Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Demokrasi yada hiç

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    25
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Demokrasi yada hiç - Başarıları

Çırak

Çırak (3/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. Ölçüm türk veya kürt değildir,emperyalizm karşıtlığının konjöktürel değişimidir.
  2. Alman siyaset bilimci ve hukukçu Carl Schmitt'ten daha önce söz etmiştim. Schmitt'e göre devlet, daha kuruluş aşamasında "dost" ve "düşman" ayrımı yaparak politik alanı belirler. "Biz" ve "ötekiler" ayrımı sadece devletin değil, genel olarak milliyetçi siyasetin de temelidir. İnsanlık tarihinde; çok kültürlü, çok dinli ve çok dilli imparatorluklardan, ulus devletlere geçiş bazı ülkelerde gayet sancılı, hatta kanlı olmuştur. Çünkü " ulus devlet ", mantığı gereği bir "millet" tanımı yapar. Bu tanımda, millete dahil olanlar sayılırken, millete düşman olan ya da milletin özelliklerini " yeteri kadar " taşımayan unsurlar da belirlenir. Yine tanım gereği millet, "saf", "temiz", "halis" bir varlıktır. "Düşmanlar" ya da "ötekiler" ise bu arı varlığı kirletebilecek, bozabilecek ya da hayatına kastedebilecek... Dolayısıyla tehlike yaratabilecek öğelerdir. Bu tasavvur elbette bir hayal, bir kurgu, bir politik fantezidir. Çünkü "saf millet" yoktur. Peki, o zaman ne yapmalı? "Ötekini bertaraf ederek saflığa ulaşmalı!" İşte kavga da, kan da, acılar da buradan çıkar. Osmanlı gibi bir imparatorluğun yıkıntıları üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde yukarıda anlatmaya çalıştığım politik fantezinin etkileri görülür. Aslında olay 1923'ten önce başladı... İttihat ve Terakki yönetimi devleti emniyet altına almak için çevre ülkelerden " güvendiği " Müslüman unsurları Anadolu'ya yerleştirirken, 1915'teki büyük tehcirle Ermenileri kapı dışarı etti. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Yunanistan ile yapılan " mübadele " anlaşmasıyla halklar iki ülke arasında yer değiştirdi. Başka dinden olanlara yapılan doğrudan baskılar; 1942'deki Varlık Vergisi, 6-7 Eylül (1955) olayları derken 1960'lara kadar devam etti. Neticede geriye bir avuç Yahudi, Ermeni ve Rum kaldı. Ancak saf bir millet oluşturma fikri gayet güçlü bir hayaldir ve "milliyetçi politika" demek, aynı zamanda bu hayali sürdürmektir. Milliyetçiliğin olduğu yerde "düşman" ve "kötü öteki" hiç bitmez. Ulus devlet hep tehdit altındadır. Bunun tezahürlerini hep görmekteyiz: Faşizmin Avrupa'yı kasıp kavurduğu dönemlerden devşirilen, "Ya sev, ya terk et" sloganı bugün dahi kullanılabiliyor. İşin kötü yanı şu: "Sert" milliyetçilerin ağzına yakışan bu slogan... Eğitimli, az buçuk dünyayı tanımış, sağduyu sahibi olduğunu sandığımız, "çağdaş" denilen insanların dahi dilinde... Herkes sinirlendiği kişi ya da grubu, bir yerlere göndermeye kalkışıyor: Malezya, Suudi Arabistan, İran, ABD en gözde " sürgün " diyarları... Halbuki... Göndermek, ihraç etmek, dışarıya atmak, tehcir etmek, defetmek, sürgün etmek yerine... " Kardeşim nedir senin sorunun, gel şuna bir çözüm bulalım " demek daha doğru değil mi? AKP, geçen yıl Kurban Bayramı'nda, duvarları, üzerinde, Başbakan Erdoğan'ın fotoğrafından başka, "Kurban olam ayına yıldızına" yazan afişlerle donatarak milliyetçiliğe göz kırpmıştı. "Bayrak" elbette çok önemli bir değer. Onu tartışacak değilim. Ancak, yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, milliyetçilik (bilhassa " sert " olanı) tabiatı icabı " bölücü " bir ideolojidir. Çünkü sürekli düşman üretir. Hep birilerini " öcüleştirir "! İktidar partisi bu yıl bayram sloganını değiştirmiş: " El ele, omuz omuza, gönül gönüle, nice bayramlara... " diyorlar. İşte bu daha iyi! Hem de çok daha iyi. Çünkü... Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt'ın da vurguladığı, "demokrasi, insan hakları, özgürlük ve barış " gibi değerler çevresinde bir araya gelinecekse... Bu ancak, ayrımlar yaratıp dışlayarak değil, " kucaklaşma politikaları " uygulayarak olur. E.aköz Burhan Özgen Savaşı meşrulaştıran en temel fikirlerden biri savaşılan güçle bir tür var olma yok olma ilişkisinin kurulmasıdır. Oldukça basit gibi görünen, “ben” öznesinde hem öfkeyi hem de bir tür boyun eğmeyi kolaylıkla oluşturan bu söylemin kaba hali şu şekilde inşa edilir: “Eğer karşı tarafla savaşılmazsa ya da karşı taraf yok edilmezse sen yok olacaksın. Senin sahip olduğun, canla-başla kurduğun bir ideal vardır ve bunu ortadan kaldırma tehlikesi (gücü) taşıyan öteki güçler vardır. Öteki güçler durmaksızın seni yok etmek, sahip olduğun zenginlikleri ele geçirmek için didinip dururlar. Sen kimsenin malında, canında, toprağında gözü olmayan saf, masum ve dürüst bir insanken, ötekiler senin malına, canına, toprağına kastetmek için gece gündüz demeden çalışırlar.” Bu söylem vatan, tarihsel miras, milliyet gibi çeşitlemelerle süslenir. Dolayısıyla da acımasız bir düşman kuşatması altında mağdur edilmiş ve edilmekte olan bir kimlik tablosu çıkar ortaya. Benzer bir biçimde “su uyur düşman uyumaz” formülasyonu da ben öznesine olabildiğince masumiyet yüklü bir içerik kazandırırken, ötekini katıksız bir bencillik ve art niyet halesiyle donatır. Bu durum ötekiyle kurulan ilişkinin daha ilk basamaklarında paralize olmasına yol açmaktadır. Daha başlangıçta problemli olarak kurulan bu ilişki zaman içerisinde ötekini anlama çabasının gelişmesini sağlamak bir yana gittikçe kabaran bir benliğin oluşmasına neden olmaktadır. “Ben” şiştikçe şişer, ötekine biçilen düşman halesi de gittikçe daha somut bir hal almaya başlar. Tarihsel olarak bakıldığında özellikle de dinsel kimliklerin böylesi “biz” ve “onlar” kategorileri etrafında biçimlendiği görülmektedir. Ama milliyet olgusu, dinsel ötekileştirmenin bu mirasını da devralarak katmerli bir ikili karşıtlık durumunu içeriğinde sağlamlaştırmıştır. İkili karşıtlıklarla düşünme biçimin bir sonucu olarak karşımıza çıkan bu durum, sadece savaş için gerekli olan ekonomik kaynakları ve insan gücünü sağlamaya yardımcı olmakla kalmaz; bununla birlikte sivil alan içersinde de ideal olarak ortaya konulan bu değerler dışındaki tüm etkinlikler anlamsızlaştırılmaya çalışılır. Sanki militarizm aynı zamanda kendi araçlarından biri olan sis bombasını patlatmıştır ve bu, kışladan çıkarak tüm siyasal ve kamusal alana doğru yoğun bir biçimde yayılmıştır. Böylece kamusal alanda da herkes militarist kavramlarla düşünmeye zorlanır. Belirli araçlarla başlayan bu süreç, gittikçe toplumsalın içinde insanların birbirleri üzerinde bir tür denetim mekanizması oluşturması sonucunu doğurur. Çeşitli kamusal ve siyasal yapılar, sivil toplum örgütleri, medya kuruluşları kimin daha vatanperver olduğu minvalinde birbirleriyle yarışırlar. Bir de bakarsınız ki bir vatandaş bir ordu mensubu gibi konuşmaya başlar: “Koşulsuz silah bıraksınlar, derhal teslim olsunlar, sınırdan şu kadar geri çekilsinler, mecliste temsil hakkı verdik daha ne istiyorlar...” vs... Bu durumu iki yönlü okumak mümkün gibi görünüyor. Biri özerk düşünme gücündeki zayıflık ve kendi varlığını devletin dışında bir varlık olarak görememe durumunun bir yansıması olarak ortaya çıkan durum; ikincisi ise devlet (bu bağlamda daha çok ordu) ne yaparsa yapsın doğru yapar düşüncesinin hala devam ediyor oluşudur. Toplumsalın içindeki bu türden meşrulaştırma dinamikleri