Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

alpagut

Φ Yeni Üyeler
  • İçerik Sayısı

    5
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Diğer Bilgiler

alpagut - Başarıları

Çaylak

Çaylak (2/14)

  • İlk İleti
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra
  • Bir Yıl İçinde

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. EADT Görüntülü Direniş Haberleri: THY'de Görüşmeler Uzlaşmayla Sonuçlandı Hava-İş ile Türk Havayolları A.O. ve THY Teknik A.Ş. arasında 16 Mart’ta başlayan Toplu İş Sözleşmesi süreci Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı arabuluculuğunda yürütülen görüşmeler sonunda 27 Ağustos’ta uzlaşmayla sağlandı. İmzalanan bu sözleşme 11.000’den fazla sivil havacılık işçisini etkiliyor. 16 Mart’ta başlayan görüşmelerde anlaşma sağlanamaması üzerine Hava-iş 20 Temmuz’da grev kararı almış, bunun üzerine işveren çalışanlara çeşitli baskılarla imzalattığı dilekçelerle grev oylamasına gidilmesini sağlamıştı. Grev kararının asılmasından sonra basında Türk Havayolları A.O. ve THY Teknik A.Ş. işçileri ve Hava-iş yönetimi aleyhine pek çok haber ve yazı çıkmış ve geniş kapsamlı bir sindirme politikası uygulanmıştı. Pek çok büyük gazetede grev oylamasında “Hayır” oyu kullanılmasına yönelik bir kampanya başlatılmış, Türk Havayolları A.O. ve THY Teknik A.Ş. yönetiminin türlü baskılarına rağmen oylamada işçiler greve “Evet” demişlerdi. Sendika yetkilileri pek çok süreçte önlerine çıkan kanundışı uygulamalarla grev oylaması sürecinde devamlı karşılaştıklarını belirtmiş ve bu uygulamalar hakkında suç duyurusunda bulunmuşlardı. Tüm bu süreçte medyada yer alan haber ve yorumlarda özellikle ücret talepleri özellikle ön plana çıkartılmış ve kamuoyuna “işçilerin zaten yüksek olan ücretlerini arttırma peşinde oldukları” izlenimi verilmeye çalışılmıştı. Grev oylamasında “Evet” sonucunun çıkmasıyla işverenin çaresiz kalması sonucunda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının çağrısıyla 15 Ağustos’ta arabuluculuk görüşmeleri başlamıştı. 27 Ağustos’ta varılan anlaşmayla süreç tamamlanmış oldu. Arabuluculuk görüşmelerinin başlamasının ardından Türk Havayolları A.O. ve THY Teknik A.Ş. işçileri ve Hava-iş yöneticileriyle yaptığımız röportajlar için: http://www.emekarastirmalari.org/ [email protected]
  2. 23 Ağustos 1927: 80 yıl önce Massachussets Eyaleti ve ABD hükümeti, Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti’yi elektrikli sandalyede katletti. Bu iki İtalyan göçmeni, anarşist olmaktan ve radikal emek yanlısı ve anti-militarist eylemciler olmaktan suçluydu. Adalet Bakanı Palmer’ın güdümündeki bir terör politikasıyla 1910’ların sonunda ve 1920’lerin başlarında hükümete karşı olan ve zamanın sendikal mücadelelerinde ve grevlerinde etkin olan göçmen radikalleri, anarşistleri ve komünistleri sokaklardan temizlemek amaçlandı. Bu politika, yargıç Thayer ve eyalet valisi Fuller tarafından uygulandı. Sacco ve Vanzetti’ye yönelik cinayet suçlaması geri çekilmesine rağmen “**** anarşistler” olmakla suçlanarak katledildiler. 1977’de vali resmi olarak onları affetti. Bu bir adli hataydı. Fazladan bir ölüm cezası verilmişti. Bugün; bu “hata”nın dehşeti ve davanın yeniden görülerek Nick ile Bart’ın masumiyetinin tanınmasını talep eden dünya çapındaki büyük gösterilerin anıları; işçi hareketinin ve devrimci hareketin kolektif hafızasının ayrılmaz bir parçasıdır. Çünkü dehşetin tek temeli yok edilmesi için daha on yıllarca mücadele gerektiren ölüm cezası değildi. Dehşetin bir diğer kaynağı, otoriterizm temelindeki politik sistemlere ve sömürüyle eşitsizlik temelindeki ekonomik sistemlere muhalif olan ve onlara karşı mücadele veren herkesi ölümle yargılayan 1920’lerin ABD’sinin ve bugün de dünyadaki tüm devletlerin baskıcı inadıydı. Bugün örgütlenerek işçi hakları ve anti-kapitalist devrim için mücadele yürüten proleterler ne kadar suçlularsa Sacco ve Vanzetti de zamanında o kadar suçluydu. 