Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

muzaffer 1905

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    49
  • Katılım

  • Son Ziyaret

muzaffer 1905 - Başarıları

Yazar

Yazar (5/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. 18.07.2006 SALI Şeyh değilim, cemaatlerle de ilgim yok Danıştay saldırısıyla ilgili hazırlanan iddianamede hakkında müebbet hapis talebiyle dava açılan Salih Kurter, şeyh olmadığını, bunu polisteki ifadesinde de dile getirdiğini söyledi. Danıştay olayında kendisinin günah keçisi ilan edildiğini ileri süren Kurter, saldırıyı gerçekleştiren Alparslan Arslan’ı akli dengesi bozuk biri olarak tanımladı. Vakit gazetesine konuşan Salih Kurter, şeyh olduğu yönünde gazetelerde yer alan haberlerin gerçeği yansıtmadığını dile getirdi. Kurter, “Hiçbir cemaatle, hiçbir grupla ilişkim yok. Ben şeyh filan değilim.” diye konuştu. Arslan’ın, yanına bir kıza âşık olması dolayısıyla geldiğini ifade eden Kurter, gazetede yer alan habere göre, Arslan’a ‘git evlen’ tavsiyesinde bulunmuş. Arslan’ı en son Danıştay saldırısından iki gün önce gördüğünü ifade eden Kurter, o günü şöyle anlattı: “O gün 14.00 sularında geldi. Bana, ‘Ankara’ya gideyim mi?’ diye sordu. Ben de, ‘Ne bileyim, senin nereye gideceğini?’ dedim. Çıktı ve iki saat sonra geri döndü. Bu sefer bana, ‘Benim ismim ne?’ diye sordu. Çok şaşırdım. Yanımdaki arkadaşlara, ‘Buna sahip çıkın, bu aklını oynatmış.’ dedim. Sonra gitti ve son olarak bu haltı yediği haberleri geldi.” İstanbul, Zaman --------------------------------------------------------------------------------- alın göründe anlayın bu saldırıyı yaptıranlarla bağlantılı olduklarını , zaten eğer salih kunter bir cemaatlen özelliklede nur cemaatiyle birleştirmeselerdi garip olurdu..Nur cemaatinde ayrıca şeyh falan olmaz , çok istedi bazı genel yayın yönetmenleri ama yok ne yazikki! Bu arada dua edin vakit gazetesinin internet sitesi kapalı yoksa buraya koyacağım yalan dinin öcü haberlerini okumaya gününüz yetmezdi
  2. Komunizmin ne olduğunu asıl siz bilmiyorsunuz be , sizi böyle çok heyecanlandıran yumuşak vaadlerle aklınıza giriyorlar , ama meclise bizi içerden batırmaya uğraşanlar giriyor veya GİRECEK ALLAH GÖSTERMESİN..Bugün o ideloljiyi kuran destek verenler HEP YAHUDİLER , KOMUNİSTLERİN TERÖR ÖRGÜTLERİYLE VEYA YANDAŞLARIYLA HAŞİR NEŞİR OLMADIĞI PARTİ VAR MIIII
  3. Derin PKK ile derin devlet birlikte Derin PKK’nın karşısında kimseyi istemediğini söyleyen İbrahim Güçlü, derin devlet ile derin PKK’nın birlikte çalıştığını iddia ediyor. -------------------------------------------------------------------------------- Türkiye İbrahim Güçlü ismini ‘Kürtler için en iyi yol federasyondan geçer.’ açıklaması ile duymaya başladı. Kapatılan Kürt-Der Başkanı Güçlü daha çok aykırı çıkışları ile Türkiye’nin gündemine geldi zaman zaman. Uzun yıllar İsviçre’de yaşadıktan sonra Türkiye’ye gelip memleketi olmamasına rağmen Diyarbakır’a yerleşen İbrahim Güçlü, PKK’nın derin bir yapılanma olduğunu ve Türkiye derin devleti ile birlikte hareket ettiğini iddia ediyor; PKK’nın Osman Baydemir ve Ahmet Türk’ü kullandığını söylüyor. Uzun yıllardır Abdullah Öcalan’ı tanıyan Güçlü onun için ‘o kaypak bir liderdir’ diyor. Aksiyon, eski İşçi Partili, Rizgari dergisinin kurucusu ve halihazırda HAK-PAR üyesi olan İbrahim Güçlü ile Diyarbakır’daki evinde konuştu. -Değişik konulardaki sert çıkışlarınızla gündeme geliyorsunuz. İbrahim Güçlü’yü bu hale getiren dönüşüm nasıl başladı? Ailem İç Anadolu’ya sürgün olarak gelmişti. Kürtçülükle tanışmam lise yıllarıma dayanıyor. Ankara’da Yıldırım Beyazıt Lisesi’ne gidiyordum. Okulun olduğu yer bir varoştu ve genellikle Erzurum’dan, Haymana’dan gelen Kürt çocukları burada okurdu. Bu sırada İşçi Partisi (İP) ile tanıştım. 1966’da bu kimlikle ortaya çıktım. 1967’deki doğu mitinglerinde bulundum. Sıraç Bilgin gibi arkadaşları orada tanındım. Üniversiteye girdiğimde politik yönüm daha da gelişti. Mehdi Zana, Tarık Ziya Ekinci, Ruşen Aslan, Ahmet Aras gibi isimlerin İP’te belirli etkinlikleri vardı. Ben de sol görüşü benimsemiştim ve Kürt meselesini sadece sol çözer zannediyordum. Mehmet Ali Aybar toplumcu sosyalizmi, güler yüzlü sosyalizmi ölçü alıyordu. İP’te biz Aybar’a yakındık. Hukuk fakültesindeydim ve önemli işler yapıyordum. Daha sonra Doğu Devrimci Kültür Ocakları’nda (DDKO) bulundum. -Öcalan ile o sıralarda mı tanıştınız? Hayır. Öcalan benden biraz büyük. DDKO’ların üyesi değildi. Bir iki defa gelip gitmiş. Daha çok sağa yatkındı o dönemlerde. Ben Rizgari dergisini örgütleyip Kürtçülük yazıları yazmaya başladım. Bunun üzerine 1978’de Türkiye’de hakkımda tutuklama kararı çıktı. Daha yeni avukat olduğum bir dönemdi bu. 12 Eylül sonrasında Suriye’ye, Irak’a gidip geliyordum. Bir ara Lübnan’a da gittim. 1987 yılına kadar Suriye, İran ve Irak bölgesinde kaldım. Avukat eşimle birlikte daha sonra İsviçre’ye geçtik. 1998 yılında Türkiye’ye geri döndüm ve şu anda Diyarbakır’da yaşıyorum. -Diyarbakır’a döndükten sonra siyasi çalışmalar yürütmeye başladınız… Abdülmelik Fırat ile 2002 yılında siyasi bir parti çalışması başlattık. Hak ve Özgürlükler Partisi (HAK-PAR) kurucu üyesi ve ilk başlarda genel başkan yardımcısıydım. Yeni bir parti modeli düşünmüştük. Ama eskiyi benimseyen Abdülmelik Bey’in muhafazakâr tutumundan dolayı bir kırılma noktası oluştu. Parti tıkanmıştı ve önünün açılması gerekiyordu. Partideki görevimden ayrıldım. Ancak benim üyeliğim hâlâ devam ediyor. Bunun dışında da bir ilişkim yok. Çünkü ben Kürtlerin kendi kimlikleriyle yaşayacakları bir federasyonu düşünüyorum. -Nasıl bir federasyonu öngörüyorsunuz? Türkiye’nin yeni bir toplum senaryosuna, bir paradigmaya ihtiyacı var. Üniter ve tek ideolojili bir devlet var. Temeli Türk ulusuna dayanıyor. Ama idarede sınıfsal olarak küçük elit bir sınıf var; askerî ve sivil. Bu sınıf tam olarak Türkleri bile temsil etmiyor. Türkiye’de sivil ve askerî bürokrasi var ve değişmiyor. Bu her zaman iktidarda. Türkiye’de baskın unsur olarak Türkler var, Kürtler var. Ulusların üstünde onların temsilini projelendiren ve ulusların kendi kendilerini yönetmelerini sağlayan bir sistem olması lazım. Bu da federasyon ile olabilir. ÖCALAN PSİKOLOJİSİ BOZUK BİR LİDER -Abdullah Öcalan konfederalizm fikrini ortaya atmıştı. Öcalan cephesinden görülen ile görülmeyene bakmak lazım. İmralı öncesi ve sonrası diye iki dönem var. Ben önceki dönemlerde Öcalan ile tartışan, konuşan birisiyim. PKK ana konsept olarak Kürtlerin bağımsızlığını savunuyordu. Ancak Öcalan’ın yakalanmasından sonra çok ciddi bir sapma oldu. Öcalan’ın bakış açılarında takiyye ve kendisine ait olmayan düşünceler ortaya çıktı. Demokratik cumhuriyet ve konfederalizm tezlerini ortaya attı. -Ama bahsettiğiniz bu görüşler PKK üzerinde etkili oldu. Sadece PKK’nın üzerinde değil, Kürtlerin önemli bir kesimi üzerinde etkili olduğunu düşünüyorum. Kurdurduğu DTP de PKK çizgisine yakın değil desek doğru olmaz. Ancak bir değişim sancısı var. Bu dönemi Kürtlerin yakaladığı geçici bir durum olarak değerlendiriyoruz. -Öcalan’ın böyle görüş değiştirmesi PKK tabanındaki konumunu sarsmıyor