devlet mekanizması içindeki iktidar odaklarının temsiliyet gücünü pekiştirmektedir. Bu gücün siyasal olan içerisindeki yankısı ise kabarmış bir milliyetçi söylem olarak çıkmaktadır karşımıza. Bu bağlamda değerlendirildiğinde devletin iktidar mekanizmaları içinde oluşan zaafların toplumsal içerisinde milliyetçi söylem olarak telafi edilmeye çalışıldığı görülmektedir. Türkiye’de siyasal tablonun geneline baktığımızda “temsiliyet” meselesinin yeniden düşünülmesi gerekliliği kendini hissettirmektedir. Burada söz konusu olan kimin neyi, ne kadar temsil ettiği durumundan ziyade, iktidar mekanizmalarının ne tür üsluplarla hangi zeminler üzerinde kendini kurmaya giriştiğidir. Ötekinin adına konuşmak, onun yerine karar vermek ve verilen kararları onun kararlarıymış gibi yansıtmayı da aşan, militarist bir zihniyetin en sınır durumları yaşanmaktadır. Bunun en açık göstergesi serbest bırakılan askerlerle ilgili olarak bir bakanın bir generalden farksız bir zihniyet ve üslupla dile getirmiş olduğu, insan hayatını en uç noktada değersizleştirici ifadeleridir. Aslında, bu açıklamalar bir bakıma diğer tüm hamasi söylemlerin bir tür ters yüz edilişini de beraberinde getirmiştir, Asker cenazelerinde matemli bir ifadeyle boy göstermenin en azından bundan sonra, asker aileleri açısından pek inandırıcı bir yönü kalmayacaktır. Savaş makinesinin toplumu yatay bir biçimde kat ettiği zaman dilimlerinde o makinenin bertaraf edilmesini sağlayacak araçlar da artmaktadır. En önemlisi de iktidarın bununla ilgili ürettiği dili bozmak, onun anlamsızlaştırma girişimlerine karşı yaşamsal direniş motorlarını harekete geçirmek gerekmektedir. Ötekini anlamak, onunla teması arttırmak, toplumsalımız içindeki “yabancı”, “düşman” gibi kavramları bükerek, birbirimizin varlığını olumlayıcı kavramları oluşturmamamız zorunluluk taşımaktadır. Ötekini olumlamak, kendi varlığımızı olumlamayı güçlendirmektedir. Bunun anlamı kültürel dinamiklerin de harekete geçirilmesidir. Tüm olan bitene rağmen, önemsediklerimizin önemsizleştirilmesine direnmek, naif ama bir o kadar da güçlü bir varoluşun göstergesidir. Witgeinstein “Tractatus”unu büyük oranda, birinci dünya savaşında, cephedeyken yazmış. Bir filozofu cepheye de yollasanız kafasındaki felsefi sorunları söküp atamazsınız. Walter Benjamin, Nazilere yakalanmamak için İspanya sınırından geçmeye çalışırken, yanındakilere “eğer ben tökezlersem beni önemsemeyin elimdeki bavulu kurtarın” demiş. Bavulun içinde el yazmaları vardı. Benjamin’in tüm yazdıkları birinci dünya savaşı ile ikinci dünya savaşı arasındaki dönemde kaleme alınmışlardır. Hep bir savaş gerilimi altında yaşayıp bu denli güçlü bir varoluş estetiği oluşturabilmek savaşın ve militarizmin asla giremeyeceği güçlü bir alan oluşturabilmekten geçmektedir. Kültürel dinamiklerimiz savaşın kurallarından, yasalarından ve de tüm bir militarist söylemden çok daha güçlüdür. Yapmamız gereken, sadece biraz hatırlamak; yapmamız gereken Şivan Perver’i, ardından Erkan Oğur’u ve ardından belki Ermenice, Arapça ya da Süryanice bir türküyü dinlemek. Tüm bunlar yan yana olan, birbirinin karşıtında asla olmayan kültürel unsurlarımızdır. Kültürel coğrafyada ikili karşıtlıklar, hiyerarşiler yoktur. İkili karşıtlıklarla düşünme biçiminden vazgeçmemiz, “biz-onlar” kategorilerini yapıbozuma uğratmamız gerekiyor. Ayşe Önal Üç yazıdır İngiliz televizyonlarına takılıyorum. Kültür emperyalizmine esir olurum diye korkuyordum. Sadece çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Parlamento maketinin ITV televizyonu kanalı marifetiyle patlatılıp, İngiliz parlamentosunun kurtuluşunu izledikten sonra acaba bizde olduğu gibi