1920’de Sacco ve Vanzetti bir gösteriden hemen önce tutuklandı. Katılacakları gösteri, Adalet Departmanı binasının 14. katından “düşen” yoldaşları Andrea Salsedo’nun ölümünü kınamak için düzenlenmişti. Sacco, Massachussets’te bir ayakkabı fabrikasında çalışıyordu. Bir ailesi vardı. Haftada 6 gün, günde 10 saat işteydi. Fakat bunun yanında daha yüksek ücretler ve daha iyi çalışma koşulları amaçlayan işçi gösterilerinde de aktifti. Ve bu faaliyetleri yüzünden 1916’da tutuklanmıştı. Vanzetti’nin pek çok farklı işi vardı. 1916’da bir ip fabrikasında bir greve öncülük etti. Daha sonra bir balık satıcısı olarak çalışmaya başladı. İşte bu yılda “Nick ve Bart” tanışmışlar ve hepsi askere alınmamak için Meksika’ya kaçan bir İtalyan-Amerikan anarşist grubuna dâhil olmuşlardı. Aynı zamanda anti-militarist eylemcilerdi. 1920’de sabıkaları olmadığı halde siyasal ve sendikal faaliyetleri yüzünden tutuklandılar. Sacco ve Vanzetti’yi ellerinde tutmak için onları bir güvenlik görevlisinin cinayetiyle suçladılar. 1927’de ise elektrikli sandalyede katledildiler. Onlar bu yıllarda “özgürlük ülkesi”nde “kaybolan” binlerce sendika aktivisti ve devrimciden sadece ikisiydi. Onlar ve mücadeleleri düşüncelerimizde yaşıyor! O günden bu güne aynı kalan değerler ve haklar için, baskıya ve ölüm cezasına karşı mücadelelerimizi onlara atfediyoruz! Federazione dei Comunisti Anarchici - FdCA (İtalya) Omospondia Anarkhikon Ellados - OAE (Yunanistan) Alternative Libertaire - AL (Fransa) Zabalaza Anarchist Communist Federation - ZACF (Güney Afrika) Workers Solidarity Movement - WSM (İrlanda) Anarşist Komünist İnisiyatif - AKI (Türkiye) Melbourne Anarchist Communist Group - MACG (Avustralya) 23 Ağustos 2007
  3. ************ [email protected] Emek Araştırmaları ve Dayanışma Topluluğu (EADT) tarafından hazırlanan "Çalışma Yaşamında Haklarımız" broşürü günellendi Adaletsizliğin kol gezdiği bir düzende yaşıyoruz. Küçük bir azınlık lüks içinde yaşarken geri kalan çoğunluk ise güç bela yaşamlarını sürdürüyor. Bu küçük azınlık servetlerini bizleri, yani toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçileri sömürerek var ettiler ve sömürmeye devam ederek servetlerine servet katıyorlar. Onlar bizi daha fazla sömürmek için her fırsatı kolluyorlar. Bizi birbirimize düşürmek için ellerinden geleni yapıyorlar, aramızda birlik olmadığını gördükleri zaman tepemize biniyorlar, kanunlarla düzenlenmiş haklarımızı bilmememizden yararlanıp bize karşı her türlü hileye başvuruyorlar. Oysa biz bu hakları onlar insafa geldikleri için elde etmedik. Bu haklar yıllardır süren mücadelelerle kazanıldı. Tüm dünyadaki emekçilerin mücadelesiyle, yani bizim mücadelemizle bu haklar elde edildi. Doğal olarak bu hakları bilmek ve onlara sahip çıkmak bizim öncelikli vazifemiz. Ancak unutmamalıyız ki bunu tek başımıza yapmamız imkansız. Bu dünyada var olan her şeyi var eden bizleriz ama her şeye sahip olanlar onlar ve güç onların elinde. Kanunlar da çoğunlukla onların lehine. Bizim lehimize olan bir takım kanunları ise öğrenmememiz için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Bizimse elimizdeki tek güç birlikteliğimiz. Bizler el ele verirsek her şeyi başarabiliriz. Haklarımızı öğrenmemiz ve diğer emekçi kardeşlerimize öğretmemiz için bu broşürü hazırladık. İlk elden faydası olabilecek bilgileri özetlemeye çalıştık. Faydası olacağını umuyoruz.
