yaşındadır ve Bunu Nasıl Biliyoruz?

 

Yeryuvarının genel olarak kabul edilen yaşı 4,55 milyar yıldır. Bu değer %1 oranında fazla olabilir ya da eksilebilir. Bazı insanlar bunun değerin genel bir kabul (varsayım) olduğunu iddia etse de, bu rakam bilimsel olarak bir çok değişik yoldan elde edilmiştir. Ancak bu değer, maalesef, dünyadan alınan herhangi bir malzemenin yaşlanrılımasıyla elde edilemez. Çünkü, yer yüzünü sürekli olrak değiştiren ve yenileyen işlevler bulunmaktadır (erezyon, levha hareketleri vb. olaylar).

 

Şu ana kadar dünya üzerinde, farklı radyometrik yöntemler yardımıyla yaşlandırılmış olan en yaşlı kayalar 3,8 - 3,9 milyar yıl yaşındadır. Bunların bir kısmı tortul (sedimanter) kayadır ve (kendinden yaşlı bir kayanın aşınması ve depolanmasıyla oluşması gerektiği için) 4,1 - 4,2 milyar yıl yaşında mineral kırıntıları içerirler. Bu yaştaki kayalar nadir olmalarına karşın 3,5 milyar yıl yaşında olanlar genelde Kuzey Amerika, Gronland, Avusturalya, Afrika, ve Asya' da bulunmaktadır. Bu yaş değerleri dünyanın oluşum yaşını vermemekle birlikte bir alt sınır oluşturur. Dünya üzerindeki bir oluşuk daha genç olmak zorunda olduğuna göre, buradan çıkarmamız gereken sonuç, dünyanın biraz daha yaşlı olması gerektiğidir. Bu alt sınır 4,55 Ga (milyar yıl) değeri ile uyum içindedir.

 

Dünyanın yaşını hesalamada kullanılan en doğrudan yöntem, dünyadaki kaya örneklerinden veya meteorit örneklerinden elde edilen Pb/Pb (kurşun izotopları) metodudur (tek bir örneğin yaşlandırılması ile değil, kafa karıştırmasın bu durum). Bu yöntemde kurşunun üç izotopu ölçülür (Pb-206, Pb-207 ile ya Pb-208 veya Pb-204). Bulunan değerler yardımıyla Pb-206/Pb-204 - Pb-207/Pb-204 diyagramı çizilir.

 

Eğer solar sistem, kurşun izotoplarının yeknesak (uniform) olarak dağıldığı tek bir malzemeden oluştuysa, sözkonusu grafikte bu ilksel (değişime uğramamış) malzemelerin (kayaların) hepsi tek bir noktada çıkacaktır.

 

Zamanla, Pb-206 ve Pb-207 izotoplarının miktarları, aynı zamanda uranyumun parçalanması ile üretilen uç üyeler olduğu için (U-238 --> Pb-206, ve U-235 --> Pb-207) bazı örneklerde değişecektir. Bu değişimler, ilksel örneklerin tek noktada çıkan değerlerin birbirinden ayrılamsına neden olur. Bir kayanın içinde ne kadar U var ise o kadar Pb üretilecek ve Pb-206/Pb-204 ile Pb-207/Pb-204 oranları bir o kadar farklı olacaktır.

 

(Aslında burada her hangi bir kayanın içinde neden farklı U ve Pb içerikleri var diye sorulabilir. Bu konu magmatik kayaların farklılaşması ile ilgili ve apayrı değerlendirilmesi gereken bir konu)

 

Eğer solar sistemin kaynağı yine yeknesak (uniform) dağılmış bir U içeriğine sahipse (tek bir olayla hepsi oluşacağı için böyle olmak zorunda) grafik üzerindeki noktalar hep bir doğru üzerinde çıkmaz zorunda kalacaktır... Bu doğrunun eğimi, o ilksel tek malzemenin parçalara ayrılmasından ve o parçaların değişime uğramasından beri geçen süreyi verecektir (isteyenler için bunun hesabı matematiksel olarak verilebilir)...

 

Alttaki grafikte değişik miktarlarda U içeren 5 meteorit ve karasal sedimanlardan elde edilen verileri görektesiniz:

 

pbisovi9.jpg

 

 

Diğer yöntemlerle elde edilen ölçümlerden elde edilen sonuçlar aşağıdaki tabloda verilmektedir:

 

Type..........................................................Number .......Dated Method .............................Age

--------------------------------------------------------------------------------

 

Chondrites (CM, CV, H, L, LL, E).............................13....... Sm-Nd............................. 4.21 +/- 0.76

Carbonaceous chondrites.................................... 4 ....... Rb-Sr.............................4.37 +/- 0.34

Chondrites (undisturbed H, LL, E)...........................38 .......Rb-Sr.............................4.50 +/- 0.02

Chondrites (H, L, LL, E) ........................................50 ....... Rb-Sr.............................4.43 +/- 0.04

H Chondrites (undisturbed)....................................17 ....... Rb-Sr.............................4.52 +/- 0.04

H Chondrites........................................................15.......Rb-Sr.............................4.59 +/- 0.06

L Chondrites (relatively undisturbed)......................6 .......Rb-Sr .............................4.44 +/- 0.12

L Chondrites.........................................................5 .......Rb-Sr .............................4.38 +/- 0.12

LL Chondrites (undisturbed) .................................13 .......Rb-Sr.............................4.49 +/- 0.02

LL Chondrites .....................................................10 .......Rb-Sr .............................4.46 +/- 0.06

 

tablo devam etmektedir...

 

şimdilik bu kadar arkadaşlar. bu yazı devam edecektir...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Sevgili yersoy :) şahane yazmışsın ve açıklamışsın :) kendimi yapısal jeoloji ve tektonik derslerinde hissettim bir an :) bu kadar kapsamlı yazmaya üşenmiştim aklımdan geçmemiş değildi... gerçekten şahane olmuş :)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sevgili yersoy :) şahane yazmışsın ve açıklamışsın :) kendimi yapısal jeoloji ve tektonik derslerinde hissettim bir an :) bu kadar kapsamlı yazmaya üşenmiştim aklımdan geçmemiş değildi... gerçekten şahane olmuş :)

 

Teşekkür ederim sayın xshadowx, Eğer merak ettiğiniz konular olursa vaktim el verdiğince yardımcı olurum...

Bunları duymak çok güzel, ben teşekkür ederim...

 

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.