BBC, kopyasını yaptı mı diye kanalı değiştirdim. Yanılmışım. Henüz kopyalamanın faziletlerinin farkına varmamışlar. BBC, Afganistan’daki İngiliz askerlerinin belgeselini yayınlıyordu. Ne olur ne olmaz, ultra milliyetçiler sokaklara dökülür, biri fazla heyecandan silahını filan ateşler, ‘pencereden sızan bir kaza kurşununa heba olmayalım’ diye düşünüp, seyretmeye koyulmadan önce camları sıkıca kapattım. Belgesel ağlayan bir askerin anlattıkları ile başlıyordu. Hiç asker ağlar mı? Ağlasa iyi, savaşın kötülüklerinden söz ediyordu. Ailelerini, sevgililerini özlediklerinden, çok yorulduklarından.. El Kaide’nin vur kaç başarısından, kendilerine verdirdiği kayıplardan söz ediyorlardı. Adeta yenik bir ordu konuşuyor sanırdınız. Savaştan nefret ettiklerini söylüyorlardı. Bir asker, El kaide tarafından öldürülen arkadaşını hatırlayıp ağlarken, İngiltere’ye geri gönderileceğini bilse, hemen kurşunların üstüne atlayacağından söz ediyordu. Bir subay ‘kraliçe, ulus, ordu veya kendiniz, her kime hizmet ettiğinize inanıyorsanız ancak o inancı kullanarak burada olabilirsiniz. Aksi mümkün değil’ diyordu. ‘Gitti zavallılar’ diye dövündüm. Herhalde gazeteciler bunları tuzağa düşürdü ‘kamera kapalı’ dediler. ‘Biçareler bilmeden konuşuyorlar. Sabahtan tezi yok, vatana ihanetten yargılanacaklar.’ Nisan ayında da İran’da on beş gün rehin tutulan İngiliz denizciler için de çok endişelenmiştim. Döndüklerinde başlarına ne gelecek diye? Bir rastlantı sonucu, İran, İngiliz denizcileri serbest bıraktığında İran’daydım. Propaganda piyesini yakından izlemiştim. İngiliz denizciler, İran’la Irak arasındaki çatışma konusu olan kara suları sınırını ihlal ettikleri gerekçesiyle İran sahil güvenliği tarafından tutuklanmışlardı. Kendilerini savunmak için bir kurşun bile atmadan teslim olmaları yetmiyormuş gibi bir de çello kebabına hayran kalmışlardı. Bu süre içinde neşe ile satranç ve masa tenisi oynarken, televizyon izlerken, İran kara sularını bilerek ihlal ettiklerini itiraf ederken çekilmiş görüntüleri İran propaganda bakanlığınca dünya medyasına servis edildi. İngiltere’ye geri döndüklerinde tutuklanacaklar diye düşünürken, tam tersi oldu. Önce uçaktan iner inmez üniformalarıyla kameralara poz verdiler. Sonra sadece aileleri ile değil yakın arkadaşları ile buluşup hasret giderdiler. Üçüncü adımda sağlık kontrolünden geçirildiler. Dördüncü adımda üstlerine bilgi verdiler. En sonunda da basına röportajlar... Savunma Bakanlığı askerlere hikáyelerini basına satma izni vermişti. Rehine kadın asker verdiği mülakatlar için 100 bin sterlin aldı. Ancak asker ailelerinden gelen tepkiler büyüyünce bakanlık izni geri aldı. Boşuna telaşlanmışım. Askerlikte tek seçenek ölmek değilmiş. Bazen rehin alınılabilir, bazen ömür boyu sakat kalınabilir, bazen da sağ dönülebilirdi. Ece TEMELKURAN Babası, Güneydoğu'da ölen ilk askerlerden biriydi. Arkadaşım henüz beş yaşındaydı. Bugün o, "Daha fazla kan! İntikam!" demiyor. Onun sesine hepimizin ihtiyacı var. Bugün bu köşeyi, siyaseten hepimize yeni bir kerteriz olacağını düşündüğüm www.yenisoz.net adlı sitede yayımlanan yazısına ayırıyorum. Önünde acı ve saygıyla eğildiğim bu yazının tamamı ve başka "yeni sözler" için siteye bakmanızı öneririm. Dün Gabar Dağı'nda yitirdiğimiz 4 asker çocuğumuzun ve bütün ölen çocukların acısını bütün kalbimle paylaşarak... * * * Babam öldüğünde daha 12 Eylül bile olmamıştı. O ve bölüğü operasyon sırasında 'kırsalda' bir grupla karşılaşır. 'Ateş etmeyin, biz çobanız' diye bağırmaları üzerine babam bölüğe dönüp 'Ateşkes' dediği anda üç kurşun yer ve ağır yaralanır. (...) Toplam altı kişi ölür. O zamana kadarki en büyük çatışmadır. TRT'nin film kayıtları evde bir yerlerde durur hâlâ. Hayal meyal ben de hatırlıyorum; cenazeyi, bir askeri kargo uçağıyla bir yere gidişimizi, sonra helikopterle "memleketimize" nakledilişimizi. 