  4. Kara Kızıl Notlar Ekim-Kasım-Aralık 2006 Sayısından alınmıştır. İçerik: Bölüm 1 Bölüm 2 Bölüm 3 “Devlet ve Devrim”e Karşı “Devlet Veya Devrim” Devlet Tartışmalarına Tarihsel Bir Bakış Ender Yılmaz Konuya girmeden önce bir noktaya dikkat çekmek zorundayız. Devlet meselesinin değerlendiren yazılarda genel olarak “Marks’a Karşı Bakunin” tarzını hâkim kılan bir eğilim olagelmiştir (Bu anarşist yazından çok Marksist yazın için geçerlidir). Oysa şu noktayı vurgulamakta yarar var: Bizim kendimizi anarşist komünistler olarak adlandırmamızın bir gerekçesi bu geleneğin ideolojik ve pratik birikiminin bugün bize yeni ufuklar açabileceğine inanmaksa, diğer gerekçesi de bu geleneğin teorik üretim tarzının kişilerin düşünsel gelişimlerine gözü kapalı bir şekilde sahip çıkmak veya karşı çıkmaktan uzak olmasıdır. Ne tarihin üstünde gezen bir mutlak gerçeği taşıyan Cebrail’e, ne de bu Cebrail’in bazen seçilmiş kişilerin kulağına bu gerçeği fısıldadığına inanmamalıyız. Biz Marksist olmadığımız gibi Bakuninist de değiliz, ne de Kropotkinci veya Durrutici. Eğer anarşist komünizmi fikirler değil de kişiler üzerinden savunmaya başlarsak onu Marksizm’in uzun süredir çırpınmakta olduğu bataklığa atmış oluruz. Bu yazının amacı komünist sol içersindeki devlet tartışmalarına ve bu tartışmaların evrimine tarihsel bir yöntemle incelemektir. Yöntemin tarihselci olması gerekmektedir, çünkü yazının kapsamını oluşturacak olan zaman döneminde (yaklaşık olarak 1840’lardan 1920’lere kadar) mekân ve zamandan bağımsız açık ve net argümanlarını ortaya koyan iki tutarlı taraftan çok her tartışmada olduğu gibi karşılıklı önyargıları, ortak terminolojinin yokluğunu, kişilerin fikirlerinin zamanla değişmesini, aynı argümanı savunanlar arasındaki farkları ve bu farkların zaman ve mekânın değişimiyle belirginleşmesini göreceğiz. Amaçlarla araçlar arasındaki uyum vazgeçilmez bir ilke olduğu için devlet tartışmasını devrimci örgütlenme meselesini dâhil etmeden yapmak imkânsızdı. Sayfa kısıtlamasının bize elverdiği ölçüde Marks’ın ve Bakunin’in devlete ve devrime dair teorilerini yeniden kurmaya ve karşılaştırmaya çalışacağız. Tarihteki yolculuğumuz Engels’in Otorite Üzerine metni ve İkinci Enternasyonal üzerinden Lenin’e ve 1917 devrimlerine varıp sona erecek. Ara Başlıklar: Marks-Bakunin Tartışması Devlet Devrim Teorisi: Devlet ve Devrimci Örgüt Paris Komünü Deneyimi “Otorite Üzerine” Leninist Parti Teorisi Demokratik Merkeziyetçilik Devrimci Örgüt ve Güvenlik Merkeziyetçilik ve Toplumsal Mücadele Bolşeviklerin Başarısı Yeni Bir Toplum Merkeziyetçiliğin Sorunları İç Savaş ve Ekonomik Çöküş Biterken Kaynakça
  5. hrant dink cinayeti ve faizm hakkında güzel bi yazı: -http://www.anarkismo.net/newswire.php?story_id=4781- Hrant Dink’in Ardından Faşizm ve Anti-Faşizm Ender Yılmaz (Mülksüzler Şubat 2006 sayısı için yazılmıştır.) Hala kazananı belli olmamış bir oyunun ortasından yazıyorum bu satırları. Doğrularım var, kafa karışıklıklarım ve sorularım olduğu gibi. Cuma günü cinayet haberini ilk duyduğumda hissettiklerim, çaresiz bir şaşkınlık ve bunun da iki üç günde üstünü kapatılabileceği korkusuydu. 