mu? Öcalan alabildiğine kaygan, değişken özelliği olan birisidir. Çok rahat taraf değiştirebiliyor. Celal Talabani, ben ve Öcalan geçmişte çok tartıştık. Mesela çok rahat biçimde ben onların düşüncelerine katılıyorum deyip işi kapatma özelliğine sahipti. Ben itiraz ediyordum. O ise çıktıktan sonra itiraz ediyordu. Herkesin adamı olabilir, hiç kimsenin adamı olmayabilir. Güçlü olursa saldırır, aciz olursa düğme bağlayan bir insan. Kapasitesini, özelliklerini çok iyi biliyorum. Bu değişkenliği yalpalanmaya çok uygundur. Öcalan birilerine çok kolay yatan biridir. Bu normal değil. Bir liderin görüşleri böyle sık sık değişmez. Bence Kürtlerin onu çok fazla dikkate almaması gerekiyor. Öcalan’ın bu durumu çok dramatiktir. -Dramatik diyorsunuz ama bir sözüyle DTP’yi etkiliyor, PKK’yı kontrol ediyor ve onun için tecride son kampanyasında bir milyon imza toplanıyor. PKK sistemleşmiştir. Bir ekonomik sistemdir. Yerel iktidardır, askerî güçtür. Aynı zamanda fedaileri olan gizli ve açık çalışan bir organdır. Sisteme dönüşen Öcalan’ın görüşleri değildir. Öcalan HEP ilk kurulduğunda bu partiye karşı çıkmıştı. HEP veya DEP tam manasıyla kurumsallaşmış olsalardı Öcalan’ın İmralı’ya gelişiyle birlikte PKK biterdi. Zaten kendi tezleri PKK’yı bitirirdi. Ancak öyle olmadı. Öcalan’ın PKK üzerindeki etkisini bir lider etkisi olarak görmemek lazım. Bu kurumlaşmış bir sistemin devam etmesidir. Orada rantlaşan, kemikleşen bir sistem oluşmuş durumda. Öcalan’ın başından beri oluşturduğu ve ideolojik anlamda kabul ettirdiği bir şey var: ‘Bu sistem bensiz olmaz, siz benimle varsınız.’ Hatta bazıları onun için ‘bizi sen yarattın’ diyor. -Peki Kürtlerin geneli Öcalan’ı nasıl görüyor bugünlerde? Öcalan İmralı’da mahkemeye çıkarken dobra dobra konuşmadı. Suriye’den çıktıktan sonra kendi arkadaşlarının yanına gitmemesi de bir kırılma noktasıdır. ‘Biz bağımsızlık talep ettik’ deyip ‘sonuçlarına da katlanıyorum’ demeliydi. Gerçek bir lider olsaydı bunu yapardı. Oysa döndü ‘Ben şehit analarından özür dilerim, bu söylediklerimi hiçbir baskı olmadan söylüyorum’ dedi. O zaman yıllardır yaptıklarını niye yaptın? Böyle bir adam lider olamaz. -Ama PKK’ya alternatif de üretemiyor Kürt siyaseti. Türkiye’de demokratikleşmenin önünde askerî sivil bir elit var. Kürt siyasetinin önünü de PKK tıkıyor. Sistem, ilişkililerin yapılanması bize bunu doğrudan gösteriyor. Kürtlerin aşamadıkları genel bir problem daha var. Biz hâlâ Soğuk Savaş dönemini yaşayan bir siyaset sınıfıyız. Dünyayı hâlâ eski kavramlarla açıklamaya devam ediyoruz. Sorun sadece PKK değil. Hâlâ eski ideolojik değerlerle hayatı tanımlamaya çalışıyoruz. Böyle düşünen Kürt aydınları siyasetin önünü tıkıyor. Diğerlerine de pek şans tanınmıyor. Aydınların yerine ikâme olmuş başka güçler var. Mesela Diyarbakır’da 400 tane avukat, çok önemli aydınlar var. Yani Kürt meselesinde önemli bir merkez olabilir. Ama Diyarbakır’ı uzun yıllar 15-16 yaşındaki çocuklar yönetmişler, aydınların yerine konsey ikâme olmuş. DERİN PKK BAYDEMİR’İ KULLANIYOR -Belediye başkanı seçilen isimler var, aydın görünümlü. Mesela Osman Baydemir bütün Türkiye’de konuşulan bir isim. Nasıl ki Türkiye’de seçilmemiş olan, şeffaf ve açık olmayan bazı güçler birtakım şeyleri tayin ediyorlar, Kürtlerin içinde de belirli güç odakları var. Bu güç odakları PKK’da sistemleşmiştir. Aydınlar o güç odaklarını aşamıyor. Muhafazakârlaşmış olanlar üzerinde aydınlar belirleyici olamıyor. Osman Baydemir bunları iyi anlamalı. Henüz sistem tam demokratikleşmemiştir, bazı dengeler tam yerine oturmamıştır. Baydemir bu şartlarda bazen benim dahi sindiremeyeceğim şeyler yapıyor. -Baydemir’in farkında olmadığı bazı şeyler mi var diyorsunuz? Öcalan Türkiye’ye getirildikten sonra ordu ile uyum içinde bir plan yürütülüyor. Düşüncede, stratejide bir değişiklik oldu. Bu arada Öcalan’a verilmiş sözler vardı. Kürtlerin taleplerini yerine getirmek yerine PKK’ya, Öcalan ve arkadaşlarına verilmiş sözlerdi bunlar. Özetle ‘Bu iş uzun sürmeyecek, belirli çözümler bulacağız ve sorunu sistemin içinde çözeceğiz, sana da özgürlük vereceğiz’ şeklinde sözler. Öcalan sonradan işin tam manasıyla istediği gibi gitmediğini anladı. Ve karşılıklı kartlar açılmaya başlandı. PKK için beni dinlemeyebilirler demeye başladı. Diğer taraftan silahlı çatışmayı da o zorlayarak başlattı. Devlet de bunu kullandı. Devlet derken derindekinden bahsediyorum. Ama filler tepişince olan çimenlere oluyor. Baydemir sivili temsil ediyor. Dolaylı da olsa icazet aldığı yer PKK’dır. Ama PKK bir iş yaparken Baydemir’i hesap etmek zorundaydı. Diyarbakır olaylarında bu olmamıştır. PKK, Baydemir’e “belediye başkanı olursun ama bizim hesaplarımız sizinkinin üstündedir” mesajını verdi. Türkiye’deki derin devlet gibidir PKK. Hükümet olabilirsin ama karşında hep kendi hesaplarıma göre hareket ederim diyen bir derin devlet bulursun. DTP’de seçilmiş isimler var, bir de derindeki PKK’yı temsil eden isimler. -Tanıdık isimler var mı bunların içinde? DTP’de birtakım insanlar var ama aslında oraya ait değillerdir. Ahmet Türk bunlardan biridir. Ahmet, Türkiye’ye yakın, silahlı kanatta hiç olamamış, Kürtçüden çok sosyal demokrat bir adam olarak bilinir. Ama Aysel Tuğluk öyle değil. “Bizi PKK’dan koparamazsınız.” diye bir çıkış yapabiliyor. DTP’deki PKK’yı değerlendirirken Aysel Tuğluk ve Tuncer Bakırhan gibi isimlere bakmak lazım. PKK yerel iktidar olan Osman Baydemir üzerinden de politika yürütüyor, gerektiğinde onu eziyor. Ve Osman’ın bu işten haberi yok. Derin PKK karşısında kimseyi istemez, o kişileri sadece araç olarak kullanır. PKK derin bir sistemdir. Türklerin, Kürtlerin bunu anlaması lazım. Bir eliti var, kimseyi içlerine sokmazlar. Bir kast gibi işliyor PKK. -Türkiye’de var olduğu söylenen derin devletle ilişkisi var mı bu ‘Derin PKK’nın? Eskiden beri var. Öcalan’ın açıklamalarında da bunu görürüz. 1970’lerde Öcalan diyor ki, Mahir Kaynak’ın Türkiye’deki rolü neyse benim de Kürt hareketi içindeki rolüm o. ‘Türkiye’ye gelmeden önce de yaptığım işle ben Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar vermedim’ şeklinde açıklamaları oldu. ‘Bizim tutumumuz Kürtlerin Türkiye’de devlet olmasını engelledi’ demesi de ortak bir çalışmayı ortaya koyuyor. KANDİL’DEKİLERİN ÇOĞU TÜRKİYE’DE 1982’den bu yana operasyonlar yapılır Kuzey Irak’a yönelik. Oysa o zamanlarda orada PKK yoktu. Türkiye’nin hedefinde hep Kerkük vardı. Şimdi böyle bir hareketi psikolojik olarak yapmayı planlıyor. 2007’de yapılacak Kerkük referandumu için aksi bir durum olursa böyle girebiliriz mesajını veriyor. Kaldı ki, PKK sadece Irak’ta yok. İran’da, Suriye’de de var. Buralar için niye bir operasyon düşünülmüyor. PKK son dönemlerde İran üzerinden işlerini yürütüyordu. Zaten şu anda Kandil’de de değil. Dağılmış durumda. Kandil’de orada kalmak zorunda olan yaşlı kadınları bulursun. Sorun askerî bir mantıkla çözülmez. Zira Kandil’dekilerin çoğu Türkiye’ye geçmiş bulunuyor. Sınırda binlerce asker varken bu geçiş nasıl sağlandı, onu da anlamak mümkün değil. Bunlar şu anda Diyarbakır ve çevresine kadar sızmış durumdalar. Akşamları halkla birlikte oturup sohbet edebiliyorlar.