'Büyüyünce asker olucam' 27 sene geçti. Babasız geçen bir çocukluk, ergenlik ve gençlik. Çok kızdığım oldu babama. Ne zaman annemle kavga etsem, babama kızardım, "Ne diye gittin, bizi babasız bıraktın" diye. İçinde baba geçen cümleler kuramazdım, başkalarından bahsederken bile. Annemden başkası "Çocuğum, oğlum" dedi mi, yüreğim burkulurdu; garip bir yetimlik kompleksi herhalde. Küçükken anlamazdım babamın neden öldüğünü, "Büyüyünce asker olucam; babamın intikamını alıcam" derdim. Sonra baktım ki, ardı arkası kesilmiyor ölümlerin, intikam yeminlerinin. ( ...) Sonra yavaş yavaş anladım ki, ölümlerin intikamını almak için verilen yeni canların intikamı da başka ölümlere tahvil ediliyor. Kan durmuyor; acılar, babasız, evlatsız kalan aileler geometrik olarak artıyor. Ne için, neden tüm bu acılar? Babasız geçen bir ömrün bedeli kaç hektar topraktır? Kim bana açıklayabilir, babamın şehitliğinin tam olarak neye hizmet ettiğini? Ya babamın ta 1980'de ölümü anlamsızdı, ya sonrakilerin ölümü alakasız. Komşularım, ayıplayan gözlerle bakıyorlar, balkonuma bayrak asmadığım için. Bilmiyorlar ki, ben evdeki Türk bayrağını dükkândan parayla ya da bir gazeteden promosyon olarak almadım; babamın tabutundan verdiler bize. Nasıl asayım o bayrağı? Hem benim acımı kaç metrekarelik bayrak, kaç kişilik yürüyüş ya da ne kadar hamasi nutuk azaltabilir ? Hayır, ben bayrak asmadım, asmayacağım. 'Şehit ölmez, oğul ölür' Ben HADEP'e de oy verdim, bağımsızlara da. Çünkü artık biliyorum ki, bu savaş çare değil; silahla olacak olsa 27 senede kesilirdi bu kan davası. Eğer bölünmeyecekse bu ülke, silahla değil; konuşarak, birbirimizi anlamaya çalışarak, siyasetle olacak ancak. Yoksa daha çok çocuk babasız büyüyecek, daha çok anne-baba acıların en büyüğünü, çocuklarından daha uzun yaşamanın kahrını yaşayacak. Boşuna bağırıp durmayın. Ben artık biliyorum: Belki milyonlar için şehitler ölmez ama bazılarımız için babalar, oğullar ve kardeşler ölür. Hem de öyle bir ölür ki, acısı hiç ama hiç tükenmez. 'Bir babam daha olsa' Başkaları nasıl ediyor bilmiyorum ama, bir babam daha olsa asla feda etmezdim bu vatana. Cemal Süreya'nın o kahreden dizelerinden hareketle, "Sizin hiç babanız şehit oldu mu, benim bir kere oldu; kör oldum". Artık göremiyorum bütün bu kanın neden aktığını! MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE Öcalan'ın mesajını kendi örgütüne yönelik "uyanık olun, bölünmeyin" şeklinde okumak mümkün. Ama bu mesaj bir gerçeği de tescil ediyor: "Farklı PKK'lar var." Farklı PKK'lar, farklı çıkarlar, farklı ilişkiler ve farklı hedefler demek. "Farklı PKK'lar" bile varsa, "farklı Kürtler" elbette olacak. Türkiye'nin, İran'ın, Irak'ın ve Suriye'nin farklı tarihleri, bu dört ülkeye özgü "Farklı Kürtler"i kısmen açıklıyor. Türkiye Kürtleri, aşiret uzlaşmaları üzerine inşa edilmiş bir Irak ve Suriye tecrübesine çok uzaklar. Köyün ortasından geçen sınır, akrabaları bile birbirinden ayırırken, iki tarafı birbirine değil, yüzlerce kilometre uzakta olan başkentlere bağlar. Çukurca Dohuk'a değil, Edirne'ye yakın hale gelir. Bu yakınlıklara yaşananları da ilave edince, ortaya aynı dili konuşan farklı Kürtler çıkar. Iraklı Kürt için 1974 tarihi, Türkiyeli Kürt için 12 Eylül 1980 tarihi önemli hale gelir. Tarih hafızadır. Hafıza ise kimliktir. O zaman "Bizim Kürtler"in mevcudiyetini idrak etmemiz gerekir. Kürt realitesi'nden "Kürt sorunu"na Türkiye'de "Bizim Kürtler" yaşıyor. "Bizim Kürtler"le yan yana, onlarla