Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Ölü Adam

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    10
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Ölü Adam - Başarıları

Çaylak

Çaylak (2/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

1

İçerik İtibarınız

  1. Ölü Adam

    Genetik ve Ahlak

    Canlıların temel birimleri olan hücrelerin yapay yolla değiştirilmesini konu edinen genetik mühendisliği, son kırk-elli yıl içinde kamuoyununu hem beğenisini, hem de korkusunu üzerine topladı ve yaptığı atakla da, moral değer tartışmalarında birinci sıraya çıkmış bulunmaktadır. Genetik mühendisliği; hücrelerin “harf ve sözcüklerin” kalıtsal olarak sağlayıp genetik kodlara çevirerek, günlük biyokimyasal işlemlerde kullandığı “Yaşam Dili” ile doğrudan ilgilenmektedir. Söz konusu harfler ve sözcükler; amino asitler, nükleik asitler, proteinler vs birimlerdir. Bazı genetik birimleri belirleyip bunları bir hücreden çıkarabilmek ya da başka bir tür hücreye yerleştirebilmek için yapılan çalışmalar, kısa sürede pratik uygulamalarını da ortaya sermiştir. Örneğin; insan insülininin ticari üretimi, insülin üreten insan geninin saptanması, yalıtılması, kopyalanması ve bir mikro organizmaya yerleştirilmesi aşamalarından geçerek sağlanmıştır. Mikro organizma, gen ürünü olarak insülin vermeye başlayınca, sayıları milyonlarca şeker hastası, insanınkinden biraz farklı olan hayvan insülinine bağımlılıktan kurtulmuş oldu. Başka bir olay bakterinin işlevinin genetik olarak değiştirilmesidir. Bu mikro organizmanın kötü bir huyu vardır: Patates yapraklarında buz kristallerinin oluşumu için çekirdek güder ve ürünün donmasına yol açar. Bilim adamları, kötü huylu geni kesip attılar ve artık “buz-eksi” olarak adlandırılan değiştirilmiş bakteriyi büyüttüler. Şimdi bu bakteriyi patates ekim alanlarına serperek, buz yapıcı akrabalarını kovuyorlar. Genetik mühendisliğinin belki de en tartışmalı kullanım alanı, gen terapisi adı verilen ve canlı insanları doğrudan etkileme amacıyla insan hücrelerinde değişiklik yapma çabasıdır. Günümüzde genetik mühendisliği ilgili etik sorunlar bazı alt başlıklar altında toplanabilir. 1-Günümüzde ve gelecekteki halk sağlığı ve çevre korunması riskleri hakkındaki kaygılar. a…Denetimsizce geliştirilmiş organizmaların tarımda kullanılışı nelere yol açacaktır? b…Biyolojik savaş silahları hangi felaketlere neden olacaktır? 2-Genetik mühendisliğinin özelleşmesi ve ticarileşmesi. a…Yaşam biçimlerinin sahipliği b…Üniversitelerin özerkliği c…Hukuk sorunları 3-İnsanlarda kullanılan gen tedavisi sorunları 1-Halk Sağlığı ve gelecekle ilgili kaygılar: 1974 26 Temmuzunda ABDde seçkin moleküler biyoloji bilginlerinden oluşan bir komitenin, bilim dergilerinden Scienceda bir mektubu yayımlandı. Bu yazıda, yapay olarak rekombinant (yeniden düzenlenmiş) DNA moleküllerinin biyolojik bakımdan tehlikeli olabileceğini, toplumsal ve etik konular en azından daha çok açığa çıkmadıkça rekombinant DNA araştırmalarının ertelenmesini istiyorlardı. Ertesi yıl toplanan bir konferansta bu erteleme kaldırıldı ve Ulusal Sağlık Enstitüsünün koyduğu kurallar altında araştırmalar dikkatle yürütülmeye başlandı. Kurallar içinde fiziksel kısıtlama, kaza ile yayılmayı önlemek için en yüksek dereceden güvenlik önlemleri alınmasını ve biyolojik kısıtlama da ancak özel laboratuar koşullarında yaşayabilecek mikroplarla çalışabilmeyi getirmişti. Genetik olarak üstün güce sahip mikro organizmaların bir kaza sonucu olaydan habersiz kitlelere yayılmasının, halkta yaratacağı sağlık felaketi ve panik korkusu nedeni olmuştur. Ancak zamanla korku yatışmış, sert güvenlik önlemleri biraz gevşemiştir. Tarımdaki genetik mühendisliği uygulamaları ticari bakımdan çok önemlidir. “Buz-eksi” bakterisinin tarlalarda denenmesine karşı çıkanlar, bu uygulamanın büyük oranda ekolojik bozulmalara yol açacağını öne sürmektedirler. Hatta, bakterinin, mantarlardaki gibi, önlenmesi güç salgınlara yol açacağı bile düşünülmektedir. Biyolojik savaş silahı olarak rekombinant DNA çalışmaları da başka korku nedeni olmuştur. Bu araştırmaların başından beri, hastalık yapan organizmaların serbestçe üretilmesi ya da iyi huylu bir mikroba kötü genler bağlanması olanağı her zaman gündemde olmuştur. Örneğin; her yerde bulunabilen “Escherichia Coli” gibi bir bakteriye “Botulinus” zehirinin geni sokulursa ne olacaktır? Böyle bir karabasanda kurtulmak kolay değildir. 1984te ABD ordusu, ısıtmalı garajlar, askeri yatakhaneler, aerosol deneme binaları gibi bir dizi küçük proje için bütçeden fon kaydırma isteğinde bulunmuştu. Bu; fonların gerekli yerlerde kullanılması için her zaman yapılan ve Senatonun ilgili alt komite başkanlığınca onaylanarak yürürlüğe giren bir işlemdi. Çok sonra anlaşıldı ki, aerosol deneme binaları adıyla bildirilen yerler, gerçekte P-4 laboratuvarlarıdır. Bunlar, o tarihte savunma bütçesinde en tartışmalı konulardan biri olan ve biyolojik savaş araştırmalarıyla ilgili olduğu kuşku götürmeyen en tehlikeli rekombinant DNA deneylerini yapabilecek kapasitedeki kuruluşlardır. laboratuarları savunanlar, benzeri çalışmaların SSCBde de yapıldığını öne sürerek, kendilerinin savunma amaçlı çalıştıklarını bildirmişlerdi. Bu mazerete karşı çıkan bilginler ise; öncelikle konvansiyonel silahlarını, savunma ya da saldırı amaçlı diye sınıflandırmanın anlamsız olduğunu vurgulamışlar ve 1972 yılındaki uluslar arası bir uzlaşmayla kimyasal ve biyolojik silahların üretim, depolama ve kullanımının yasaklandığını anımsatmışlardı. Bir başka ülke; saldırı amaçlı biyolojik silahlar üretmişse, çeşitli korunma sistemlerine etkilerini sınamak için bu silahların üretilmesi gerekmez mi? 2-Özelleşme ve ticarileşme: Rekombinant DNA araştırmalarının özelleştirilmesi ve genetik mühendisliğinin ticarileşmesi çerçevesinde de birçok sorun bulunmaktadır. Ticarileşme sürecinde ortaya çıkan, bir yaşamın patentini alma olgusu ilginç tartışmalar başlatmıştır. Patenti alınan ilk mikro organizma (DNA rekombinasyonu yapılmadan alışılmış yöntemlerle gerçekleştirilen) “Pseudomonas aeruginosa” adlı petrol yiyen bakteridir. Biyokimyacı Amanda Chakrabarty, gelişigüzel başkalaşımları uyarıp, değişime uğrayanlar arasından istenen özellikleri taşıyanları ayıklayarak bu bakteriyi geliştirmişti. Tek hücreli de olsa yaşayan ve çoğalan bir varlığın patentinin alınması gibi, çoğu gelecekte neler olacağı kaygıları ile beslenen çeşitli düşünceler, belli başlı iki grupta toplanmıştır. Yaşam biçimlerine patent verilmesinde kamu için önem taşıyan bir olgunun özel mülkiyet içinde yer alması sorununda birinci yaklaşım, canlı edinme hakkı için bir kısıtlama getirmektedir. Bir kediniz ya da köpeğiniz ya da atınız olabilir. Hatta koyun ya da sığır sürüleriniz olması da kabul edilebilir. Ancak; bir “tür”ün tümüne sahip olmak bambaşka bir şeydir; kimseye ait olmayan ya da bir başka deyişle herkesin ortak olduğu bir alana tecavüz olmaktadır. İkinci yaklaşım ise araştırma sonucundan yararlanma hakkı üzerinedir. Genetik mühendisliği araştırmaları halkın vergileriyle desteklenmiş ve yürütülmüştür. Kamu; ayırdığı fonlarla araştırmaları desteklemiş, araştırıcıları eğitmiş, donanımları sağlamıştır. Böylesi yaşamsal sonuçları olan araştırmaların ürünleri de kamu malı sayılmalıdır. Özel ve kişisel yarar ile kamu çıkarı çatışmasının ilginç bir örneği, hemen hepsi az gelişmiş ülkelerden