2005 Newroz’undaki bayrak kışkırtmasından beri gittikçe yükselen milliyetçi rüzgâr bir kişiyi daha ezip geçecek miydi? Çatışmalarda ölenler, linç girişimlerine uğrayanlar, Diyarbakır sokaklarında katledilen “sözde vatandaşlar” (Kürdün diğer adı oldu artık bu topraklarda), okullardaki faşist saldırıların kurbanları ve diğerlerinin yanındaki yeni kaldırım taşı da Hrant Dink mi olacaktı? Cuma sabahı İstanbul Üniversitesi’nde tur atan akşam da Mimar Sinan Üniversitesi çıkışında pusuya yatan faşistler bir rastlantı mıydı, yoksa bu olayın o bilindik “sağ-sol çatışması” haberleriyle üçüncü sayfalara atılacağının mı işaretiydi? O gün korktuğum olmadı; en azından tahmin ettiğim kadar olmadı. Cuma akşamı yürüyen 5–10 bin kişinin ardından Hrant Dink’i anmak için Salı günü 100 bini aşkın kişi yürüdü. Ne kadarını “biz” başardık bunun, ne kadarı tezgâhtı, ne kadarı B planı bilemem. Şemdinli olayları ve Danıştay saldırısı da devletle ilişkili faşist çetelerin varlığını gözler önüne sermiş; onlara karşı da protestolar yapılmaya çalışılmış, ama hiçbiri bu kadar gündeme oturmamıştı. Medya, “vatandaş tepkisi” diye mazur görülen linç girişimlerini ve münferit bir vaka olarak geçiştirilen Rahip Santoro cinayetini öz-eleştiri vermeden de olsa yeniden değerlendirmek zorunda kaldı. Tecrit gibi en azından tüm solu ilgilendiren bir konuda bile Taksim meydanındaki haftalık eylemler 600 kişiyi geçememişken hem cinayetin hemen ertesinde başlayan protesto hem de cenaze töreni devasa bir insan kitlesinin tepkisizliğini yenmesini sağladı. Bu gibi gelişmelerle açılan yarık çok sınırlı elbette. Aydın Doğan medyası Hrant Dink’i bağrına milliyetçiliklere taviz vermemiş bir Ermeni olarak değil, Ermeni soykırımının varlığını reddeden bir “vatan evladı” olarak bastı. “Hepimiz Ermeniyiz/Türküz” tartışmasının aslında milliyetçiliğin ırkçılığa dönüşümü için yeni temeller sağladığı ve bazı Türklerin artık Ermeni olarak vurulmasının önünün açıldığı da bir gerçek (“Ermeni dölü” gibi yaygın bir hakaretin bulunduğu bir ülkede “ermeni” kelimesinin bir hakaret olarak kullanılmasına daha kötü denilebilir mi, emin değilim). Özellikle de bu slogan tartışmasında “Hepimiz Ermeniyiz” cümlesinin bir metafor olduğu başta Tercüman olmak üzere medya tarafından unutturulup Türk milliyetçilerinin elinde bir silaha dönüştükten sonra daha dikkatli adımlar atmak gerekiyor. Bu çatlağın nereye, nasıl derinleştirilebileceğini milliyetçi bir sel ortalığı kaplamadan düşünmek gerek. “Kim yaptı(rdı)?” sorusunun görünürdeki cevabı şu ana kadar üç kişiyle sınırlı: 17 yaşında umutsuz bir yoksul genç, mahalleden faşist abisi ve bir üniversite öğrencisi. Bu ekip, büyük olasılıkla Rahip Andrea Santoro cinayetini 16 yaşındaki birine işletenlerden. Üniversite öğrencisinin bir polis muhbiri olması, faşist abinin cinayeti ilçede polis dışında herkese önceden müjdelemiş olması, Trabzon Emniyet Müdürlüğü’ne yapılan ihbarların birini İstanbul’a gönderilip doğrulatılamaması, diğer üçününse Trabzon dışına bile çıkamaması devletle bağlantıların şu ana kadarki en açık göstergeleri. Hedef seçimlerinden Türk-İslam sentezciliğine, dolayısıyla BBP’ye, yakın olduklarını tahmin etmek güç değil. Muhsin Yazıcıoğlu aynı fotoğraf karelerinde görünmelerini şansa bağlasa da BBP’nin gittikçe daha aktif bir faşist