iç içe "biz", yani Türkler yaşıyoruz. Peki "farklı Türkler" yok mu? "Bizim Kürtler"in hemen karşısında da "Onların Türkleri" duruyor. Bu topraklardaki derin akla, birlikte yaşama tecrübesine bütünüyle yabancı, ithal marka bir etnisite merkezli dünya algılaması ile çevresindeki her farklılığa düşmanca bakan bir "onlar" var. Ulus devletten, üniter yapıdan bahsederek, Türklük adına hareket ettiklerini iddia etseler de, geçen yüzyılın ortalarından kalma Avrupaî bir şovenizmi temsil ediyorlar. Türkiye'de işte "Bizim Kürtler" ile "Onların Türkleri" tam karşı karşıya duruyorlar. Arada "Bizim Kürtler"i rahatsız eden bir "Kürt sorunu" var. Bizim Kürtler çözümden, "onlar" ise "hak verirsek daha fazlasını isterler"den yanalar. "Biz"e düşen ise haklıya hakkı teslim etmek, birlikte yaşayabilmek için ise adaleti tesis etmek olmalı. Mustafa Akyol, su gibi akıcı "Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek" başlıklı kitabına Cemal Gürsel'den bir alıntı yaparak başlıyor. 27 Mayıs Darbesi'nin hemen ertesinde yayımlanan "Doğu İlleri ve Varto Tarihi" isimli kitaba, devlet başkanı sıfatıyla yazdığı takdim yazısında Gürsel, "Dünya üzerinde 'Kürt' diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur" diyor. Onların gerçekte "Doğu Türkleri" olduğunu söylüyor. Bugün Kürtlerin "müstakil hüviyetli bir ırk" olup olmadığını kimse tartışmıyor. Kürt kelimesinin yöre halkının dağda yürürken çıkarttığı "kart-kurt" sesinden türediği iddiasını, bir zamanlar bu iddiaya sarılmış olanlar bile, en son eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman'ın vurguladığı gibi ironi konusu yapıyor. 1992 Mart'ında başbakan sıfatıyla konuşan Demirel'in, "Kürt realitesini tanıyorum" sözü, uzun Cumhuriyet tarihinin bir dönüm noktası idi. "Kürt realitesini tanımak" inkâr edilen ama yok edilemeyen, var olduğunu her vesile ile kanıtlayan "müstakil hüviyetli bir ırk"ın bu topraklar içinde, sayıca azımsanamayacak miktarda var olduğunu kabul etmekti. 2005 yılında Diyarbakır'da ilk defa bir başbakan, Recep Tayyip Erdoğan "Kürt sorunu"nu telaffuz ettiğinde, bu ayrı "hüviyet"in meşrû taleplerini de tanımış oluyordu. Önce Kürt vardı. Sonra Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan sorunları vardı. Üstelik bu sorunların çoğu Cemal Gürsel'in inkâr ettiği varlıkları ile devlet arasındaki ilişkiden kaynaklanıyordu. Hiç söylenmedi, ama Türkiye'nin en önemli sorunu da buydu. 12 Eylül'de C-5'te 90 gün direnen ve dik duruşuyla yaşayan efsane ülkücülerden biri olan kadim dostuma şu soruyu sormuştum: "Anandan öğrendiğin dili konuşmanı yasaklasalar, ne yapardın?" Kürtçe konuşma yasağından bahsettiğimi hemen anlamış ve tereddütsüz şu cevabı vermişti: "Dağa çıkardım." Türkiye'nin uzun yıllarına ipotek koyan "Kürtçe yasağı"ndan bugün, bu yasağı koyan Kenan Evren "bir hataydı" diye bahsediyor. Acaba biri, bu "hata"nın kaç insan canına mal olduğunu hesaplayabilir mi? Geçmişte yapılan hataların sahipleri, yani "Kürt sorunu"nun mimarları özeleştiride bulunurken bugün hâlâ devam eden hatalarımızı neden süzgeçten geçirmiyoruz? Türkiye'nin nisan ayından beri, yaklaşık altı aydır tartıştığı "sınır ötesi operasyon"un bir kriz şeklinde uluslararası alanda ve bölgede yol açtığı son zincirleme reaksiyonu hatırlayalım. Türkiye'nin "Kürt sorunu" olmasaydı, bu kriz çıkar mıydı? Bizim hatalarımız olmasaydı, iç sorunumuzdan kaynaklanan bir krizi ABD ile pazarlık konusu yapar mıydık? Hırsızın hiç mi günahı yok? Elbette var. Ama hangi hırsızın, yani hangi PKK'nın? Türkiye bölünecek mi? Basmakalıp bir ideolojik jargonun içine sıkıştırdığımız "bölünme paranoyası"nı, kocaman bir masaya yatırıp yeniden şerh