  4. Gizli Dünya Devleti ve Rockefeller Ailesi ile Rothschild Ailesi Bu iki aileden daha önce çeşitli vesilelerle söz ettik. Burada her ikisi de yahudi olan bu iki aileden özel bir başlık altında ve ayrıntılı bir şekilde söz etmek istiyoruz. Çünkü bu ailelerin mensuplarının adları Gizli Dünya Devleti'nin örgütleriyle bağlantılı olarak sıkça geçmektedir. 19. yüzyılın büyük bir çoğunluğunda, bir Yahudi bankacılar ailesi olan Rothschild Ailesi, Avrupa'nın para marketlerini yönetti. Birçok Avrupa toplumu, borçlarını, savaş tazminatlarını ödemek veya barış projelerini finanse etmek için Rothschild'lardan para borçlandı. Ailenin ismi, yani Rothschild ismi, bir atalarının dükkanının işareti olarak kullandığı kırmızı bir kalkandan (a red shield, Almanca'da rothen schilde) gelmektedir. Mayer Amschel Rothschild (1744-1812) aile servetinin kurucularından olmuştur. Almanya'da, Frankfurt-am-Main'deki yahudi bölgesinde doğmuştur. Bir tüccar oldu ve dövizcilik gibi birkaç bankacılık servisinde bulundu. Nadir madeni para uzmanı olan Mayer Amschel Rothschild pek çok zengin eve katılabilme imkanını elde etti. Özellikle de seçme hakkına sahip olan William of Hesse-Kassel'in evine girebilecek ayrıcalığa sahip olması önemliydi. Kısa sürede, seçme hakkına sahip bu şahsın başlıca ekonomik işleri ile uğraşmaya başladı. Mayer Amschel Rothschild 5 oğlunu da aile işinde çalışmak üzere yetiştirdi. Rothschild'lar uluslararası bankacılar olarak ün kazanmalarını, Napolyon Savaşları'na borçludurlar. Mayer Amschel'in üçüncü oğlu Nathan Mayer (1777-1836), 1800 civarlarında İngiltere'ye gitti ve Napolyon'un kuşatması sırasında İngiltere için eşyalar kaçırdı. Kardeşlerinin yardımı ile, Nathan Mayer ayrıca İspanya'daki İngiliz ordusunu finanse etmek amacıyla Fransa'dan altın da taşıdı. Bu çabaları, Nathan'a İngiliz hazinesinin temsilcisi unvanını kazandırdı. Savaşın sonunda, Rothschild Ailesi Fransa ve Avusturya'ya borç vermekle yükümlüydü. Nathan'ın erkek kardeşi Jacob ya da James (1792-1868), Fransa'nın başkenti Paris'te bir banka kurdu.Onun kardeşi Salamon Mayer ise (1774-1855) Avusturya'nın başkenti Viyana'da bir banka kurdu. Bir diğer erkek kardeş Karl Mayer (1788-1855) İtalya'nın Naples şehrinde bir başka banka kurdu ama tutunamadı ve 1861 civarında kapattı. En yaşlı kardeş Amschel Mayer (1773-1855), Frankfurt'taki ekonomik işlerden sorumlu olarak kaldı. Rothschild Ailesi, Avrupa ve Amerika'da tren yollarını finanse etti ve ABD'de isteyenlere borç alma imkanı sağladı. Nathan Mayer'in oğlu Lionel Nathan (1808-79) 1875'te Süveyş Kanalı'nın kontrolünü satın alması için Başbakan Benjamin Disraeli tarafından kullanılmak üzere İngiltere'ye borç verdi. Lionel Nathan İngiliz Meclisi'ne seçilen ilk Yahudiydi ve onun oğlu Nathan Mayer (1840-1915) ilk Baron Rothschild oldu. Rothschild'lar birçok onur ve unvan elde ettiler. İngiliz ve Fransız ailelerinin üyeleri olanlar ise kendilerini bilim adamları ve hayırsever olarak tanıtmışlardır. Rothschild ailesinin 2000'li yıllara üç trilyon dolar sermaye ile girdiği tahmin edilmektedir. Bütün bu bilgilerden anlaşıldığı üzere bu aile faiz prangasını kullanarak hem siyasi yönetimleri kendilerine bağlamış, hem de bu yolla büyük gelirler elde etmiş, servetlerine servet katmışlardır. Tabii servetlerini katlamalarına paralel olarak yönetimler üzerindeki etkileri ve güçleri de artmıştır. İşte bu etki ve güçlerini kullanarak, başta Illuminati şebekesi olmak üzere destekledikleri bütün karanlık teşkilatların ve masonik örgütlerin elemanlarının istedikleri yerlere gelmelerini sağlamışlardır. Onların bu etkinlikleri de kendilerine siyaset meydanında "parlak" bir gelecek hazırlama hayalleri yapanların onların ağlarına düşmelerini kolaylaştırmıştır. Rockefeller ailesi, Amerika'daki yahudi lobisinin başını çeken bir ailedir. Bu aile de Rothschild ailesi gibi başlangıçta banka ve finansman işine ağırlık verdi. Bu yüzden Amerika'da yıllardan beridir para piyasalarında saltanat sürmektedirler. Hatta Amerika'da sermaye alanında 150 yılı aşan bir Rockefeller hanedanlığından söz edilir. Fakat sadece finans ve para piyasasında kalmamışlardır. Petrolden endüstriye çok geniş bir alana yayılmış ve oldukça güçlü bir sermayenin sahibi olmuşlardır. Özellikle petrol alanında tam bir dev ve tröst haline gelmişlerdir ve Amerika'nın en önemli petrol şirketleri onların elindedir. Ailenin Rockefeller Vakfı adıyla bir vakıfları da bulunmaktadır. Bu vakfın amacı da Illuminati ve Yuvarlak Masa şebekesinin ağına düşecek yöneticiler yetiştirmek amacıyla üniversite çağındaki öğrencilere burs temin etmektir. İsmi daha önce birkaç kez geçen yahudi Henry Kissinger bu vakfın danışmanlarındandır. Kissinger'in Rockefeller ailesiyle danışmanlığın ötesinde oldukça derin ilişkileri bulunmaktadır. Bu yüzden birçok çalışmalarında ortaktırlar. Rockefeller Vakfı aynı zamanda Beyaz Saray'a strateji üreten bir tink tank kuruluşu gibi çalışmaktadır. Bu çalışmasının asıl amacı ise ABD'nin politikasına yön vermektir. Bu vakıf Türkiye'de yönetimde üst kademelere kadar gelmiş bazı kişilere de burs vermiştir. Chase Manhattan Bank (CMB), Rockefeller ailesinin finans kurumlarından biridir. Adında geçen Manhattan, New York'ta yahudilerin oldukça yoğun oldukları adanın adıdır. Bu bankanın şah dönemi İran'da çeşitli yatırımları bulunuyordu. Uluslararası Temel Endüstri Ortaklığı (IBEC) ailenin bir ferdi olan Nelson Rockefeller tarafından kurulmuştur. Aileye ait şirketlerin Suudi Arabistan'da birçok yatırımı bulunmaktadır. Suud petrollerine hakim durumdaki ünlü ARAMCO şirketinin hisseleri Rockefeller ailesine ait dört şirket arasında paylaştırılmıştır. Bunlar da Texaco, New Jersey Oil, Socony Vacum ve California Standart Oil şirketleridir. Bu dört şirket 1944'te bir araya gelerek ARAMCO'yu kurmuşlardır. Merkezi Londra'da bulunan Harts Horn J. E. Oil Company es and Goverments'ın yayınladığı istatistiklere göre Ortadoğu petrollerinin % 99'u yedi büyük petrol şirketinin kontrolü altındadır. Bu şirketlerin beşi yahudi Rockefeller ailesine aittir. Geriye kalan iki şirketten Shell'in sahibi Marcus Samuel ve Royal Dutch'ın sahibi Wiliam Detending de yahudidir. Ünlü American International Corporation (AIC)'ın ortaklarından biri de Rockefeller ailesidir. Ailenin Avrupa'daki bazı bankalarla da iş bağlantısı olduğu bilinmektedir. Daha önce sözünü ettiğimiz Yuvarlak Masa teorisine göre oluşturulmuş olan Trilateral Komisyon'un fikir babalığını da Rockefeller ailesine mensup David Rockefeller ve yine bir yahudi olan Zbigniew Brzezinski yapmıştır. David Rockefeller'in tek marifeti zikrettiğimiz komisyonun fikir babalığını yapmak değildir. Hıristiyan ve Yahudi Milli Konferansı'na üyedir. Komünizmin çöküş merhalesinde yahudi sermayesinin Sovyetler Birliği'nden ayrılan ülkelere kazık çakmasında önemli rol oynamıştır. Bunda Sovyetler'deki komünistlerle eski dostluğunun önemli rolü olmuştur. Yukarıda sözünü ettiğimiz global gizli örgütlerin tümünde Henry Kissinger'den çok daha fazla etkinliği vardır. CFR, Bilderberg ve Trilateral Komisyon'un her üçünün de birinci derecede David Rockefeller'in kontrolünde olduğu bu örgütlerle yakından ilgilenenlerin çoğunda oluşan yaygın bir kanaat. Hatta bu üç örgütün kralının David Rockefeller, baş danışmanının da Henry Kissinger olduğuna inanılmaktadır. Her ikisi de yahudi ve her ikisi de Amerika'daki yahudi lobisinin başını çekenlerden. Bu üç büyük örgütün kendi iç hiyerarşisinde merkezde bulunan kişiye "boğanın gözü" denmektedir ve hali hazırda "boğanın gözü"nün David Rockefeller olduğuna inanılır. Hitler'in Yükselişinde Gizli Ellerin Rolü Siyonistlerin Hitler sömürüsü bugün hala sürmektedir. Aslında bu işin arkasında duran gerçek nispeten gün yüzüne çıkmıştır. Ama ne yazık ki, gizli eller bu gerçeklerin yazılmasına ve konuşulmasına pek fırsat vermek istemiyorlar. Biz Hitler ve Nazizm gerçeğini de biraz tahlil etmek istiyoruz. Her şeyden önce Hitler'in yükselişi ve Almanya'da yönetimi ele geçirmesi bir tesadüfün eseri değildir. 