olmak üzere yılda iki milyon insanın ölümüne yol açan sıtma hastalığı için bir aşı geliştirilmesinde görülür. Birleşmiş Milletlere bağlı Dünya Sağlık Örgütü (WHO), eski aşının daha etkin duruma getirilmesi için New York Üniversitesinde yürütülen bir araştırmayı desteklemişti. Aşının endüstri ölçeğinde üretimi için de biyoteknoloji firmalarından Genetech ile görüşmelere başlamıştı. Görüşmelerde Genetech, üniversiteye bir kez telif ücreti verdikten sonra, aşının ticari olarak tüm işletme hakkına tek başına sahip olmakta direnince işler sarpa sardı. Belki aşıyı firmadan pahalıya almak zorunda kalacak yoksul ülkelerden gelebilecek şikayetlerden, belki de araştırmayı fonlarıyla destekleyecek ülkelerden kaynaklanacak hoşnutsuzluklardan çekindiği için, WHO görüşmelerden çekildi. Aşının geliştirilmesi de bir süre sürüncemede kaldı. Bu arada dünyada sıtmadan binlerce kişi öldü!... Biyoteknoloji, akademi-endüstri ilişkilerinde ortaya çıkan tartışmalarda çoktandır yerini almışa benziyor. Üniversite yönetimlerinin çoğu, endüstri ile sözleşmeler yaparak araştırma giderleri için fonlar sağlamaya sıcak bakarlar. Bunda haksız da sayılmazlar. Çünkü hükümetlerin bütçelerde araştırmalara ayırdıkları paylar giderek küçülmektedir. Ancak, bazı akademisyenler sözleşmelerle kurulan bağlantıların kalıplaşmasından ve dolayısıyla endüstriye bağlı kalma tehlikesinden tedirgin olmaktadırlar. Üniversitedeki açıklık ilkesiyle, araştırmayı parasal olarak destekleyen özel sektörün sahiplik hakkının uyuşamayacağı düşünülmektedir. Bu bağımlılığın bir başka etkisi de, endüstrinin ilgilenmediği konulardaki çalışmaların öncelik haklarının uzun vadede yitirilmesidir. Özelleştirme ile ilgili iki ironik olay, bu sürecin etkilerini sergilemekte yardımcı olabilir. Üçüncü dünya ülkelerinden bazıları bir alacak isteği ile Birleşmiş Milletlere başvurmuşlardır. Ülkelerinde doğal olarak yetişen bazı bitkilerin genetik kaynaklarının, gelişmiş ülkelerdeki firmalarca çalındığını ve kendilerine çok pahalı tohumlar olarak satıldığını öne sürmektedirler. Örneğin; Libya ve Afganistandan alınan tahıl genleri, bu ülkelere geri verilmemiş. İşin ilginç yanı, söz konusu tahıllar artık onlarda da kalmamış. ABDde bir lösemi hastasının karaciğerinden alınan hücreler, içlerinde kanserle savaşımda kullanılan interferonun da bulunduğu birçok biyo etkin kimyasal maddenin üretimini sağlayacak hücreler dizisini oluşturmakta kullanılmış. İki araştırmacı, bu dizinin patentini alınca, hastanın avukatı patentli hücreler dizisinin kazancından pay almak için mahkemeye başvurmuş!... 3-İnsanda gen tedavisi: Bugün iki-üç bin hastalığın genetik bozukluklardan kaynaklandığı bilinmektedir. Bunlar arasında “Orak Hücre” hastalığı, “Glukoz-6-Fosfat dehidrogenaz” hastalığı gibi çok yaygın olanlar yanında “Fenil Ketonüri” ve “Sistik Fibroz” gibi daha seyrek rastlananlar da vardır. Öbürlerine çok ender rastlanır. Bunlardan üçü, gen sağaltımı çalışmalarında ilk sırayı almışlardır. “Lesch-Nyan” hastalığı küçük çocuklarda görülür. Türlü semptomları arasında kendi kendini sakatlama davranışına da yol açar. Diğer ikisi, bağışıklık sistemi bozukluklarından “Purin nükleosit fosforilaz” (PNP) ve “Adenosin deaminaz” (ADA)dır. Bunların üçü de öldürücüdür ve ne yazık ki alışılmış tıp yöntemleriyle etkin sağaltımları yoktur. Genetik araştırmaları ile hastalığa yol açan gene karşılık olan normal gen kopyalanabilmiştir. Dolayısıyla hasta hücrelere eklemekte kullanılabilir. Bu süreç şöyle yürütülür: Normal geni, hasta hücreye yerleştirmenin yöntemi bilinmektedir. Hastanın kemik iliği çıkarılır. İlikten laboratuarda kültürü üretilir. Kültür, genetik yapısına sağlıklı insan geni kopyalamaya uygun olan yani değişim yapabilecek bir virüsle karıştırıldıktan sonra hastanın elverişli dokularına yerleştirilir. Virüsün çoğalma yeteneği durdurulmuştur ama, insan hücrelerine yayılma yetisi vardır. Böylece hasta çocuğun bozuk hücreleri normal gen taşıyan virüsler tarafından ele geçirilir, kötü genin etkisi önlenmiş olur. Gen tedavisine karşı çıkan çevreler, bir kişinin genlerini kasıtlı olarak değiştirmeyi, yaşamın normal açıdan yasaklanmış bölgelerini haksızca ve pervasızca kurcalama saymaktadırlar. Özellikle din adamlarının başını çektiği gruplar, bu alanda çalışan bilginleri “Tanrı rolü oynama” ile suçlamaktadırlar. 1980 yılında ABD Katolik Konferansı, Amerika Sinagog Konseyi ve ABD Ulusal Kiliseler Konseyi genel sekreterleri, başkan ve senatoya bu alandaki araştırmalara son verilmesini isteyen bir muhtıra vermişlerdir. Sonuçlarının ahlaksal açıdan karşı çıkılamayacak kadar olumlu olduğu görülen bu tedavi uğraşısına karşı çıkış, genetik araştırmalarında yeni sorunlar ve yeni çözüm arayışlarının doğmasına neden olmuştur. Bilimin kutsal araziye girmesini engelleme çabalarından biri, genetik işlemleri belli türden hücrelerle kısıtlama teklifidir. Evrim basamaklarının üst düzeylerine çıkmış canlılarda, çekirdeği bir başka çekirdekle kaynaşarak yeni bir birey oluşturabilen, yani üreme hücrelere “Gamet” ya da “Tohum hücresi” adı verilir. Sperma ve yumurta oluşturan bu türden başka, üremeyle doğrudan ilgili olmayanlara “Somatik hücre” denir. Somatik hücrelerde yapılacak genetik değişiklikler, eninde sonunda o bireyle birlikte ölecek ve çocuklarına geçmeyecektir. Tohum hücrelerindeki değişimler ise, kalıtsal olarak gelecek kuşakları doğrudan belirleyecektir. Kalıtsal nitelikleri değiştirerek ruhsal ve bedensel olarak yetkin insanlar yetiştirme hayali, geçen yüzyılın sonunda doğmuştur. Yunanca “sağlıklı doğum” sözcüğünden türetilmiş olan “eugenie” (öjeni) adıyla bilinen yaklaşım, 1920den sonra özellikle Batı ülkelerinde önem kazanmıştır. ABDde çeşitli eyaletlerde akıl hastaları, özürlüler, yozlaşmışlar ve suça eğilimliler olarak gruplandırılmış kişilerin kısırlaştırılmaları sık sık gündeme getirilmişti. Almanyada ise; 1905te “Alman Irk Sağlığı Derneği”, 1927de “Kalıtım ve Öjeni Enstitüsü” kurulmuş, Nazilerin iktidara geldiği 1933te “Doğuştan Hasta Kuşakları Önleme Yasası” çıkarılmıştı. Bu yasa ile 350.000 akıl hastası, 30.000 çingene ve yüzlerce karaderili kısırlaştırılmıştı. İkinci Dünya sAvaşının ardından öjeni kuramının uygulamalarının yol açtığı soykırımın moral değerlerle bağdaşmazlığı göz önüne serilince, ırkçı yaklaşım eski saygınlığını yitirdi. Ancak genetik mühendisliğinin hangi amaçlarla kullanılacağı kuşkusu süregelmektedir. Genetik mühendisliği; kanser, şizfreni, hemofili, Down sendromu, orak hücre gibi kalıtsal hastalıkların tedavisi ile olumlu davranış biçimi niteliği kazanır ve moral kabuller alabilir. Bir yandan da yine bireyi ve toplumu koruma gerekçelerine dayanarak insanların zihinsel ve fiziksel özelliklerini egemen ideolojilerin gösterdiği hedefler doğrultusunda değiştirebilir. Bu ikilem içinde bazı kavramlar da yeniden ele alınmak durumundadır. -Sağlık, hastalık, normallik nedir? -İyi olanla kötü olanı kim ayıracaktır? -İnsanın kendi bedeni ve karakteri üzerinde seçme hakkı var mıdır? -Suç olan neye göre saptanır? -İnsan onuru ile toplum beğenisinin çatıştığı durumlar, genetik işlemlere nasıl yansıyacaktır? Bunlar ve benzerleri, doğa bilimleri uygulamaları ile etik değerlendirmeler arasındaki henüz apaçık çözümleri gerçekleşmiş güncel sorunları oluşturmaktadır. Bilimsel araştırmaların çeşitlenmesiyle yeni sorunların türeyeceği de kaçınılmaz bir gerçektir.
  2. Ölü Adam