güç olacağı görünüyor. Ülkücüleri “sokağa çekmek” amacını MHP içinde gerçekleştiremeyen Ümit Özdağ ve ekibinin, MHP’den en son istifaları takip ederek BBP’ye geçmesi de mümkün. Bu, okullarda bugünkü düşük yoğunluklu saldırı ortamının daha da vahimleşeceğinin bir işareti. Türkiye’de merkez milliyetçileşirken MHP de gittikçe merkeze kaydı ve en son ABD donanma gemisini protesto eden Ülkü Ocakları yöneticilerini görevden almasında görüleceği gibi ABD emperyalizmine her alanda biat ediyor. Hrant Dink’in avukatının andığı bir diğer kişi de kendisini tehdit eden Susurlukçu generallerden Veli Küçük. Veli Küçük’ün Danıştay tetikçisiyle ve 301 davalarını açan Hukukçular Birliği başkanı Kemal Kerinçsiz’le yakın ilişkilere sahip olduğu biliniyor (28 Ocak tarihli Radikal gazetesinde Veli Küçük’ün bilinen ilişkilerinin bir dökümüne ulaşılabilir). Devletle bağlantılı bu kadar isim geçince insan malum olanı düşünüyor tabi. Hele de devlet insanların peşine ajan orduları takmaktaki becerisini bu suikastı engellemekte gösteremeyince. Amaçlar ve Olasılıklar “Peki, amaç neydi?” sorusunun cevabı ise daha da karmaşık. ABD-NATO’nun kontrgerilla örgütlenmesi, devletin Teşkilat-ı Mahsusa geleneği ve faşist çeteler zaten kendi başına karmaşık bir denklem. Hrant Dink’in ölümünden sonra Türk milliyetçiliği karşında artan bir sinmişlik mi, yoksa AB’ci bir liberal anti-faşizm ortamı mı yaratılmak istendiğini bilemeyince daha da karışıyor. Ama en açık olan nokta şu: Hrant Dink’in yerini bu ülkede doldurabilecek hiç kimse yok. Dink sözünü sakınmayan, milliyetçiliklerin önyargılarına düşmeden fikir üretebilen biriydi. Anadolu’nun son Ermeni köylerinden birinden geliyordu. Dink Türklere esas muhataplarının yurtdışındaki milliyetçi Ermeniler değil, bu topraklarda tüm acılara rağmen kalmış olanlar olduğunu gösteriyordu. Agos gazetesinin amacı bu ülkenin Ermenilerini görünür kılmak, bu topraklarda Ermeni olarak yaşamanın ne demek olduğunu anlatmaktı. Son yazılarında Ermenileri tek sorunlarının soykırımın tanınıp tanınmaması olmadığını, bunun Türklerin vicdan meselesi olduğunu söylüyordu. Bir 24 Nisan daha gelip çattığında Hrant Dink’in yokluğunu daha da acı hissedeceğiz. İkinci olasılık Mülksüzlerin Ocak sayısında Metin Kılıç’ın işaret ettiği gibi Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde gerginlik yaratarak Tayyip’in seçilmesini engellemektir. Hemen suikasttan önce gündeme gelen EMASYA (Emniyet, Asayiş, Yardımlaşma) Protokolü bu açıdan bağlantılıdır. 28 Şubat’taki postmodern darbesinin ardından Temmuz 1997'de Genelkurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı arasında imzalanan bu protokolde, "toplumsal hareketler” karşısında yerel mülki idare amirinin çağrısı ve kararını beklemeden askeri birliklerin harekete geçmesi öngörülüyor. Çağlayanda toplumsal olaylara karşı tanklı tüfekli tatbikat yapılma planı basına sızmıştı ve daha sonra aslında böyle tatbikatların hiç yapılmadığı iddia edilmişti. Oysa geçen Aralık ayında Edirne’nin bir ilçesinde bu tatbikat yapılmıştı. Bu sızdırma vakasının Emniyette gittikçe güçlenen ve daha önceki Danıştay baskınında veya Cumhuriyet gazetesi bombalamasında olduğu gibi AKP hükümetini istikrarsızlaştırmaya çalışan