1919'da Paris yakınlarında gerçekleştirilen Versailles Barış Konferansı'nda Almanya, ödemesi mümkün olmayan tazminatlara mahkum edildi. Bu tazminat kararlarını alanların başında gelenler ise Illuminati şebekesinin organı durumundaki Yuvarlak Masa üyeleriydi. Bu karar Almanya'yı ciddi bir ekonomik çöküşe sürükledi. Zaten amaçlanan da buydu. İşte bu ekonomik çöküş, Hitler'in bir kurtarıcı gibi yükselmesi için şartları hazırladı. Nazizmin siyasi mekanizması durumundaki Nasyonal (Ulusal) Sosyalist Parti, Almanya'da ilk ortaya çıktığında pek tanınmıyordu. Fakat ülkenin tanınmış sanayicilerinin bu partiye girmesiyle birlikte biri birden tanınmaya ve yıldızı parlamaya başladı. Krupp, I. G. Farben ve diğer bazı yahudi şirketlerinin sahipleri 1929'da bu partiye girdi. Bunların partiye girmeleri ani bir kararla ve hızla gerçekleşmişti. Bu kişiler Hitler'in parti içinde yükselmesinde önemli rol oynadılar. Bunun için her türlü maddi yardımı yaptılar. Sadece sanayiciler değil yahudi bankerler de Hitler'e istediği yardımı yapıyorlardı. Uluslararası alanda faaliyet gösteren yahudi banker Warburg, Amerika'nın ünlü yahudi ailesi Rockefeller adına Hitler'le irtibat kurarak yardım teklifinde bulundu. Henry Coston, La Haute Finance et Les Revolutions adlı eserinde Warburg'un Hitler'le bağlantı kurması ve desteği hakkında şu bilgileri veriyor: "Warburg, Almanya'ya geldiğinde Hitler'in danışmanlarıyla görüşmeler yaptı. Temsil ettiği Amerikalı finansörler adına Führer'e başa geçmesi için 10 milyon dolar vaat etti. Hitler, Wall Street'teki koruyucularıyla devamlı mektuplaşıyordu: 'Hareketimiz Almanya'da büyük bir hızla gelişiyor. Bana gönderdiğiniz para bitti. Bir dahaki sefere ne kadar alabileceğimi bana bildirmenizi önemle rica ederim.' Hitler. Hitler'in bu ricası yahudi bankerler tarafından karşılıksız bırakılmadı. Yapılan kısa bir toplantıdan sonra Nazilere 15 milyon dolarlık yeni bir yardımın yine Warburg aracılığıyla ulaştırılması kararlaştırıldı." Hitler'e maddi yardım yapanlardan biri de yine yahudi banker ailelerden ve Royal Dutch Shell şirketinin sahibi Samuel ailesiydi. Hitler'in yahudi para babalarıyla ilişkisine dair bilgileri çok fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Ancak bu konuda özel bir araştırmaya yetecek kadar bilgi olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz. Yukarıda üzerinde durduğumuz ve Gizli Dünya Devleti'nin en önemli organlarından biri durumundaki Bilderberg'in kuruluşunda birinci derecede rol oynayan Hollanda prensi Bernhard'ın aynı zamanda Nazi SS örgütünün üyelerinden olduğunu daha önce belirtmiştik. SS, Koruyucu Kademe anlamına gelen Schutz Staffel isimlendirmesinin kısaltmasıdır. Hitler, bu özel birliği 1925'te kendisinin korunması için kurdurmuştu. Başlangıçta küçük bir örgüt olan bu birliğin, Nazilerin iktidara geldiği 1933'te 50 bin kişilik mensubu oldu. Böylece büyük bir ordu haline geldi. Daha çok ordu disiplininde çalışıyordu. Başına geçirilen Heinrich Himmler ise fanatik bir ırkçı olarak tanınıyordu. İlginçtir ki Himmler'in baş yardımcılığına da yahudi kökenli Reinhard Heydrich getirilmişti. Nazilerin hüküm sürdüğü bölgelerdeki Yahudileri göçe zorlama veya ikna etme görevini de SS'ler üstlenmişti. "Yahudi Sorunu" olarak isimlendirilen, gerçekte ise yahudileri göçe zorlamayı amaçlayan programı uygulama işiyle ise adı geçen Reinhard Heydrich ile Adolf Eichman adlı ikinci bir yahudi ilgileniyordu. Hitler'in hüküm sürdüğü bölgelerde estirdiği anti-semitist (yani yahudi karşıtı) terör Filistin topraklarına yahudi göçünü son derece hızlandırmıştır. Öyle ki 1917'de İngilizlerin Filistin topraklarını işgal etmelerinden itibaren yapılan onca teşvike rağmen 1933'e kadar gerçekleşen göçlerle birlikte Filistin topraklarındaki yahudi nüfusun sayısı 150 bini geçmemiştir. Ama Hitler'in 1933'te iktidarı ele geçirmesinden sonra anti-semitist terör estirmesiyle birlikte yahudiler çekirge sürüleri gibi Filistin'e akın etmeye başlamışlardır. Çünkü Hitler'in adamları birkaç yahudiyi öldürüp kamyonetlerin arkasına atarak yahudilerin yoğun olduğu mahallelerde dolaşarak: "Buraları terk etmezseniz sizin sonunuz da böyle olacak" diye ilanlar yayınlıyorlardı. Hitler'in adamları yahudileri sadece tehdit yoluyla değil ikna yoluyla da göçe yöneltiyorlardı. Fırınlama, binlerce insanın kitleler halinde katledildiği iddiaları ise siyonistlerin yıllardan beridir sömürü aracı olarak kullandıkları efsanelerden ibarettir. Hitler terörü sebebiyle yahudilerin Filistin topraklarına akın etmesi neticesinde II. Dünya Savaşı'nın sona erdiği 1945'e gelindiğinde Filistin topraklarındaki yahudi nüfusun sayısı 800 bine ulaşmıştı. Böylece Filistin'de bir "İsrail" devletinin kurulması için yeterli insan potansiyeli oluşmuş oluyordu. Zaten Hitler'in görevi de işte bunu sağlamaktı. Hitler'in görevini tamamlamasından sonra defteri de dürüldü. II. Dünya Savaşı'ndan büyük bir yenilgiyle çıkan Hitler kurtuluşu intiharda buldu. Gizli Dünya Devleti'nin Para Tuzakları: IMF ve Dünya Bankası Bu iki kuruluş, Gizli Dünya Devleti'nin özel fitne politikalarıyla ve oyunlarıyla çıkarılan II. Dünya Savaşı'nın getirdiği ortamdan yararlanılarak kurulmuş para tuzaklarıdır. Bu kurumlardan tarih boyunca sürekli zayıf devletleri borç batağına sokmak, borç yoluyla ayaklarına pranga vurmak, verilen borç karşılığında siyonistlerin kontrolündeki finans kurumlarına faiz geliri sağlamak, bütün bunlara rağmen yine de verilen kredi karşılığında dolaylı sömürgeciliğe esir edilen ülkelere belli politikaları zorla kabul ettirebilmek için yararlanılmıştır. Biz burada bu iki tuzaktan biraz daha ayrıntılı olarak söz etmek istiyoruz. IMF (Uluslararası Para Fonu) Kuruluşu, II. Dünya Savaşı'nın bitmesinin hemen ardından yani 1945'te gerçekleştirilmiştir. 1-22 Temmuz 1944 tarihleri arasında ABD'nin New Hampshire eyaletinin Bretton kasabasında 44 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen konferansta alınan karar doğrultusunda 27 Aralık 1945 tarihinde kuruluşu resmen ilan edilmiştir. Kuruluşa merkez olarak Washington DC seçilmiştir. Kuruluşta ilk başkan olarak da Belçikalı Camilla Gutt seçilmiştir. Üyelikte zorlayıcı kriterler aranmadığı için ve bu teşkilattan kredi alınabilmesi için üyelik şart koşulduğundan üye ülke sayısı hızla artmıştır. Bugün 182 ülke bu teşkilata üyedir. Üye ülkelerin gayri safi yurtiçi hasılası, ortalama rezervleri, cari dış ödemelerinin yıllık ortalaması gibi parametreler esas alınarak hesaplanan üyelik payları vardır. Bu üyelik payına 'kota' denir. Kotalar, üye ülkelerin IMF'deki oy gücünün, kuruluştan yararlanabileceği mali imkanın miktarının ve tahsis edilecek Özel Çekme Hakkı (SDR) miktarının belirlenmesinde tek ölçü olarak kullanılır. Üye ülkelere şartlar gereği özel bir imkan tanınmaz ama acil ve önemli durumlarda kotasının sadece üç katı tutarında IMF kaynağı alabilir. IMF'e üye her ülkenin toplamdaki oy oranları ve yüzdeleri eşit değildir. Amerika'nın toplamdaki oy oranı % 17.35 Türkiye'nin toplamdaki oy oranı % 0.49, Rusya'nın % 2.79, Çin'in ise % 2.20'dir. Buradan da görüleceği üzere ABD'nin karar mekanizmasındaki oy hakkı Türkiye'nin hakkının 35 katıdır. Kaldı ki ABD'nin oyun ötesinde birtakım yaptırım ve engelleme imkanları da bulunmaktadır. Kurumun örgütlenmesinde IMF başkanı ve kurumun kararlarının alındığı iki merkez vardır: Guvernörler Kurulu ve İcra Direktörleri Kurulu. IMF nezdinde başta ABD olmak üzere, Avrupa Birliğine üye gelişmiş ülkelerce onaylanmayan hiçbir karar alınmadığı gibi IMF'ce alınacak olan her karar, bu gelişmiş ülkelerin