    Bilim ve Etik Sorunları

    Doğa araştırmalarının seçimi, yürütülmesi ve sonuçlarıyla, bunların toplumsal değer yargıları ışığında tartılması ve yargılanması süreci, tarihin başlangıcıyla birlikte ortaya çıkmış ve çeşitli değerlendirmelerle günümüze kadar gelmiştir. Antik dönemin düşünürlerinden Sokrates, erdemin ne olduğunu anlamak için, geometrik kanıtlamanın ne olduğunu anlamak için gereken sezgisel kavrayış türünden bir yapılanmaya gereksinim olduğunu ileri sürmüştü. Sokrates ile Platona göre geometrik bilgi diye bir şey varsa, etik bilgi diye bir şey de olmalıydı. Böylece etik kavrayışı bir bilgi biçimi sayan ?etik-bilgi koşutluğu? kavramı ortaya konmuş oldu. Buna göre ahlaksızlık yapan kişi, geometride hata yapan kişi gibi eksik bilgi yüzünden böyle davranmıştır. Bu kuramın öngördükleriyle, tek tanrılı dinlerin saptamış olduğu ahlak ilkeleri çok farklıdır. Kutsal kitaplarda kurallar Tanrı sözü olarak dile getirilir. Bunlar, olgusal dünyaya ilişkin önermeler değil, birer buyrukturlar. Dolayısıyla, yüzyıllarca doğa araştırmalarının yazgısı, din kurallarının izni ve oluru ile belirlenmiştir. Antik dönemde ilkin Pythagorasın gizemli felsefesiyle başlayıp, Aristotelesin desteği ile süren ve Helenistik dönem bilginlerinden Hipparkus ile Ptolemaiosun ilmek kuramı katkısıyla yetkinleştirdikleri yer merkezli gökler sistemi, Musevilik ve Hristiyanlığın dokusuna uygun düştüğü için tartışılmaz bir gerçek niteliği kazanarak yüzyıllarca kabul görmüştü. Göklerin ve gökcisimlerinin yetkinliklerine ve kutsallıklarına gölge düşüren astronomi gözlemlerini ilk kez açıklayan Galilei, işlediği günahın bedelini engisizyon mahkemelerinde yargılanmakla ödemişti. Savcının suçlaması şuydu: Galileinin öğretisi yalnızca kutsal kitaba ters düşen küfür ve sapkınlıklardan oluşmuş değildir, aynı zamanda ahlaka da aykırıdır. Böylece dinsel buyruklarla moral değerler aynı kefede tartılan yargılar olmaktadır. Teokratik temelli olsun ya da olmasın, her dönemde egemen olan ideolojilerin işlerine gelen ve gelmeyen araştırmalar karşısındaki tutmlarında açık ya da örtülü olarak kullandıkları araçlardan biri de etik değerlendirmeler olmuştur. 16. yüzyılla başlayan, doğa araştırmalarının bilim kurumu içinde biçimlenme süreci, her ne kadar zamanla kaba suçlama ve kısıtlamalardan sakınarak gelişmişse de, bilginlerin çoğu egemenlerin yada kamuoyunun duyarlı olacağından kuşkulandıkları alanlarda çalışmaktan çekinmişlerdir. 16. yüzyılda canlıların evrimsel gelişimini kuramlaştıran Darwinin ve ardıllarının ortaya çıkardıkları binlerce bilimsel kanıta karşın bilim dışı çevrelerce hala nasıl suçlandıklarını bilinmeyen bir gerçek değildir. Tabu, günah, ideolojiye aykırılık ya da devlet çıkarı adı altında akla ve özgür araştırmaya konan yasaklamalar, günümüzde kamu vicdanı adı verilen, genelde bulanık bir kavramın etik değerlendirme aracı olarak kullanılmasıyla da desteklenmektedir. Hiroşima ve Nagazakide yüzbinlerce kişinin ölümüne ve ölümcül derecede hastalanmasına yol açan nükleer silahlar, üretildikleri ülkenin kamu vicdanını hiç rahatsız etmemiştir. Aynı kamuoyu, bu silahların yapım sırlarını bir başka ülkeye verdikleri (gerçekte kanıtlanamayan) savı ile politik bir yargılama sonucu öldürülen vatandaşlarına karşı da duyarsız kalmıştı.
  3. Ölü Adam