etmeliyiz. Türkiye bölünür mü? Elbette ihtimallerden biri bu. Ama daha güçlü başka ihtimaller de var. Bir ihtimal ile ufkumuzu kararttığımız zaman, elimiz kolumuz bağlanıyor. Türkiye'nin bölünüp bölünmeyeceğine biz karar vereceğiz. Bugün vereceğimiz kararlara ve bulacağımız çözümlere göre geleceği belirleyeceğiz. Geçmişte koyduğumuz Kürtçe yasağı nasıl Türkiye'yi tehlikeli sulara sürükledi ise, bugün vereceğimiz kararlarla geleceği emniyetli bir limanda yeniden inşa edebiliriz. Türkiye'nin bölünüp bölünmeyeceğine "Bizim Kürtler" karar verecek. Tabii, "bizim" olmaktan çıktıkları zaman. Onların "bizim" olarak kalmalarına ise "biz" karar vereceğiz. Şayet kararı "onların Türkleri" verirse, Türkiye bölünecek. Çünkü "onlar"ın Kürtleri "bizim" olarak görme yetenekleri yok. DTP'nin geçtiğimiz ayın sonunda, Diyarbakır'da topladığı "Demokratik Toplum Kongresi"nin sonuç bildirgesi, "Türkiye bölünecek mi?" sorusuna, tam da doğru adresten gelen cevabı içeriyor. Israrla "Türkiye'nin bütünlüğü içinde", "Kürt sorunu"nun çözümünden bahseden bildirgenin, samimi bir dil kullandığı açık. Çünkü, "ayrı devlet" çözümünü "konjonktürel" ve "felsefik" gerekçelerle reddediyor. Cümle aynen şöyle: "... Ayrı bir devlet talep etme gibi felsefik ve konjönktürel gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına kadar gidebilecek bir süreci tetikleyecek siyaset anlayışı..." Konjonktür değiştiği zaman felsefî sakıncalar giderilebilir mi? Elbette giderilir; ama bugün bize lâzım olan "konjonktür" değil mi? Türkiye, üzerinde konuşamadığı, aydınlatamadığı için karanlıklar ve hayaletler üretiyor. Aynı bildirge'de, "Bizim Kürtler"e dair belirsizlik, aslında makul olmayan bir şeyin tutarsızlıklarını tüketme fırsatı bile bulamadığımızı gösteriyor. Öcalan'a ait olan ve Bildirge'de de savunulan "demokratik özerklik" talebinin salt bir retorikten ibaret olması gibi. Şu cümlenin içinden çıkmak ve çıkanları Türkiye gerçekliğine uyarlamak mümkün mü: "Demokratik özerklik... -salt "Etnik" ve "Toprak" temelli özerklik anlayışı yerine kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel bir yapılanmayı savunur..." Aslında bu cümle, bağımsız bir devlet kurmayı bir kenara bırakın, coğrafî esasa dayalı siyasî federasyonun veya otonominin de nasıl imkânsız olduğunu göstermiyor mu? Malûm "Bizim Kürtler"in yarıdan fazlası, Güneydoğu illeri dışında yaşıyor. "Talepler" arasında önemli bir yer tutan "komünal haklar" tartışmasını Türkiye'de başlatabilsek, bu tartışmalardan öncelikle Kürtler rahatsızlık duyacaklar. Benzer sorunların yaşandığı dünyada, hiçbir yerde çözülemeyen "komünal haklar" sorununu eğer ilk biz çözecek isek, çok uzun bir mesafe katetmemiz gerekecek. Tekrarlayalım: "Türkiye bölünecek mi?" sorusunun cevabını "Bizim Kürtler" verecek. "Bizim" olmaktan çıktıkları zaman da Türkiye bölünecek. Kürtleri "bizim" olmaktan çıkartacak olanlar ise "onlar" olacak. Öyleyse "bizim" duruma el koymamız, Türkiye'nin birlik ve bütünlüğü ile Kürtlerin onurlu eşit vatandaşlar olarak mutluluğuna kefil olmamız lazım. Her şey hazır. Şiddet denendi ve kendini tüketti. Zorlamayla, yasakla, yok saymakla sorunu çözeceğini zannedenler de sermayelerini tükettiler. Ekmeğini kana batıranlar her devirde olacak. Terör ticaretini "onların Kürtleri" ile "onların Türkleri"ne bırakarak "biz", "biz bize" her sıkıntının üstesinden gelebiliriz. 24 yıldır biriken kan gölü bile "Bizim Kürtler"i bizden, bizi de onlardan ayrı kılamadığına göre daha yürüyeceğimiz çok uzun bir yol var demektir. Gerisi? Allah kerim. Not: "Bizim Kürtler" tabirini zengin içeriğiyle birlikte, Artvin Valisi Cengiz Aydoğdu dostumdan ödünç aldığımı belirtmeliyim.