devlet güçlerini engellemeye çalışan bir tarikat yapılanmasının eseri olması mümkün. Faşist katliamların ardından ordunun tarafsız (!) bir güç olarak olaya el koyması 70’lerin sonundan hatırladığımız bir senaryo. Bu satırlar yazılırken Yaşar Büyükanıt “bu menfur saldırıyı” şiddetle kınadıklarını söylemekten fazla bir şey dememişti. Slogan tartışmalarına da dahil olmaması ordunun kendisine tarafsızlık süsü vermek istediğini gösteriyor. AKP hükümeti ise tetikçinin kısa sürede bulunmasının rahatlığını yaşarken soruşturmayı sürdürme kararlılığını değişik ağızlardan tekrarlıyor. Trabzon Valisi ve Emniyet Müdürü merkeze çağırıldı ve Tayyip derin devletin var olduğunu kabul ederek ve bunun minimize ve hatta yok edilmesi gerektiğini söyleyerek duruma hakim olduğu imajını vermeye çalışıyor. Oysa bu devletin derin yüzü değil, gerçek yüzüdür. AB’nin terörle mücadele adına attığı ve atmayı planladığı yasal değişikliklere bakan herkes bunun basitçe bir bürokratik devlet geleneği sorunu olmadığını görebilir. Tartışmaların bir odağının da 301. madde olması manidar, çünkü hem AB hem de TÜSİAD bu maddeyi daha önce eleştirmişti. Hükümetin maddeyi tamamen kaldırmayacağını ve daha önce uzlaşamayan “sivil toplum örgütlerini” tekrar tartışmaya çağırması 301’in en azından başka bir şekilde duracağına işarettir. 301. maddeden yargılananların çoğunun burjuva demokrasilerin oksijen kaynağı olan “entelektüel kanaat önderleri” olması bu yasada yapılacak bir değişikliğin Toplumla Mücadele Yasası (TMY) ile örgütlü devrimci sola saldırılar sürerken bir makyaj vazifesi göreceği düşünülebilir. Tetikçi Samast’ın TMY’den yargılanacak olması da TMY karşısında bir mücadeleyi güçsüzleştiren diğer bir etken. (Tabii 301’e karşı mücadele daha geniş bir mücadeleye bir basamak olarak da düşünülebilir. “Bakın onlar bunu eleştirmedi ve düzenin oyununa düştü” deyip radikallik taslamanın da manası yok) Üçüncü olasılıksa Kuzey Irak’ta gelişmelerle bağlantılısı. Meclis CHP’nin önerisiyle gelişmeleri değerlendirmek için 23 Ocak Salı gününe bir kapalı oturum planlamıştı. Ona paralel olarak Irak Kürdistanı Parlamentosunda Türkiye üstüne yapılan oturumla birlikte Hrant Dink suikastının gölgesinde bu çok az gazetede haber oldu. Ayrıca bu cinayetin Türk milliyetçiğinin yükselişini durduracak bir etki yaratacağı tahmin edilmişse operasyon yanlısı havayı azaltma amaçlı olduğu da düşünülebilir. Bu konunun gündemde fazla yer almasının engellenmiş olması Ortadoğu’daki ABD politikalarına, yani bir Türkiye-Irak Kürdistanı-İsrail ekseni oluşturulmasına, yarıyor. Bu üç milliyetçiliği karşı karşıya getirecek gelişmeler ABD’nin de Ortadoğu’da tökezlemesine yol açıyor. Yine de bu en karmaşık kurguya sahip olasılık olduğu için gerçekliği oldukça şaibeli görünüyor. Dahası meclis toplantısı kısmen saklanmış olmasına rağmen Hrant Dink cinayeti Irak’a müdahale çığlıklarını tedavülden kaldıracak bir etki yaratmadı. Irak Milli Petrol Şirketi SOMO sözleşmelerini yenilemek isteyen Türk firmalarına ''Kuzey Irak yönetimine başvurun'' derken ve Türkiye sınıra tekrar asker sevkıyatına başlanmış durumda. Tıpkı geçen seferki sınıra asker yığma gibi bu da tamamen iç politika malzemesi niteliği taşıyor. Türkiye 90’lardaki