    Nicelizm.Net

    Tıklayınca sadece arama motoru sitesi çıkıyor???
  4. Enerji ve madde kavramlarının iyi anlaşılamadığını düşünüyorum. Einsteinin formülü enerji ve madde arasındaki dönüşümü açıklar. Ayrıca da maddenin asla yoktan var edilemeyeceğinin kanıtıdır. Yine bu formül bir maddenin ışık hızında hareketinin mümkün olmadığını gösterir. Yani ışık hızında hareket edebilen bir şeyin kütlesinin büyüyüp sonsuz olacağını söyler. Burada bugün değişmez ışık hızının ne olduğu konusunda bir problem vardır. Sebebi ise şudur. Işık hızı fotonun saniyede aldığı yol olarak hesaplanmıştır ve değişmez sabittir. Foton ise enerji içerir ama son kuantum fiziği çalışmaları göstermiştir ki foton gravitasyonel alanlardan etkilenmektedir. Yani yoğun bir kütlenin arkasından gelen foton dümdüz yol almamakta ve eğri bir yol izlemektedir. Bu paralaks hesaplamaları ile güneş arkasındaki yıldızların ışığının yer değiştirmesinden yani yıldızın olduğu yerden farklı yerde olduğunun gösterilmesi ile kanıtlanmıştır. Gravitonlar kütle üzerine etkilidir. Buradan da anlaşılacağı üzere fotonun çok küçük de olsa bir kütlesi vardır. Oysa E=mc2 formülünde fotonun kütlesi olmadığı düşünülmüştür. Fotonun hızı olması gereken ışık hızından az olmalıdır. Daha doğrusu gerçek ışık hızı foton hızından daha büyüktür. Bu durumda ışık hızı hesabında diğer leptonlardan gravitasyonel alandan etkilenmeyen kütlesiz nötrinoların hızı üzerinde durulmaktadır. E=mc2 formülü enerji kavramının ne olduğu, madde kavramının ne olduğu açıklamaz. Herkes maddenin ne olduğunu kavrayabildiğini düşünürken, enerjinin ne olduğunu anlamakta zorlanmaktadır. Zira enerji öyle bir oluşumdur ki, madde üzerindeki etkilerini görebilmekte, onu kontrol edebilmekte ama şekilsel olarak anlamlandıramamaktayız. Örneğin güneş gibi ışık yayan bir cismin uzaklığını ölçebiliriz, spektroskopi ile yüzeyini oluşturan elementleri tespit edebiliriz, ondan gelen enerjiyi çeşitli yollarla biriktirebilir ve maddeler üzerinde kullanabiliriz, orada olduğunu gözümüzle de belirleriz. Ancak göz 0.4-0.7 mikron dalga boyu arasındaki enerjiyi tespit etmemize yarar. Bunun dışındaki enerji dalgalarını da kızıl ötesi ve mor ötesi metodlarla saptarız. Bütün bunlar olurken aslında fotonların kütlesi olmadığı eski görüşü doğru olsaydı şaşkınlığa düşerdik. Çünkü bu bize doğru gelen bir kütle yok demek olurdu. Güneş ve aramızda aslında olmayan bir bağlantının varlığını gösterirdi. Bu durum fotonun kütlesinin olduğunun saptanmasıyla çözülmüştür. Ama nötrinolar tam bir baş belasıdır ve gözünüzü açıp kapayana kadar 1 milyar tanesi sizin varlığınızdan hiç etkilenmeden dosdoğru içinizden sizi delerek geçip çıkmaktadır. Aynı zamanda dünyadan, güneşten ve kara deliklerden dahi hiç etkilenmez yönlerini değiştirmezler. Nötrino hareketlerinden dolayı önce string modeli ve daha sonra da bunun yetersizliği anlaşıldığında M modeli ortaya atılmıştır. Bu durumu anlatmaya çalışayım. Bu teoriler evrenin tümünün çok ince örümcek ağına benzer ipçiklerden oluştuğunu söyler. Parçacık teorisin yanlış olduğunu parçacıkların nokta (küre) şeklinde değil ipin yaptığı salınım hareketine benzediğini söyler. Evren sonsuz sayıda farklı frekanslarda titreşen örümcek ağları ile tamamen birbirine bağlı bir durumdadır. Parçacık hızlandırıcılarda bu iplerin elde edilmesi için gereken enerji ise asla elde edemeyeceğimiz bir kaç galaksinin sahip olduğu enerjiye eşittir. Bu yüzden bunların saptanması şimdilik imkansız görülmektedir. M modeli iki boyutta haraketi düşünülen sicim (string) teorisinin 3 boyutlu düşünülen halidir. Bu teorilerin ortaya çıkmasındaki sebep gravitasyonun ve gravitonların (Einstein son 30 yılında gravitonları açıklayan bir tek teori bulmaya çalışmış ama başaramadan ölmüş ve bunu hayatının en büyük başarısızlığı saymıştır), bu yeni teoriyle açıklanabilir olmasıdır. Bu tüm evreni ve fizik yasalarını herşeyi ile açıklayabilen yeni teoriler maddeye bakışımızı tamamen değiştirmiştir. Madde salınım halindeki enerji parçacıklarının amplitüdlerine (içerdiği eneji miktarı) bağlı oluşan bir yanılsamadan ibarettir. Buna göre madde bir tür enerji kalkanıdır ve kendi gibi diğer maddelerle etkileşmektedir. Örneğin iki madde belli bir limit sınırdan daha çok birbirine yaklaşamaz. Yani madde enerjinin bir formundan ibarettir. CERN de bulunmaya çalışılan Higgs alanı ise tüm evreni kaplayan birbirine kenetlenmiş bir alandır. Hareket eden serbest parçacıklarla etkileşim halindedir. Bu alanda oluşan etkilere göre evrendeki devinimler oluşur. CERN de Higgs bozonunun (Higgs alanının varlığı halinde ortaya çıkacak şu ana kadar saptanamamış olan ve bilinen en büyük parçacıktan bile çok daha büyük bir etkileşim parçacığı) bulunması aslında Higgs alanının da varlığını kanıtlayacaktır (Bu parçacığın bulunabilme olasılığı CERN fizikçilerine göre yüzde 60-90 arasıdır, Stephen Hawking ise bunu yüzde 0 olarak hesaplamış ve tartışmaya yol açmıştır). Bu yeni duruma göre enerji madde dönüşümü çok doğaldır ama madde enerjinin bir formudur. Tıpkı görünebilir dalga boyları arasındaki ışığı görüp tanımlayabilmemiz ve görüntü adını verdiğimiz gibi, madde de enerjinin belli aralıktaki salınımlarının algılanarak madde diye isimlendirildiği bir durumdan ibarettir. Yani aslında madde de enerjinin bir özel durumudur, Evren de enerjiden ibarettir (ama bu yokluk değildir tabi sadece madde dediğimiz algının yokluğudur ve enerji karşımızda durmaktadır). Enerji özel koşullarda her zaman maddeye dönüşebilmektedir. Yani arkadaşlar enerji ve madde aslında budur... Sevgiler, saygılar...