menfaati ve siyasi beklentileri doğrultusunda olmak zorundadır. Ülkelerin sunduğu programlar 1-2 yılı kapsarsa stand-by düzenlemesi, 3-4 yılı kapsarsa süresi uzatılmış düzenleme olarak adlandırılır. IMF'in mali imkanlarını kullanmak isteyen ülkelerin, istek ve önerileri dikkate alarak veya IMF dayatması doğrultusunda hazırladıkları ekonomik istikrar programı diğer adıyla 'Niyet Mektubu' İcra Direktörleri ve Guvernörler Kurulu'nun onayına sunulur. ABD Başkanı Eisonhower döneminde ekonomik işlerden sorumlu Dışişleri bakan yardımcısı Douglas Millon'un ABD Kongre Bankacılık ve Para Komisyonu'nda 4 Mart 1959'da yaptığı konuşmada sarf ettiği sözler IMF'in siyasi ve ekonomik politikaları geri kalmış ülkelere kabul ettirme konusunda ne derece etkili olduğu hakkında bazı ip uçları içermektedir: "Uluslararası bir kuruluş olarak Para Fonu'nun bağımsız hükümetlere mali konularda fikir vermesi ve/veya yardım karşılığında bazı konularda ısrar etmesi gelişmiş ülkelerin hükümetlerinin aynı şeyi yapmalarından daha önemlidir. Bu nokta son derece önemlidir. Para ve maliye gibi hassas konularda hükümetler, nesnel yansız ve yetenekli bir uluslararası kuruluşun görüşlerini ne kadar iyi niyetli olursa olsun, bir diğer hükümetin görüşlerine yeğlerler" IMF'in politikası hakkında, J.Marcus Fleming, The International Monetary Fund adlı eserinde şu özlü bilgileri vermektedir: "IMF, güçlü ve zengin ülkelere döviz kurlarını desteklemek amacıyla büyük yardımlar sağlarken, bu ülkelerin döviz kurlarının ve ticaret politikalarının belirlenmesinde etkili bir rol oynayamaz. Fon'un uluslararası spekülasyonlardan kaynaklanan krizlerdeki çaresizliği ve uluslararası bir kuruluş olmasına rağmen kendi politikalarını üçüncü dünya ülkeleri dışındaki ülkelere dikte ettirememesi son derece ilginçtir." IMF'in görünen yüzü ile gizlenen yüzü oldukça farklıdır. Kamuoyu IMF'i "çok zengin sermayeli bir banka ve dünya çapında bir finans kurumu" şeklinde tanımaktadır. Oysa IMF'in asıl işlevi ve özelliği "aracı kefalet kurumu, tefeci ve komisyoncu" olmasıdır. Bu işi de ağırlıklı olarak aşağıda tanıtacağımız Dünya Bankası'nın veya Amerika'daki siyonist lobiye mensup kişilerin elindeki finans kurumlarının kasalarını kullanarak yapar. Böylece hem geri kalmış ülkelerin yönetimlerinin ayaklarına pranga takmış ve onları Gizli Dünya Devleti'nin güdümüne sokmuş hem de yahudi sermaye sahiplerinin paralarının işlemesini, onların büyük miktarlarda faiz gelirleri kazanmalarını sağlamış olur. IMF'nin kredi sağlama konusunda izlediği metot da yeterince bilinmemektedir. Sürekli "kredi aldık, kredi verdi" ibareleri kullanıldığından insanların zihinlerinde, açıklanan rakamlara tekabül eden miktarlarda paranın kredi alan devletin hazinesine aktarıldığı şeklinde bir kanaat oluşmaktadır. Oysa IMF'in yaptığı sadece kalem oynatmaktan ve kağıt karalamaktan ibarettir. Bunun karşılığında muhatap devlet adına belirlenen miktarda para, IMF yetkilileri tarafından kabul edilen resmi veya özerk kurumların hesaplarına, yine belirlenen amaçlar doğrultusunda kullanılmak şartıyla aktarılır. Bu yüzden de bazen haberlerde "kredi alındı, alınacak" ifadesi yerine "serbest bırakıldı, bırakılacak" ifadesi tercih edilmektedir. Yani IMF'in yaptığı bir tür çek yazmaktır.
  5. Komplo falan yok , ülkemizde azınlık fakat etkili , kökü yurt dışında bir avuç zengin , siyasetçi , medya patronu , güvenlik birimlerimizde üst düzey , ülkelere borç verecek kadar finans babası , YÖK ün zaten tamamı , BU ÜLKEYİ BATIRMAYA UĞRAŞIYORLAR..Bugünkü hükümeti yıkma çabalarıda onları bugüne kadar bir çok hükümette olduğu gibi istedikleri yönde kullanamamaları ,asırlarca kavgalar vererek kaptıkları köşelerin ellerinden çıkacak olmasından dolayıdır .Büyük hakikatler kendini inkar ettirir , sizin akıl ve iman çapınız yetmez ama bu ülkede 20-30 yıl sonra çıkacak gizli gerçekleri gören neslimiz şimdikilere ve öncekilere lanet yağdıracaklar! Onların işini en çok bpzan ise AKP , ve cemaatler İSLAMİYET , ONDAN TÜM KARALAMAK İÇİN YALANLAR la milleti dinden ve cemaatten insanlardan soğutma çabaları , son maskeleri ATATÜRK e kadar indi bakalım
  6. İsrail, kimyasal silah da kullanıyor iddiası Daha önce misket bombası kullanmakla suçlanan İsrail’in Gazze’de kimyasal silah da kullandığı iddia edildi. ● İsrail: Roma'dan izin aldık ● İsrail misket bombası kullanıyor iddiası Gazze'deki en büyük hastane olan El Şifa Hastanesi'ne getirilen yaralıların vücutlarında kimyasal silah izine rastlanıyor. 31 yaşındaki Hasan adlı Filistinli bir yaralı "Uçaktan fırlatılan füze infilak edince kendimi cehennemde hissettim." sözleriyle yaşadığı dehşeti anlatırken "Kimyasal maddeleri hissedebiliyorum. Çok fazla sıcak ve acı hissediyorum" diyerek İsrail'in bombaladığı bölgelerde üzerinde "test" (deneme) yazılı şarapnel parçaları bulunduğunu anlatıyor. İsrail'in 130'dan fazla Filistinlinin öldürüldüğü Gazze operasyonlarında yeni bir kimyasal silah denediği suçlamaları giderek artıyor. Şifa Hastanesi doktorları da bu iddiaları destekleyecek bulgulara sahip olduklarını belirtiyor. Doktorlar, İsrail'in devam eden hava saldırılarında yaralanan Filistinlilerin vücutlarında yangın tesirli kimyasal bomba izlerinin bulunduğunu ifade ediyor. Yaralılarda yüzde 60'lara varan 3. derece yanıklar bulunduğunu ve daha önce bu tür yanma izlerine rastlamadıklarını kaydeden doktorlar, İsrail'in vücutta patlayan kurşunlar kullandığını da tespit ettiklerini belirtiyor. Gazze'nin Deyr el Belah bölgesindeki El Aksa Şehitleri Hastanesi'nde de benzer vakalar yaşanıyor. Hastane doktorlarından Habes el Vehedi, özellikle Magazi mülteci kampındaki operasyonlarda yaralananların vücutlarındaki izlerin hayret verici olduğunu söylemekten kendini alamıyor. Yaralılar arasında bacakları kopanlar, belden aşağısı tutmayanlar ve ayaklarında yanık izleri bulunanların olduğunu anlatan doktor, bazı yaralanmaların ise "X-ray'de görünmeyen yarı saydam şarapnel parçalarından" kaynaklandığını ve bunların yanıklara neden olduğunu kaydediyor. 20 yıllık doktor olduğunu belirten Vehedi de ilk kez bu tür yaralar gördüğünü belirtiyor. Vehedi, üzerinde "test" (deneme) yazılı bir şarapnel parçasını bizzat gördüğünü kaydederken, "Bunlar en azından bizler için yeni bir silah. Fosfor bombası olabilir, kimyasal bomba ya da bir karışım." şeklinde konuşuyor. Bu arada Filistin Sağlık Bakanlığı iddialarla ilgili bağımsız bir soruşturma yürütülmesi için çağrıda bulunurken, merkezi Fransa'daki bir insani yardım kuruluşu da İsrail'in saldırılarda dağıldıktan sonra patlayan "misket bomba"lar kullandığına dair bulgular edindiklerini ifade ediyor. Medecins du Monde adlı grubun doktorlarından Regis Garrigues, Fransız Liberation gazetesine yaptığı açıklamada Gazze'de gördüğü yaralanma vakalarının kendisinde "misket bombası" kullanıldığına dair şüphe uyandırdığını kaydetti. Birleşmiş Milletler (BM) İnsani Yardım Koordinasyon Merkezi yetkilisi Stuart Shepherd de iddialarla ilgili bir soruşturmaya ihtiyaç olduğunu ifade ederken, Filistin Sağlık Bakanlığı'nın da suçlamalarla ilgili bağımsız bir soruşturma talep ettiğini de aktardı. İsrail ordusu ise suçlamalarla ilgili bir bildiri yayımladı. İddiaların araştırıldığını belirten İsrail ordusu, kullanılan silahların uluslararası hukuka uygun olduğunu ifade etti. İnsan Hakları İzleme Örgütü, İsrail'in Lübnan'da misket bombası kullandığı yönündeki iddiaları gündeme getirmişti. New York merkezli İnsan Hakları İzleme Örgütü önceki gün yaptığı açıklamada, İsrail'in Lübnan'da sivillere yönelik parça tesirli misket bombası kullandığı yolunda kanıtlar bulunduğunu bildirmişti. Örgütün raporunda, geçen hafta bir köye yönelik top saldırısında misket bombası kullanıldığı, olayda bir kişinin öldüğü, yedisi çocuk 12 kişinin yaralandığı kaydedilmişti.