özel konjonktürdekinin aksine alt-emperyalist arzularını tatmin etmek için rahatça sınır ötesi operasyonlar yapamaz. Hem PKK’yi sadece asker gücüyle yenmek zor ve kanlı, hem de PKK üyelerinin önemli bir kısmının Irak vatandaşı olduğu düşünülürse diplomatik açıdan bir felaket yaratabilir (Abdullah Öcalan’ın yakalanışında her tür diplomatik inceliğe dikkat edilmişti). Kürt sorununun askeri olarak bitirilemeyeceği de ortada: 27 Ocak tarihli Zaman gazetesinde İbrahim Kalın’ın dediği gibi bölgeye harcadığı paranın yüzde 80'ine yakını askerî harcamalardan oluşan devletin Kürt sorunu haftada 3 saat Kütçe yayına izin vererek çözmesi mümkün değil; hele de uydu üzerinden onlarca Kürtçe kanal izleniyorken. Kerkük’e müdahale fikri ise komik olmaktan öteye gidemiyor. Diplomasi ve askeriye bilgisi bir yana birazcık harita bilgisi olanlar bile Kerkük’e varmanın hiç de öyle söylendiği kadar kolay olmadığını görebilir. Türkiye’nin politikası de zaten doğrudan bir saldırıyla değil, maşalar kullanarak bölgeye müdahale etmek. Irak Türkmen Cephesi (ITC) geleneksel görevini sürdürüyor. Yıllarca müttefiki Saddam’ın zulmü altında ezilen Türkmenler, Türkiye’nin aklına ancak Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra gelmişti ve 1995’te ITC kuruldu. ITC son seçimlerde Kerkük’e KDP tarafından Kürtlerin yerleştirilmesi ve Erbil teşkilatının KDP listesinden seçime katılmasıyla oldukça başarısız oldu. Irak parlamentosundaki 14 Türkmen milletvekilinin sadece 3’ü ITC üyesi (Kimin Türkmen olduğu aslında kaynaklara göre değişiyor. Kimi toplam 6, kimiyse 8 Türkmen milletvekili olduğunu söylüyor). Geri kalanların 5’i Şii listesinde, 4’ü Kürt listesinden, birer tane de Allavi ve Yaver’in listelerinden var. Aslında bu üçünden sadece 1 tanesi ITC’den seçilmiş durumda; diğer ikisi Musul’da ayrı bir örgütün listesinden seçildi. ITC’nin sadece Türkmenlerin Şii olan %30-40’ını değil, Sünnileri bile temsil edemediği ortada. Türkiye ikinci bir ayak daha kazanmak için 13–14 Aralık 2006’da Iraklı Sünni liderlerin bir toplantısına ev sahipliği yapmıştı. Türkiye’nin Irak’taki en büyük üç radikal Sünni gurubu olan Ensar ül Sünne Ordusu, Irak İslam Ordusu ve 1920 Devrimi Tugayı’na teknik-lojistik destek verdiği iddia ediliyor. Milliyetçiliğe karşı Anti-faşist Mücadele? Ancak sınıfsal mücadeleler devletin gerçek yüzünü göstererek milliyetçiliğe karşı bir darbe vurabilir. Liberal anti-faşistler, faşizmi bir bürokratik oligarşi veya devletin gövdesine yapışmış bazı guruplar sorunu olarak algıladıklarından her zaman başarısız oldular. Faşist örgütler basitçe bir kukla olarak değerlendirilemez, ama Hitlerin Nazi Partisi’ne bir devlet ajanı olarak girdiğini veya seçimde başarısız olan Musollini’nin devlet eliyle hapisten kurtarılıp tarım işçilerinin grevlerini kırmada kullanıldığını da unutmamak gerek. Devletin ve sınıfsal egemenliğin mantığı hiyerarşinin mantığıdır ve başlı başına baskıcıdır zaten. Milliyetçi, hatta faşizan sendikalar bir yana yükselen milliyetçilik emekçilere kendi sınıfsal gündemlerini ikinci plana attırdığı için sınıfsal mücadelelerin de altı oyuluyor. Bu kısırdöngüden çıkabilmek için iki taraftan da vurmak gerekiyor. Türkiye gibi emperyalizm hiyerarşisinin