  5. Bundan 100 yıl önceki ateist düşünürler diye bir şey yoktur. Bilim adamları ateist yada teist değildir. Sadece akılcı, determinist ve deneycidir. Bilim bilinmeyen konularda önce tüm olası teorileri ortaya koyar. Bunların her birini araştırır ve çürütülemeyene yaklaşır. Ama kendi içinde de daima bu teoriye karşı bilimsel eleştirilere açıktır. Aksi yeni tezler de araştırmaya tabi tutulur. Bu sonuçlardan teist veya ateistler kendilerine uyanları kullanırlar, diğerlerini de görmezden gelme eğilimindedirler. Teistler, kendi ideolojilerine uymayan teorileri ortaya atan bilim adamlarını ateist olarak değerlendirirler. Bu onların yanılsamasıdır. Çünkü teiste göre hiç bir bilimsel deney yada teori dinsel öğretiyle çelişmemelidir kuralı bir ön kabuldür. Bu olduğunda da sözü geçen bilimsel deney yada teoriler hatalı ve yanlı, bunu ortaya atanlar da ateist olurlar. Ama bu durum, tezi ortaya atan için geçerli değildir, o sadece bilim adamı görevini yerine getirmiştir. Zira teoriler takım tutar gibi tutulmaz. Tartışmanın doğası gereği bir grup savcı, diğer grup avukat rolü üstlenir sadece. Bilimin kuralları ise yargıçtır ve bu kurallara tam olarak uyan teoriyi haklı bulur. Yazıda bahsettiğiniz ise durağan evren ismindeki, bilim adamlarının tartışılması için ortaya attığı bir modelden ibarettir. Bunu savunduğu fikre yakın bulan hem bazı ateizm, hem de bazı teizm taraftarları savunmuşlardır. Ama kararı bilim adamları vermiştir. Bu teori, Edwin Hubble ın galaksi ışıklarındaki kızıla kaymayı ispatlamasıyla son bulmuş evrenin balon gibi şiştiği ve genişlediği ortaya çıkmıştır (Expanding Universe). Bundan geriye doğru düşünen bilim adamları Big Bang adını verdikleri bir ilk patlamanın çok yüksek bir enerjiden oluşması gerektiği sonucuna varmışlardır. Yani ateistler de teistlerde o zamana kadar aralarında ikiye ayrılmış ve evreni anlamaya çalışmıştır. Yani arkadaşın dediği gibi sadece durağan evren vardır diye bir fikre iki tarafta kitlesel olarak sarılmamıştır. Her iki toplumda da her iki görüşü savunan münazaracılar var olmuştur. Yani ateistlerin böyle bir fikri tek doğru gibi savunmuş olduğu düşüncesi tamamen kendi fikrini desteklemek isteyen teist arkadaşça uydurulmuş iyi niyetli ama bilimsel ve doğruluğu olmayan bir yalandır. Big Bang ispatlanmış değilse de akla oldukça yakın olan mevcut en iyi teoridir. Hiç bir ateistin düşüncesiyle de ters düşmez. Bu konu, ateist için daha sonradan da kabul edilen teoride olduğu üzere evrenimizin bu patlamayla oluşan kütle-enerji den daha da büyük olduğunun ve BigBangin sadece hayal edebildiğimiz en büyük parçacık çarpışması olduğunun kanıtlanmasıdır ve bu daha büyük ölçekli evrende BigBang boyutunda çok büyük sayıda çarpışmaların ve bizimkine benzer farklı sayısız evrenin olduğunun göstergesidir. Gelelim Big Crunch a, bu durum ise tam bir komedidir. Big Crunch yani Büyük Çöküş teorisi evrenin kapalı olabileceği ve yine BigBang noktasına dönebileceği teorisi w omega sabiti ile hesaplanmaktadır. Bu genişleyen evrenin kuvvetlerinin, onu geri çekecek olan çekim kuvvetlerine oranı olarak özetlenebilir. Bu teori araştırılmış evrendeki tüm madde ve enerji ile evrenin dağılmasına yol açan BigBang patlama enerjisi hesaplanmıştır. 2003 yılında yapılan bu hesaplamayla evrenin açık evren olduğu ve kendi üzerine kapanmayacağı anlaşılmıştır. Bu noktada bir şerh konulmuş ölçülemeyen kara maddenin bu formüle eklenmesi gerektiği fark edilmiştir. Bunun üzerine kara madde hesaplanmış, ama buna rağmen evrenin tamamen genişlemeye sonsuza dek devam edeceğine karar verilmiştir. Artık 5 yıldır bu model çöplükteki yerini almıştır. İlginç bir şekilde Büyük Çöküş teoremi büyük bir çöküş yaşamıştır ve yok olmuştur. Yani son bilgilerden habersiz olan arkadaşımın dediğinin tam tersine Big Crunch ın OLMADIĞI tamamen ispatlanmıştır. Bu arada Big Crunch ın varlığı ispatlansaydı da bunun ateistler için hiç bir önemi olmazdı. Çünkü ateistler bilime değil, bunu tanrı yapmıştır denilmesine karşıdır. Bu arada teistlerin, bir yanlış savunma ile Big Crunch ı var zannedip kutsal kitaplardan örnekler verdikleri gibi, şimdi de yaptıkları bu büyük yanlışın farkına varıp, tam tersi için de aynı kutsal kitaplardan alıntılar bulacaklarına eminim. Sevgiler,saygılar...
  6. Ölü Adam