  7. ya ateismin komunizmin bi hayrı olsa kendine olurdu , bırakın bu din olmadanda yaşarız çabalarını , bu düşkünliüğünüz mezara kadar sürer , ya ondan sonra ne yapacaksınız
  8. ya arkadaşım hayal aleminizde var ettiğiniz şeyleri veya o okuduğunuz sabetayların elindeki yayın organlarının daha ne zamana kadar ak dediğine ak kara dediğine kara diyeceksiniz??? Türkiyenin yüzde 98 i müslüman , hadi bana bir tane göster o dediğin şalvarlı silahlı bir insan..Bir müslüman ancak canını ırzını malını vatanını muhafaza uğrunda silaha sarılır çünkü bunlar BİZDE KUTSALDIR! Onun dışında onlar yeryüzünün en yumuşak en temiz insanlarıdır..Müminler de islam dinide Allah katında üstündür..Size biz neden çarptarak veridklerini biliyoruz , bu onların 3 asırlık misyonudur..Keşke bişey ifade etmeden önce karşı tarafıda dinlesen , milyonların gönül verdiğini insanların eserlerinden en azından 1 tane bitirmiş olsan..Kendinizi dahada ************ ve düşmanlarımızın değirmenine su taşıyorsunuzzz!!! Bak altını çizerek yazıyorum iyi görmen için sağdan soldan duyduğun üç beş ******* bilmeyenin lafına kanma hemen HAKSIZ YERE BİR İNSANI ÖLDÜRMEK , ALLAHA KÜFÜRLE DENKTİR VE CEZASI EBEDİ CEHENNEMDİR , ama Kuranda GÖRDÜĞÜNÜZ YERDE ÖLDÜRÜN DENEN MÜNAFIKLARDA VARDIR..Bizim müslümanların kime bi zararı olmuşta düşmanımıza kendimizi ezdirelim..Aslında sen ve senin gibilere laf anlatmaya kalkmakta ayrı bir akılsızlıkta ne yapalım..ya ben seni kaale almıyorum , içi boş ********** doldurdukları şeyi cehennem temizler
  9. 10Allah'ın size lütfu ve merhameti olmasaydı ve Allah tövbeleri kabul eden, hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı haliniz nice olurdu? 11. O ağır iftirayı uyduranlar, sizin içinizden bir güruhtur. Bu iftirayı kendiniz için kötü bir şey sanmayın. Aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her biri için, işledikleri günahın cezası vardır. İçlerinden (elebaşılık ederek) o günahın büyüğünü üstlenen için ise ağır bir azap vardır. 12. Bu iftirayı işittiğiniz zaman, iman eden erkek ve kadınlar, kendi (din kardeş)leri hakkında iyi zan besleyip de, "Bu apaçık bir iftiradır" deselerdi ya! 13. Onlar (iftiracılar) bu iddialarına dair dört şahit getirselerdi ya! Madem ki şahit getirmediler; işte onlar Allah yanında yalancıların ta kendileridir. 14. Eğer size dünya ve ahirette Allah'ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu! 15. Hani o iftirayı dilden dile dolaştırıyor; hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyleri ağzınıza alıp söylüyor ve bunu önemsiz bir iş sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah katında büyük bir günahtır. 16. Bu iftirayı işittiğiniz vakit, "Böyle sözleri ağzımıza almamız bize yaraşmaz. Seni eksikliklerden uzak tutarız Allah'ım! Bu çok büyük bir iftiradır" deseydiniz ya! 17. Eğer inanıyorsanız, bu gibi şeylere bir daha ebediyyen dönmemeniz için Allah size öğüt veriyor. 18. Allah size âyetleri açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. 19. İnananlar arasında hayasızlığın yayılmasını arzu eden kimseler var ya; onlar için dünya ve ahirette elem dolu bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. 20. Allah'ın lütfu ve rahmeti sizin üzerinize olmasaydı ve Allah çok esirgeyici ve çok merhametli olmasaydı haliniz nice olurdu? 21. Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilsin ki o hayasızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer Allah'ın size lütfu ve merhameti olmasaydı sizden hiçbiriniz asla temize çıkamazdı. Fakat Allah, dilediği kimseyi tertemiz kılar. Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
  10. ya bari Osmanlıaki , asrı saadetteki hukuku huzuruaeleti bilmeden yorum yapmayın , bir kerede bişey hakkında bilginiz olsun kötülemeden kara ilan etmeden
  11. Yuvarlak Masa ve Birinci Dünya Savaşı Yuvarlak Masa'nın seçkin üyeleri, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ülkelerindeki savaş komitelerinde önemli görevler üstlenmişlerdi. Bu kişiler siyaset sahnesinde, birbirlerine zıt ülkeleri temsil ediyor ama Yuvarlak Masa'da bir araya gelebiliyorlardı. Bu kişilerin savaşın şartlarını ve sebeplerini kendi elleriyle hazırladıkları, Birinci Dünya Savaşı'nın arkasında duran gerçeklerin altını kurcalama zahmetine katlanan araştırmacıların dikkatinden kaçmamıştır. Bu kişiler savaş esnasında da ülkelerinin savaş komitelerindeki üst görevlerini sürdürmüşlerdir. Savaş sonrasında ortaya çıkan şartlar Illuminati şebekesinin hesap ve planlarına daha da uygundu. Savaşın ateşini yakan ve dört yıl boyunca üzerine gaz döken Yuvarlak Masa üyeleri, 1919'da Fransa'nın başkenti Paris yakınlarında Versailles Barış Konferansı'nda bir araya gelmiş ve savaş sonrası şartlarda dünyaya nasıl şekil verebileceklerini tartışıyorlardı. Bu toplantıda bir araya gelen Alfred Milner, Edward Mandel ve Bernard Baruch, Yuvarlak Masa'nın seçkin üyeleriydi ve zaten kendilerinin çıkardığı savaşın ortaya çıkardığı şartları değerlendirme konusunda görüş alış verişinde bulunuyorlardı. Bunlardan Alfred Milner, Yuvarlak Masa'nın lideriydi. Konferansa katılanların birçoğu, daha önce sözünü ettiğimiz ünlü banka hanedanı Rothschild ailesinin fertleri tarafından önerilmişti. Bu ailenin yahudi azınlığa mensup olduğunu daha önce belirtmiştik. Filistin topraklarında bir yahudi devletinin kurulmasıyla ilgili politikaların geliştirilmesinde karanlık gizli örgütlerin önemli rolü olmuştur. Versailles Barış Konferansı'nda alınan kararların arasında da Filistin'de bir yahudi devleti kurulması vardı. Hotel Majestic'te Yapılan Toplantı Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan önemli bir toplantı da Paris'teki Hotel Majestic'te gerçekleştirilen toplantıdır. Bu toplantıda Yuvarlak Masa'nın bazı organlarının oluşturulmasıyla ilgili kararlar alındı. Bu kararlar doğrultusunda 1920'de Dış İlişkiler Komitesi, 1921'de de Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü kuruldu. Bu organların yönetiminde Rothschild ve Rockefeller aileleri her zaman söz sahibi olmuşlardır. Bu ailelerin her ikisi de yahudi azınlığa mensuptular. Rothschild ailesi Avrupa'daki, Rockefeller ailesi ise Amerika'daki yahudi azınlığın ileri gelenlerindendi. Dış İlişkiler Komitesi (Council of Foreign Relations-CFR) Dış İlişkiler Komitesi (CFR), Gizli Dünya Devleti'nin en önemli organlarından biridir ve Yuvarlak Masa teorisine göre şekillendirilmiş organizasyonların da eskilerindendir. Bu yüzden CFR üzerinde biraz ayrıntılı bir şekilde durmak gerekmektedir. CFR, 21 Temmuz 1921'de New York'ta kuruldu. Kuruluşunda yahudi kökenli Walter Lippmann'ın önemli rolü olmuştur. Fakat bu oluşumun kurulmasıyla ilgili ilk karar daha önce de söylediğimiz üzere Birinci Dünya Savaşı sonrasında toplanan Versailles Barış Konferansı'nda alındı. CFR, 2. Dünya Savaşı'nda çok önemli bir rol