  3. buna izmirdeki rahibe cinayet teşebüsünüde ekliyebilirsin linç kültürüyle yaşamamız çok acı,demokrasi diyenleri bölücük ve hainlikle suçlayanlar geldiğimiz derin uçurumun farkında değiller.
  4. oprasyon çözüm değildir çünkü sorunu tespiti dar ideolojik tespitlerden ibarettir,sorunu amerika veyea avrupa ile konuşacağımıza göre kendimiz bir çözüm bulmalıyıunutulmasınki bu sorun otuz yıldır var ve otuz yıldır can alıyor,bir otuz yılı daha göze alıyormuyuz.
  5. demokratik tepki ayrı şey ırkçılık ayrı şeydir,bursada market yağmalayan ve çoğunun sabıkalı olduğu anlaşılan insanların demokratik tepki verdiğinden bahsedebilirmiyiz veya kocaelinde ahmet kaya tişörtü giyenin linç edilmesini,kavramları karıştırmayalım eğitim düzeyi düşük ülkelerde basınında pompalasıyla çok yanlış şeyler olabilir buda toplumsal ayrışmayı hızlandırıp ilkenin altına dinamit koyar,unutmayalım günde iki baskı yapan ve atanın selanikteki evi bombalandı yalanını yazan bir gazetenin kışkırtmasıyla,istanbul ve izmirde gayrı müslimlerin evleri ve iş yerlerine saldıran gürüh,tarihe 6 7 eylül denen utancı bu ülkenin siciline işlemişlerdir,biz neye karşı olduğumuzu biliyoruz ya başkasının sorumluluğu ve bilincinden eminmiyiz...
  6. siyasi ikdidarların yargıyı tekellerine almaya çalıştığı bu ortamda,hangi yargı ve hangi hukuk kaidesiyle partilerin kapatılmasına karar verilir,böyle hukuksuz veya hukukun siyasallaştığı bir ortamda sonuç hukuki olmaktan çok siyasi olur,onon için sürekli bağımsız hukuku gözetmek lazımdır çünkü bize de lazım olabilir.
  7. Sistemler belli ideolojilerden beslenerek kurulurlaher sistemin bir ekonomik ayağı ve o ayağında bir ismi vardır,sosyalim veya komünizmi karalayanların hangi bilimsel tespitleri vardır,yoksa özelleştirme ve vahşi kapitalizm yandaşları mı?
  8. olayı tespit,çözümün yarısısdır,milliyetçilk ulusalcılık adına ırkçı yükselişe göz yumanlar bilmelidir ki,bu faşizm renk değiştirerek,sizide vurabilir.
  9. komlo teorosi değil ozaman ben sana bilançoyu vereyim 50 uçak 30 milyon dolar bir köylü kadın ölü onlarca koyun telef kadının başında ağlayan çocukları ve 5 pkk lı ölü...... nasıl ruhu ve vicdanı tatmin ediyormu.....
  10. Medyanın vicdanları kirlettiği bir yerde dile saygı göstermesini beklemek doğru değil,reyting,reyting.
  11. Demokrasi başkasını anlama kültürüdür,memleketin yüzde doksan dokuzu müslümandır söylemi,bizi ötekine hazımsızca yaklaşmamız tehlikesini doğurdu,sünni olmayan,müslüman olmayan,türk olmayana,farklı yaklaşıldı,demokrasi yoksunluğumuz,insanların yarım ton kömür,bir paket makarnaya,ülkelerinin geleceğinden vaz geçmeye dek sürükledi.
  12. Partilerin kapanıp kapanmayacağına halk karar vermelidir,halktada bu bilincin gelişmesi lazımdır,oy verdikleri partileri iyi sorgulamalıdırlar,programlarını iyi tahlil etmelidirler,bunun içinde siyasi partilerin demokratikleşmesi lazımdır.
  13. operasyonun bilançosunun olmaması ve basının olayı amerikan dostluğunu pekiştirdiğinin işlenmesi bende kurgu şüphesi uyandırdı?
  14. tabik defalarca ve dikkatlice,insana dair çünkü,herkes okumalı.
  15. yazılanları irdelemek yerine yazanda bir kusur arama alışkanlığımız bazı şeyleri görmemize engel oluyor.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.