    ATEİZME SORULAR

    Evren diye tanımladığımız şey iki anlamdadır. Birincisi gökyüzünde gördüğümüz tüm yıldızları ve galaksileride kapsayan evrenin BigBang denen patlamayla oluştuğu söylenir. Ama geçenlerde tüm televizyonlarda minik BigBang patlaması diye duyduğunuz şey var ya, işte ona benzer bir şekilde bu bahsettiğimiz evrenin, kendisinden daha büyük bir evrene ait parçacıkların çarpışması ile ortaya çıktığı evrendir. İkinci olarak ve bizim evrenimizden çok çok daha büyük olan evrene ait tek gözlemimiz ise bu olası patlama merkezinden değil de, her yönden dünyamıza gelen nötrino ve kozmik ışınlardan varlığı anlaşılan büyük evrendir. Bu yapı ilk olduğu andan itibaren böyle değildi ve ateist olmak için böyle demek de gerekmez. Çünkü müdahele gerekmemektedir. Mesela bugün CERN, Fermilab, SLAC vs parçacık hızlandırıcılarında da yapılan deneylerde iki proton kümesi ışık hızına yakın hızlandırılıp çarpıştırılmakta, bu çarpışma noktasında da evrenin doğuşundaki BigBang patlamasının daha küçük ölçeği yaratılmaktadır. Doğada rastlantı eseri bu tarz çarpışmalar sürekli olmaktadır. Özellikle de parçacıkların yoğun olduğu yıldızlarda. Hatta burdan açığa çıkan füzyon enerjisi yaydıkları ısı ve ışığın kaynağıdır. Geniş ölçekli evrende de bu çarpışmalardan olabilmesi için boyutunun çok büyük olması gerektiği ortaya çıkar. Bir benzetmeyle içinde yaşadıkları insanı evrenleri zanneden hücrelerin aslında daha büyük olan dünyada yaşadığını anlaması gibi açıklayabiliriz bu durumu. Aslında birinci soruda söylediğim gibi daha büyük bir evrenin içindeydi ve çarpışan iki parçacıktı. Şu anda evren yaklaşık 10 üzeri 80 parçacıktan oluşmaktadır. Kara delikleri duymuşsunuzdur. Çekim kuvveti ile diğer maddeleri üzerine çektikçe kütlenin miktarı artar ve içinde basınç artar. Basınç arttıkça iç sıcaklık (enerji) yükselir. Bu da belli miktardan sonra( güneşin iki katı kütle) kendinden çıkan ışığı dahi yutar. Önce elektronlar basınç etkisi ile atom çekirdeklerine yapışır ve protonlarla birleşip nötronlara dönüşür(Pulsar-Nötron Yıldızı). Kara delik bunun ilerlemiş halidir ve ışık dahi çekim kuvvetinden kurtulamaz dışarı çıkamaz bu yüzden de kara bir delik gibi görünür. Yoğunluk arttıkça kara deliğin çekim sahası daha da uzaklara erişir ve daha hızla madde toplar. Örneğin her galaksinin merkezinde bir büyük kara delik vardır ve yıldızlar bu yüzden etrafında kümelenirler. Bu kara delik yeterince büyüdüğünde çok büyük ısı değerlerine ulaşır. Bu da protonları kuarklara ve alt parçacıklarına ayırır. Sonunda kütlesi olan parçacık kalmaz ve enerji paketlerine dönüşür. Bu maddenin yokluğu ama enerjinin çokluğu durumudur. Enerji miktarı belirli bir seviyeye geldiğinde çok büyük parçacıklar oluşacaktır. Tıpkı iki gama ışımasını bir araya getirdiğimizde elektron ve anti maddesi pozitronun ortaya çıktığı gibi( Gama ışımasının kütlesi YOKtur yani ortada madde de YOKtur ve buradan ters yüke sahip iki eşit kütle yani Madde oluştururuz. Big Bang de aynen böyledir ve o iki büyük parçacığın çarpışması olayının bir devamıdır sadece. Aslında madde dediğimiz Higgs alanı dediğimiz enerji alanından geçen parçacıkların dalga hareketinden başka bir şey değildir. Ama bu hareket gravitonlardan ( kütle çekiminden ) etkilenmektedir bu yüzden madde algılaması yaratır. Big Bang madde olarak yokluk yani 0 hacimden ama enerji olarak, çok büyük bir enerji hacminden meydana gelir. Evrenimiz ilk patlamayla tüm enerjisine sahip olmuş ve bu enerjiyi de çarpışan parçacıklardan almıştır. Termodinamik yasaya göre ilk patlamayla maximum enerji farklılığına ulaşılmış ve bu enerji tamamen eşitleninceye kadar fazla olandan aza aktarılacaktır, bu da devinime yol açar (Örneğin soğuk diye bir şey yoktur, sadece sıcak vardır. Soğuk sıcağa göre az enerji durumudur ve soğuk sıcağa ısı veremez sadece alır). Tamamen cansız ve şuursuz olan bu devinim bu enerji eşitlenmesidir ve hiç bir şey bu kurala karşı çıkamaz. Canlılar ise bir müddet bu devinimi yavaşlatmaya çalışır. Büyük patlamadan sonra ortaya sadece Hidrojen atomları (1 proton ve etrafında dönen tek elektron) ortaya çıkmıştır. Yeterince Hidrojen atomu çekim kuvvetiyle bir araya geldiğide basınç etkisiyle artan sıcaklık sayesinde Helyuma (2 proton-2 nötron-2 elektron) dönüşmeye başlamış böylece ilk yıldız ortaya çıkmıştır. Yıldızlar kimya fabrikaları gibi çalışırlar. Giderek daha ağır elementleri Lityum-Bor-Berilyum-Karbon-Azot-Oksijen vs vs sırasıyla oluşur. Yıldızın yakıtı biterken iç basınç artarak nükleer tepkimeye yol açar ve süpernova patlamasına yol açar. Böylece merkezde yıldızın büyüklüğüne göre beyaz cüce-pulsar veya kara delik oluşurken yıldızda oluşan tüm ağır metaller büyük bir hızla uzaya saçılır. Daha sonra bu maddeler uzaydaki serbest hidrojenle de birleşerek gaz ve toz bulutu oluşturur. Çekim kuvvetiyle büzüşen bu nebulalardan yeni güneş sistemleri açığa çıkar. Bizim güneş sistemimiz de böyledir ve evren 13.5 milyar yaşındayken, sistemimiz 4.5 milyar yaşındadır. En merkezde çevresinde dönen nebuladan yıldız yani güneş oluşurken giderek artan belli uzaklıklarda da gezegenler şekillenir. Dünya uzaklığında olan bir gezegen önce ateş topu iken yıllar içinde içindeki suyun buharlaşıp yüzeye çıkması ile sıcak çorbaya benzer bir sıvıyla kaplanır. bu ilkel atmosferde yüzbinlerce yıldırım oluşmaktadır. Yüzey giderek soğur ve yara kabuğu gibi katılaşır (Yer kabuğu yaklaşık 40km derinliğindedir ve sonra sıvı manto tabakası başlar). Bugün bile Ozonu yıldırımlar oluşturmaktadır. Bu yıldırımlar farklı elementlerin molekül oluşturmasına yol açar. Şimdi canlı dediğimiz şeyi iyi anlamak lazım. Canlı kendi iç ortamını dış dünyadan koruyabilen ve bu özelliğini diğer nesile iletebilen kapalı sistemdir. İlkel atmosferde ilk aminoasitler ve proteinler kendiliğinden rahatlıkla oluşabilmektedir.(Örneğin Alanin aminoasidi bir karbona bağlı karboksil (COOH), amonyum (NH2) ve metil(CH3) ten oluşur. İlk virüs ise RNA dediğimiz bir dizi nükleikasidin (toplam 20 aminoasit vardır, 5 tane de nükleik asit) birbirine bağlanması ile oluşan bir ipliğin etrfındaki bir dizi fosfolipidin oluşturduğu zardan ibarettir. Zaten bu zarlar fosfolipidlerin olduğu ortamlarda bir araya gelme ve bir kabarcık oluşturma eğilimindedir. Mesela bu kısa RNA zincirinin içine girmesinden ibarettir. İşte buyrun size ikl canlı. Ama bunlar canlıdır iç ortamını dışardan korur ancak üreyemezler. Bunların üremesi için gerekense bir iki enzimdir. Eğer bu enzimler oluşur ve bir kere virüse girerse bundan sonra RNA otamatik olarak çoğalır ve aynısını oluşturup ikiye bölünür. Buna bakteri denilir. Evrim de bunla beraber başlar. Doğada hareketsiz bakteriler vardır ve en eski bakterilerdir. Bulundukları ortamdaki besinleri zarlarını çökerterek içeri alırlar ve yapı taşı olarak kullanırlar. Bir bakteri saniyede yüzlerce kere bölünebilir ve bu bölünme sırasında radyasyon gibi etkiler sebebiyle hatalı DNA lar oluşturur. Bu hatalar yeni bakterinin yaşamasına müsade etmiyorsa bakteri ölür. Beslenmesini zorlaştırıyorsa fazla yaşamaz ve üreyemez soyu kurur. Eğer zarında küçük bir kamçı oluşumuna yol açıyorsa, bu onun hareketini ve besin