oynamıştır. Foreign Affairs adlı ünlü dergi bu örgütün yayın organıdır. Bu dergi vasıtasıyla dünya kamuoyu üzerinde bir politik yönlendirme yapmaya çalışmaktadır. Görünüşte CFR'nin çalışmalarının pek gizli olmadığı ileri sürülmektedir. Gerçekte ise diğer Gizli Dünya Devleti organları gibi son derece gizli çalışmaktadır. Ancak yönlendirme amaçlı faaliyetlerini dışa yansıtmakta ve bu yansıtma ile açıktan çalıştığı intibaı vermeye gayret etmektedir. CFR'nin bugün finans, iletişim, akademi, istihbarat, teknoloji alanlarında en etkin konumlarda bulunan 3500 civarında üyesinin olduğu sanılmaktadır. Özellikle Amerika'daki istihbarat örgütleri üzerinde oldukça güçlüdür. FBI, CIA, DIA, DEA ve başka istihbarat şefleri bu örgütün de elemanıdır ve CFR'nin ilkelerinden dışarı çıkamazlar. Gizli Dünya Devleti'nde önemli etkinliği olan Rockefeller ailesinin bir ferdi olan David Rockefeller, CFR'nin onursal başkanı olarak kabul edilmektedir. ABD'nin eski başkanları Bill Clinton ve Jimmy Carter, Antony Lake, eski başkan yardımcısı ve son başkanlık seçimlerinde oğul Bush'un rakibi olan Al Gore, George Bush (baba ve oğul her ikisi de), oğul Bush'un başkan yardımcısı Dick Cheney, eski bakan Warren Christopher, Savunma bakanı Colin Powell, Les Aspin, eski CIA direktörü James Woolsey, yine CIA eski direktörü Robert Gates, ABD hava kuvvetlerinin eski sekreteri Donald Rice, ABD'nin eski Pakistan büyükelçisi Robert Oakley, ABD eski Dışişleri bakanı ve ayı zamanda bu ülkedeki yahudi lobisinin başını çeken Henry Kissenger, eski Savunma bakanları James Baker, Donald Ramsfeld ve Casper Weinberger, Jimmy Carter döneminin ulusal güvenlik danışmanlarından Zbigniew Brzezinski, baba George Bush döneminin ulusal güvenlik danışmanlarından general Brent Scowcroft, eski hazine bakanı Lloyd Bentsen, eski devlet bakanı George Shultz, eski ticaret bakanı Robert Mosbacher, ABD'li ünlü finansör ve para piyasalarında spekülasyonlar yaparak milyarlar kazanmasıyla tanınan, Soros Vakfı vasıtasıyla dünya ülkelerinin geleceği için Gizli Dünya Devleti'ne hizmet edecek yöneticiler yetiştirmeye çalışan yahudi kökenli George Soros ABD'nin CFR üyesi ünlülerinin başında gelir. Bu isimler ABD politikasında söz sahibi ya da geçmişte söz sahibi olmuş CFR üyesi ünlülerin sadece az bir kısmını teşkil etmektedir. CFR üyelerinin birçokları aynı zamanda Bilderberg ve/veya SBS üyesidirler. CFR'nin Türkiye'den de üyeleri mevcuttur. Aydınlık gazetesinde yer alan bir yazıda Rahmi Koç'un CFR'nin Türkiye temsilcisi olduğu ve örgütün, Şubat 2001'de Koç Holding binasında Rahmi Koç'un ev sahipliğinde bir toplantı yaptığı ileri sürülmüştür. Bilderberg Gizli Dünya Devleti'nin ismi en çok duyulan organlarından biri Bilderberg'dir. Aslında Bildirberg, Illuminati şebekesinin emellerini gerçekleştirmek amacıyla geliştirdiği Yuvarlak Masa teorisine göre ortaya çıkarılmış bir oluşumdur. Fakat Illuminati şebekesinin ortaya çıkmasıysa Bilderberg'in kurulması arasında 177, Yuvarlak Masa teorisinin ortaya atılmasıyla arasında ise 77 yıl vardır. Yuvarlak Masa'nın en eski organlarından olan CFR'den ise 33 yıl sonra ortaya çıkmıştır. Yukarıda üzerinde durduğumuz CFR'nin ağırlık merkezini Amerika oluşturuyordu. Bu yüzden Bilderberg, CFR ve öteki örgütlerin Avrupa ayağını ve etkinliğini teşkil etmek için Hollanda'da Oosterbeek şehrinde Bilderberg Oteli'nde 1954'te kurulmuştur. Kuruluşun gerçekleştirildiği otelin sahibi de Hollanda kralıydı. Örgüt de ilk toplantının gerçekleştirildiği otelin adını alarak Bilderberg Group (Bilderberg Grubu) diye adlandırılmıştır. Bilderberg Grubu'nun kurucuları arasında Hollanda prensi Bernhard ve Polonyalı sosyolog Dr. Joseph Hieronim Retinger de vardır. Retinger, Bilderberg'in fikir babası olarak bilinir. Aynı zamanda CFR üyesidir. Bilderberg'in kuruluşunda, ABD istihbarat örgütlerinin, özellikle CIA'nin rolü olduğu çok iyi bilinmektedir. Prens Bernhard ise eski bir Nazi SS üyesidir. (Nazi SS'den ileride söz edeceğiz). 1937'de Hollanda prensesi ile evlenmiştir, ama Nazilerle olan yakın bağları çok iyi bilinmektedir. Bilderberg'in kurucucuları arasında yer alan Prens Bernhard'ın Nazi SS üyesi olması konusu üzerinde biraz durmak gerekmektedir. Fakat Hitler'in yükselişinde gizli ellerin rolü hakkında özel bir bölüm geleceğinden bu konunun ayrıntısına orada girmeyi tercih ediyoruz. Bilderberg'in kuruluşunda zikrettiğimiz iki isim geçmekle birlikte asıl önemli rol oynayanlar ve finansörlük yapanlar Gizli Dünya Devleti organlarında ismi sıkça geçen Rothschild ailesidir. Bu çalışmada Amerikalı Rockefeller ailesi tarafından da desteklenmişlerdir. Bilderberg, dünyanın yönetimi ve küreselleşme konusunda her yıl farklı ülkelerde toplantılar yapar. Toplantılar son derece gizli şartlarda ve özel ortamlarda yapılır. Toplantıları genellikle her yılın Mayıs ayının son haftasına denk gelmektedir. Katılanlar yaklaşık üç günlük toplantı süresince dış dünya ile bağlantılarını koparmak zorunda kalıyorlar. Katılanlar toplantılarda neler konuşulduğu değil nelerin gündeme geldiği hakkında bile herhangi bir bilgi vermekten kaçınırlar. Örgütün üyesi olanların dışında hiçbir gazeteci veya yazar toplantıya alınmaz. Üye olanlar da dışarıya bir şey sızdırmazlar. Dolayısıyla medyanın toplantıların içeriği hakkında herhangi bir bilgi edinmesi mümkün değildir. Toplantılarda gizlilik prensibinin eksiksiz uygulanabilmesi için dikkat edilen bazı hususları burada zikredelim: Grup her yıl yaptığı düzenli toplantılarda, toplantı yapılan otelin bütününü tutar ve bina güvenlik güçleri tarafından yakın korumaya alınır. Üç gün süren bu toplantılara üyelerin eşleri bile çağrılmaz. Toplantılarda not tutulması yasaktır. Katılanlardan konuşulanları dışarıya sızdırmayacakları üzere yemin alırlar. Şimdiye kadar düzenlenen toplantılara birçok yazar da katılmış ama bu kişiler katıldıkları toplantıların içeriği hakkında tek satır bile yazmamışlardır. Bu da gizlilik prensibine ne kadar sıkı bir şekilde bağlı kalındığı hakkında yeterince fikir vermektedir. Bu toplantıların ne derece büyük bir gizlilik içinde yürütüldüğünü grubun etkinliklerini araştıran Robert Eringer, "Bilderberg Group, The Global Manipulators" adlı kitabında dile getirir. Eringer, kitabın çalışma safhasında toplantılara muhtelif tarihlerde katılan dışişleri bakanlarına ve CIA'ye yazdığı mektuplara şaşırtıcı cevaplar alıyor. Gelen cevaplarda sorulara muhatap olan kişiler böyle bir grubun varlığını bilmediklerini belirtirler. Örgütün "Spotlight" isimli bir dergisi yayınlanmaktadır. ABD'li gizli örgüt ve CFR üyelerinin birçokları aynı zamanda Bilderberg üyesidir. Aslında Bilderberg, CFR'nin çok daha gizli bir biçimde uluslararası boyuta yayılmış halidir. Amacı Yeni Dünya Düzeni'ni ve ABD-İngiltere hâkimiyetini ve emperyalizmini tüm dünyaya yaymaktır. Her