tepelerinde olmayan bir ülkede iç çelişkiler daha şiddetli yaşanıyor, burjuva demokrasisi sınıf egemenliğini gizleyen bir aygıt olmakta daha şiddetli sorunlar yaşıyor. Bu solun eline önemli bir koz verir gibi görünse de aynı zamanda faşist hareket için bereketli bir yatak oluşturuyor. TÜSİAD tipi AB’cilik, insanların ekmeğini çalıp demokrasi havariliği yapmak, emekçiler arasında tiksinti uyandırıyor. Ordu ya da ufak faşist gurupların bu ekonomi politikalarına bir alternatifi olmamasına rağmen sırf bu temelsiz demokrasi ve çok-kültürcülük söylemini eleştirmek üzerinden bir seçenek gibi görünüyorlar. “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı üstüne tartışmalarının gösterdiği gibi büyük çoğunluğun duygudaşlık göstermeye hali de, nedeni de yok. Bu yüzden anti-faşist mücadelenin liberal demokrasi havariliğinin ötesine geçip anti-emperyalist ve anti-neoliberal olması gerekiyor. Peki, bu nasıl olacak? Bu sorunun tek bir kampanya, platform vs. ile çözülecek hali yok. Burjuva demokrasisi kendisinin işeyaramazlığını kanıtlamaya devam ettikçe faşizan hareketler ortaya çıkacaktır. İlk anti-faşist örgütlerden olan 1920 İtalyasındaki Arditi del Popolo örneğinde olduğu gibi bir sınıfsal anti-faşist örgütlenme yaratmak oldukça zor, çünkü askeri önlemler gizliliği, gizlilik de belli ölçüde hiyerarşiyi getiriyor. Hiyerarşinin olduğu yerde de guruplar arasında çekişmeler, yer kapma kavgaları başlıyor. Bu alanda siyasetler arası dayanışma ağları veya bölgesel siyasetler koalisyonu şeklinde örgütlenmek en makul çözüm gibi görünüyor. Saldırı ve karşı-saldırı meselesinin dışındaki alanda, solun çok sevdiği siyasetler toplantısı merkezli ya da yerel özerkliğin bu merkezi yapıya bir şekilde bütünleştirilmeye çalışıldığı kampanyalar ve platformlar yerine katılımcı ve doğrudan bir demokrasiyi yaşatabilen federatif kampanyalara yönelmesinde yarar var. Merkeziyetçi kampanyalarda yerel toplantılar bile siyaset temsilcileri dışında kimseye açık olmadığından örgütlerin üyeleri bile karar alma süreçlerine katılamıyor ve özne olamıyor. Emekçi mahallelerindeki insanların durumu ise çok daha vahim: Sola sempatileri olsa bile başka yerlerde alınmış kararların uygulayıcıları ya da devletin deyimiyle “yasadışı terör örgütlerinin maşaları” olmaktan korkan pek çok kişi var. Yereli herkese açık bir karar organı ve merkezi de bir eşgüdüm organı olarak görmeden yapılan çabalar çok az verim verecektir. Milliyetçiliğe ve faşizme karşı mücadele basitçe faşistlere veya faşist saldırılara karşı mücadeleye indirgenemez. Aslında mücadelenin çoğunluğu gündelik hayatın içinde gizlidir: Irkçı alaylara maruz kalmak, dinlediği müzik veya konuştuğu şive yüzünden dışlanmak, sokak ortasındaki gasplara ses çıkaramamak vs. Ogün Samast’ı cinayetten önce yakalamak ufak bir olasılıktır; içinde yaşadığımız pasiflik kültürünün yerine bir direniş kültürü koyabilmek ise esas meselemizdir. Tam da bu noktadan anti-faşist mücadele sınıf mücadelesine eklenecektir. Sıradan kişiler, gündelik faşizm altındaki lider-takipçiliklerini bırakıp düşünen, karar alan ve kendi hayatına sahip çıkan insanlara dönüştüklerinde bu mücadele ilerleyecektir.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.