bulmasını sağlar. Soyu devam eder. Böylece evrim geçirmiş olur ve yararlı özellik sonraki soya aktarılırken, zararlı özellik soyu oluşamadan ortadan kaybolur. Bu insanın farklı özellikte olan iki çocuğunda zeki, güçlü olanın daha rahat eş bulup soyunu devam ettirmesi, daha kolay besin bulabilmesine benzer. Sık verilen bir örnekte olduğu gibi iki zürafa kardeşten kıtlık zamanında boyu uzun olanı yüksek dallara erişebilip soyunu devam ettirirken,kısa olan açlıktan ölür ve soyu kurumuş olur. Artık daha sonraki nesil daha uzun boyludur bu böyle devam eder gider. Paleontolojik araştırmalar bulunan tüm fosillerde bu evrim kuralına uygundur. Hiçbir zaman ileri düzeyde bir varlık daha önce çıkmamış ve sürekli gelişmiştir. Örneğin yılanlarda bacak artıkları derilerinin altındadır. Bazı sürüngenlerde hala balıklıktan kalma solungaçlar durur. İnsanda gereksiz diye alınan yararsız apendix (iltahabına apandisit denir) kuşlardaki bağışıklık sistemi bursa fabriciousun artığıdır. Şempanze ile genlerimiz yüzde 98 aynıdır. Burada ancak bu kadar özetleyebildim. Bu konularda yazılmış yüzlerce bilimsel eser var arkadaşlar. Bu her biri bir cümlede geçtiğim konularda ansiklöpedi dolusu bilgi mevcut. Onun içindir ki bu kadar kolay anlayamayabilirsiniz. Ben bu konularla ilgili belki 1000in üzerinde kitap okudum. Hala da okuyorum. Yani hiç biri hakkında bilginiz olmadan nasıl oluyor bu işler diye düşünmekle anlayamaz hiç kimse. Araştırmak hep okumak lazım. Yoksa eksik bilgiyle her şeyden hayrete düşer anlayamıyorum bu düzeni öyleyse biri yapmış der çıkarsınız işin içinden. Sevgiler, saygılar...
  7. Bu sorularınızın cevabını eğer din kitaplarında değil de bilim kitaplarında arasaydınız fazlasıyla bulurdunuz. Eğer bilim kitaplarında anlayamadığınız bir nokta varsa, lütfen tekrar okuyun her şeyin nasıl olduğunu bulursunuz. Bunu yaparken çıkacak her türlü cevabı kabullenebilmelisiniz. Varlığınızın bir amacı olmak zorunda değil, sadece olaylar silsilesinin sonucu olduğunu görürsünüz. Her şeyde bir amaç yoktur. Bazen ortaya çıkan sadece sonuçtur, yani sadece nedensellik vardır. Kendinizi olduğunuzdan daha yüksek bir değer ve mertebede görmek aslında çok anlamlı bir amaç uğruna ortaya çıkmış yüce bir varlık olarak görüp içinizi rahatlatmak istiyorsanız da o zaman tavsiyem din kitaplarını okumanızdır. Unutmamalı bilim tarafsızdır ve çıkacak sonuçları olgunlukla karşılamaktan başka yapılacak bir şey yoktur. Sevgiler,saygılar...
  8. HY nın tarzı diğer dindarlara göre en aklı başında olanı diyebilirim. Aslında kendi düşündükleri olmasa da en azından tanrının varlığına dair bilimsel kanıtlar arıyor. Fakat ne yazık ki bilime tam olarak hakim değil. Kısmen doğru olan bilimsel düşüncelere yanlış yorumlar eklemekte üstüne yok. Mesela yazıda özetle maddenin aslında olmadığını ve bunun sadece algı şeklimizden kaynaklandığını, bundan dolayı da Tanrının ve yaratıcının varlığının kanıtlandığını söylemiş. Bir kere dinsizin dine inanmama sebebi dinin varlığına dair kesin bilimle açıklanamayacak kanıt görememesindendir. Maddenin yokluğu yoktan var edilmek değildir. Çünkü her şey madde değildir. E=mc2 den anlaşıldığı üzere madde ve enerji birbirine dönüşür, kaybolmaz. Sıkıntı enerjinin ne olduğunu insanların tam olarak kavrama sıkıntısıdır. Bu yokluk değildir. Madde olarak yokluk ama enerji olarak max var olma demektir. Enerji insanın kontrolü altındadır. Laboratuvarlarda pozitron(antimadde) ve elekton çarpıştırılıp madde yok edilmekte, geriye 2 gama ışıması kalmaktadır. Bu gama ışınlarından da yeniden madde ve antimadde elde edilebilmektedir. Dahası bu olay atmosferimizin üst tabakalarında da kendiliğinden olmaktadır. HY nın burada, bu enerji dönüşüm formülünü tam olarak çözemediği idrak edemediği görülmektedir. Başlangıçta yokluk değil ama maximum enerji olması maddenin daha oluşmamış olmasının ise tanrıyla hiç bir ilgisi yoktur. Bu sadece bu anın öncesinde muhtemelen hayal etmekte zorlandığımız dev partüküler bir çarpışmanın ortaya çıkardığı enerjidir. Bu ise çok ama çok daha büyük evrene sahip olduğumuzun ve bu çarpışmaların sıkça oluştuğunun bir kanıtıdır. Zira evrenimiz ve yıldızlar balon modeli şeklinde genişlemektedir bu doğrudur. Ancak her yönden gelen nötrinolar, kozmik ışınlar (elektronunu kaybetmiş ışık hızındaki atom çekirdekleri) evrenin patlama merkezinden değil her yönden gelmektedir. Bu da evrenin, bizim evrenle sınırlı olmadığı ve bigbang patlaması ile saçılan madde-enerji dışında da çok daha geniş alana yayıldığını göstermektedir. Tanrıyı değil...Ama dediği doğru başta madde yoktu ki madde enerji paketlerinin diğer benzer enerji paketlerinin kendine yaklaşmasına kısmen engel olan ölçümlenebilir dalga hareketinden ibarettir. Ama bu maddenin yokluğu, enerjinin varlığıdır. Eğer bu konularda yeterince bilginiz yoksa bunu yokluk sanabilirsiniz tabi... Paralel sinire gelince herşey tam olarak yazıda verilen örnekte denilen gibi olmaz. Zira sinirlerin görevi bellidir. Otobüste ölen adamın algılarını hissedip kazadaki tüm acıyı algılasanız bile, yazıdaki gibi komaya girmezsiniz. Koma beyin hasarı sonucu olur. Burada beyinin destek dokusu, beyin sıvısı, damarları da hasar görmelidir. Ama sırf algıladınız diye bu hasar oluşmaz ve komaya girmezsiniz. Koma inanılarak girilen bir durum değildir. Koma için gerçek hasar sonucu beyin hücrelerine oksijen ve glikoz gitmemesi gerekir. Bunun sonucunda da ne algınız ne düşünceniz kalır. Hücreler görevini yapamaz. Bu olayda kazayı geçiren gerçekten acı hissetmez ve ölürken, diğer yanda kazanın acısını bir an hissedip daha sonra algının da kaybolacağı beyinde ise düşünceler devam eder, ama algı bozukluğu olur, komaya falan da girmez. Bu arada düşünceleri devam edeceğinden yaşadığını bilir. Yaşadığını bilmek için algı gerekli değildir, bilinçli olduğunun farkında olmak yeter. Kaldı ki bu doğru olsaydı bile, yine de tanrının varlığına bir delil olmazdı. Bu konu Matrix, yapay zeka gibi filmlere de konu olmuştur ve daha bir çok bilim-kurgunun ana konusudur ve öyle çarpıcı ve ilk defa düşünülen birşey değildir, üstelik antik yunandan beri de felsefede tartışıla gelmiştir. Zaten hep olasılık halinde düşünülmüş bir konudur. Ama bu tanrı varlığına bir kanıt değil, başka bilimsel gerçeklerin de olabileceğine dair bir teoridir. Tanrının kanıtı olması için bugünkü bilimsel yöntemlerle kabul edilebilecek somut bir kanıtın ortaya çıkmasıdır. Oysa ki, inananlar açıklamakta zorlandıkları her mevzuyu tanrının kanıtı olarak göstermekte, kısa süre sonra da bilim tersini gösterip sebeplerini açıklayınca aslında bu durumun da kendi kitaplarında öğretilerinde var olduğunu daha önce yanlış yorumladıklarını öne sürmektedirler. Benim naçizane tavsiyem dine inanan arkadaşların, bilimsel konularda her dalda kendilerini iyi yetiştirmeleri ve bilimsel düşünceyi anlayabilmeleridir. Eğer bu yolla vicdanları rahat akılarında hiç kuşku kalmadan tanrının varlığını ispat ederek inanırlarsa da bana düşen saygı duymaktır. Yalnız bundan sonra yapılması gereken de bu kanıtın bilim adamlarınca tarafsız olarak araştırılmasını ve aynı sonuca ulaşılmasını sağlamaktır. Sevgiler, saygılar...
  9. Ölü Adam

    ateizm

    Ateizm ile dinin farkı şudur. Din kabul etmeyi ve teslimiyeti gerektirir. Ateizm akıl yoluyla yani bilimle kabulü savunur. Din kuralları koyduğu için destek veriyor görünürse bile gerçeği bulduğunu düşünen dindar araştırma için bilim için motivasyon hissetmez. Ateist hiç bir şeyi sırf birisi dediği için kabul etmez, dolayısı ile sürekli araştırır. Dindar öğretisine aykırı bir sonuçla karşılaşırsa buna direnir ve yanlış kabul eder görmezden gelir. Ateist asıl tanrıyı arayan ama bulamayandır. Dindar aklına yatmayan dini bir konu olduğunda tanrının emri tartışılmaz der geçer. Ateist için yanlış kim ve ne derse desin yanlıştır. Din her soruyu tartışamaz özgür değildir, kutsala hakaret olarak görür (Tanrıyı kim yarattı gibi? Buna onun başı sonu yoktur, hep vardı, kendini yarattı gibi değişik dinlerde değişik cevaplar bulunur. Ama tanrının hep var olduğuna başlangıcının olmadığına inanabilirken aynı anda her şeyin bir yaratıcısı olması gerektiğine inanması başlı başına çelişkidir!). Ateist te hiç bir tabu olmaz, düşünülmesi yasaktır diye bir son durağı yoktur, her şeyi düşünmekte özgürdür. Dindarlar emir gereği bazen savaş hali, cihat, yola gelmeyen kafir gibi çeşitli bahanelerle şiddeti maruz görebilir. Ateist aklı ile kısa sürede Humanizmin gerekliliğini bularak Humanist olur ve asla kimseye zarar vermez (Örneğin Ateistler arasında yaşayan bir müslümana asla zarar verilme ihtimali yoktur, sadece en fazla bilimden uzak dogmalarla yaşayan biri olarak sınıflandırılabilirler. Fakat aksi olduğunda vay din elden gidiyor, susturun şunu, vurun kafire diye fetva veren birisi elbet çıkar). Budistleri kafir olarak gören bir Müslüman, kazayla bir başka ülkede Budist bir ailede doğsaydım, şu anda Budisttim ve Müslümanları düşman olarak görürdüm diye düşünemez (Çünkü din, aile ve çevreden ya da okuduğumuzda tam olarak anlayamadığınız kutsal kitabı açıklayan ve o işin piri olduğunu iddia eden ondan bundan öğrenilir. Diğer dine inanan ülkede doğmuş olsaydı, o dini anlatan ailesi, çevresi ve tefsircileri olacak ve o zaman da bu dinin yeryüzündeki en üstün din olduğuna inanacak, hatta belki de çıkacak bir din savaşında zevkle müslümanları öldürecekti. Dünyanın müslümanlar coğrafyasında yaşamayan 12 de 11i ne de olsa kafir sayılır, kuvvetle muhtemel de cehennemdeler, tabi o dinlere göre de müslümanlar). Ateist için tanrı ihtimal dahilindedir ama olduğuna dair somut kesin bir bilimsel kanıta ihtiyaç duyar ve ateistliği ailesinden, çevresinden değil kendi aklıyla bulmuştur. Yazacak o kadar çok fark daha var ki, ama ben şimdilik bu kadar yeter diyorum. Sevgiler, saygılar...
  10. Elektron asla bir süre sonra atom çekirdeği üzerine düşmez. Çünkü iki kütle karşılıklı olarak birbirini çeker. Dönme hareketi ise merkezkaç kuvveti yaratır. Bu iki kuvvet sonucu aslında büyük cisim daha az ve küçük cisim daha fazla yalpalayarak birbirleri etrafında dönerler. Yani dünya da az da olsa ayın etrafında dönmektedir. Ama genelde küçük kütleli cismin dönüşü yörünge hareketi olarak kabul edilir. Uzay tam bir boşluk değildir. 1 metreküp uzayda 3 hidrojen atomu vardır. Bu da milyarlarca yılda sürtünmeye yol açar. Üstelik bu atom sayıları büyük kütleye yaklaştıkça artmaktadır.Örneğin atmosferimiz ekzosfer denilen yüzlerce kilometre uzaya kadar devam eder ama atom sayısı azalır yoğunluk düşer. Yörüngedeki uydular ve roketler bu sınırın altındadır ve kuvvetli sürtünmeye maruz kalırlar. Uydular güneş enerjisini kullanarak bu mesafeyi tekrar ayarlar ve sürtünme sonucu yavaşlamalarını engellerler. Bu engellemenin olmadığı hurdalar sürtünmeyle yavaşlar ve düşerler Şimdi gelelim elektrona. Atomsal seviyede sürtünme yoktur. Bilinen en küçük kütle elektrondur ve atom çekirdeği ile elektronu arasında hiç bir kütle de yoktur. Dolayısı ile elektronu çarpmasıyla yavaşlatacak herhangi bir küçük kütle olmadığından sürtünme yoktur ve asla yavaşlamaz ve hızı değişmez bu sebeple de çekirdeğe düşmez 1.Atom dediğimiz sadece, Big Bang patlamasından çekirdek kuvvetlerinin oluşması ve standart model dediğimiz yüzlerce partikül çeşidinin oluşmasından çok sonra oluşmuş bir ara birimdir. Yani atom olmadan önce bozonlar, leptonlar, takyonlar oluşmuştur. Eğer onların da öncesi ve ilk başta ne vardı güç mü vardı demek istiyorsanız. Big Bang patlamasını CERN'de araştırılan Higgs bozonu gibi ama bundan çok daha büyük kütleli iki parçacığın çarpışması olarak açıklayabiliriz. Bu da bizim evrenimizin algılarımızın şimdilik yetmemesi sebebiyle ölçemediğimiz çok daha büyük ölçekte en az 10 üzeri 200 Big Bang tarzı partikül çarpışmasının yaşandığı bir evrenin bir parçası olduğunu gösteren bilimsel bir kanıttır sadece. Bu çarpışmalara Tanrı demek istiyorsanız başka tabi ama unutmayın bilim bu çarpışmaların ve onun evellerininde başlangıçlarını sorgular ve bulur. Yani ha adına tanrı deyin ha demeyin onunda bir başlangıcı olacaktır. O yüzden Tanrı kavramı gereksizdir ve hiçbir şey de ifade etmez. 2.Elektronların şu anda ivmesi 0'dır yani yoktur. Hızları vardır ve değişmez. Başlangıçtaki ivme ise Big Bang sebebiyledir ve biraz önce anlattığım gibi o da parçacık sonrası ortaya çıkan enerji sebebiyle oluşmuştur 3.Atom var olduğu müddetçe demin de söylediğim bu boyutta sadece boşluk olup sürtünme olmamasından dolayı bu durumu koruması gereken hiç bir güç yoktur ve olmayacaktır, elektronlar sabit hızları yavaşlamadan dönmeye devam edecektir 4.Atomdan bağımsız olan yüzlerce enerji parçacığı vardır zaten (Nötrino,foton,muon,gluon,kuark,takyon vs vs). Bunların kütlesi yoktur. Kütle dediğimiz enerji parçacıklarının M modeli dediğimiz String modelinin gelişmiş haliyle açıklanan salınım hareketleri sonucu yükleri sebebiyle algıladığımız bir nevi enerji kalkanlarıdır. Biz bu enerji kalkanını geçemediğimiz için madde,atom,elektron vs gibi isimlerle tanımlarız. Sizin yere göğe sığdıramadığınız bu enerji parçacıklarına ise bilim sayesinde çok güzel müdahele edip yönetebilmekteyiz. Bu parçacıkları hızlandırıcılarda planlayıp ortaya çıkardığımız çarpışmalarla ortaya çıkarmakta ve istediğimiz gibi kullanabilmekteyiz. Yani atomdan bağımsız varlığı mümkün olan sizin anladığınız anlamındaki kütlesel evren anlayışınıza ait olmayan bu parçacıklar elimizde şu an oyuncaktır. Bunlara tanrı demek isterseniz siz bilirsiniz tabi. 5.Bilinen evrenin bir sonu yoktur. Her atomun da bir sonu yoktur. Bilimsel olarak ortaya çıkmıştır ki evrenimiz açık evrendir, yani yeniden kendi üzerine kapanmayacak ve sonsuza dek genişleyecektir. Bu da demek olur ki bazı atomlar ilk hızlarını sürtünme olmadığından koruyarak sonsuza dek varlığını koruyacaktır, hele ki nötrinolar gravitasyondan hiç etkilenmediklerinden asla bir sonları yoktur ve sonları olması düşünülemez.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.