yıl yapılan çok gizli ortamdaki toplantılarını hem CIA, hem de toplantının yapıldığı ülkenin istihbarat örgütü kontrol eder. Bilderberg kararlarının devlet yöneticilerinin değiştirilmesinde de önemli rolü olduğuna inanılmaktadır. İngiltere'nin eski başbakanı Margaret Thatcher'ın yükselişi ve düşüşü buna örnek gösterilir. Thatcher'in 1975'te Bilderberg toplantılarına katılmasının ardından yıldızının biri birden parlaması, bu gelişmenin hemen ertesinde yapılan İngiltere genel seçimlerinde masonların desteğiyle başbakanlığa seçilmesi ve bu görevini 3 dönem üst üste sürdürmüş olması, birçoklarının ortak görüşüne göre Bilderberg kararlarıyla onun desteklenmesi sayesinde olmuştur. Daha sonra gözden düşmesinin ve yıldızının biri birden sönmesinin sebebinin de Bilderberg grubunun, İngiltere'deki kraliyet rejimine direnmesi taleplerine itiraz etmesi olduğu Jim Tucker adlı bir İngiliz gazeteci tarafından dile getiriliyor. Thatcher'in düşüşünden sonra Tony Blair'in yükselişe geçmesinde de Bilderberg'in önemli rol oynadığı tahmin ediliyor. Çünkü Blair de, Bilderberg toplantısına katılmasından sonra İngiltere başbakanlığına seçilmeyi başardı. ABD'nin son dönem başkanlarından Jimmy Carter, baba George Bush ve Bill Clinton'un iş başına gelmesinde Bilderberg kararlarının etkili olduğu konuyla ilgili araştırmalarda vurgulanmaktadır. Bilderberg grubu üzerinde siyonistlerin sultası çoğunlukla açığa çıkarılmaz. Oysa işin gerçeğinde grubun karar mekanizmasında yer alanlar yahudilerdir. Hatta grubun asıl yönetim merkezinin Kudüs'te olduğunu iddia edenler vardır. Kudüs'te 70 hahamdan oluşan Sanhedrin grubunun baş hahamlarının örgüt hiyerarşisinin en üst noktasında bulunduğu bazı kaynaklarda vurgulanmaktadır. Bu konudaki bilgiler gizli tutulsa da Bilderberg'in Amerika'daki yahudi lobisinin en önemli örgütlerinden B'nai B'rith ile işbirliği içinde olduğu artık gizlenemeyecek kadar açıktır. Bilderberg toplantılarının ana amacı dünya siyaseti üzerinde önceden programlamalar yapmak ve projeler geliştirmektir. Konuşulacak ve tartışılacak konular önceden tespit edilir. Ama bu tespiti örgüt hiyerarşisinin üst kademesinde yer alanlar yapar. Katılanlar ise sadece görüş beyan ederler. Fakat katılımcılar sayıca çok olduğundan görüş beyan etme süresi oldukça kısadır. Konuştuğu konuda uzman olanlara 5, uzman olmayanlara 3 dakika konuşma süresi tanınır. Süre kontrolü ışık sistemiyle yapıldığından kimse süresini aşma imkanı bulamaz. Buradan anladığımıza göre bu görüş beyan etme işi bir bakıma yeşillik olsun diye yapılmakta, karar mekanizmasında yine üst kademeyi oluşturanların sözleri birinci derecede etkili olmaktadır. Katılanlar ise siyaset sahnesinde ilerleyebilmek için kararları uygulama zorunluluğu duyduklarından kendilerinden isteneni yapma dışında bir seçenek bulamamaktadırlar. Alınan kararlar herhangi bir şekilde yazılı veya görsel kayda geçirilmez. Herkes kararları aklında tutmak ve yeri geldiğinde hatırlamak zorundadır. Bilderberg toplantılarına katılan üst düzey devlet adamları alınan kararları, kendi ülkeleri aleyhine olsa da uygularlar. Bilderberg Grubu zaman içinde üye sayısını bayağı artırmış ve etki alanını genişletmiştir. Zikrettiğimiz diğer gizli örgütlerle de işbirliği içinde olduğundan, güçlerini belli bir noktada birleştirmektedirler. Bilderberg'in bugüne kadar düzenlenen toplantılarının iki tanesi Türkiye'de oldu. Bunların birincisi 1959'da İstanbul Çınar Otel'de ikincisi ise 1975'de Çeşme Altın Yunus tatil köyünde gerçekleştirildi. Türkiye'de son 50 yıldır başa geçen ünlü politikacıların birçoğunun Bilderberg üyeleri arasında adları geçmektedir. Bazılarının bu toplantılara katıldığına dair medyaya yansımış bilgiler bulunmaktadır. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel'in 1975'te Türkiye'de, Çeşme'de düzenlenen toplantıya katıldıkları bilinmektedir. Mesut Yılmaz 1990'da New York'ta düzenlenen toplantıya katılmıştır. Yine Bilderberg çalışmalarıyla ilgili araştırmalarda geçtiğine göre 1995 toplantısına Meclis eski başkanı Hikmet Çetin, tanınmış akademisyen Prof. Dr. Şerif Mardin ve Cem Boyner, 1996 toplantısına eski bakanlardan Emre Gönensay ve Merkez Bankası başkanı Gazi Erçel, 1997 toplantısına eski bakan Vahit Halefoğlu, Sabah gazetesinin sahibi Dinç Bilgin, Enka Holding'ten Sinan Tara, Prof. Dr. Üstün Ergüder, 1998 toplantısına İktisadi Kalkınma Vakfı başkanı Meral Gezgin Eris, Koç Holding'ten Suna Kıraç, Özelleştirme İdaresi başkanı Uğur Bayar, emekli büyükelçi Gürbüz Aktan ve Dışişleri bakanı İsmail Cem, 1999 toplantısına Hürriyet gazetesinin Ankara temsilcisi Sedat Ergin, Merkez Bankası başkanı Gazi Erçel, TÜSİAD başkanı Erkut Yüceoğlu ve Koç Holding'ten Suna Kıraç, 2000 toplantısına Sosyal İşler Komisyonu üyesi ve dönemin NTV yöneticisi Nuri Çolakoğlu ve TÜSİAD üyesi Muharrem Kayhan, 2001 toplantısına Gazi Erçel, emekli büyükelçi Özdem Sanberk, 2002 toplantısına ise Dünya Bankası'ndan büyük ümit ve hesaplarla Türkiye'ye getirtilen Kemal Derviş ile birlikte birkaç kişilik bir ekip katıldı. Bunların dışında da katılanlar oldu tabii ki. İşadamı Selahattin Beyazıt'ın daimi üye sıfatıyla her sene katıldığı medya kaynaklarında belirtilmektedir. Onun dışında da birçok daimi üye bulunmaktadır. Aydınlık gazetesinin yayınladığı bir listeye göre Bilderberg'in Türkiye üyeleri şu kişilerdir: Selahattin Beyazıt, Şarık Tara, Bülent Eczacıbaşı, Jak Kamhi, Sakıp Sabancı, Mehmet Emin Karamehmet, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Erdal İnönü, Mesut Yılmaz, Hikmet Çetin, İsmail Cem, İlter Türkmen, Kemal Derviş. Fakat bu arada Bilderberg toplantısının kendi iç hiyerarşisi açısından daimi üyelik, üyelik ve herhangi bir toplantıya katılma arasında fark olduğunu hatırlatalım. Bununla birlikte toplantılara katılmak da grupla bir bağ kurmayı ve siyasi sahnede grubun kararlarına ters düşecek tutumdan kaçınmayı beraberinde getirir. ABD'nin eski Dışişleri bakanı ve Amerika'daki yahudi lobisinin başını çeken Henry Kissinger, Gizli Dünya Devleti'nin diğer örgütleri gibi Bilderberg'in de üyesidir. Kendisinin Türkiye'deki "Dönmeler" kitlesinden olduğu ve aynı zamanda uluslararası güç merkezleriyle irtibatının bulunduğu bilinen eski büyükelçi Coşkun Kırca, Kissinger'in bu örgütlerdeki rolü hakkında şunları söylüyor: "Katılanların birçoğu zaten katılmadan önce kendi memleketlerinde o tür platformlara uygun görüşler dillendirmiş insanlardır ve önemli insanlardır. Bu toplantılar onların katılmasıyla önem kazanıyor. Mesela Henry Kissinger zaman zaman katıldı bu tür toplantılara ama Henry Kissinger bu toplantıların dışında da konuştuğu zaman zaten söylediklerine önem atfedilir... Dolayısıyla Henry Kissinger'in bu toplantılara katılması toplantılara önem katar." Bu arada Bilderberg'in Türkiye'ye yönelik çalışmalarından Henry Kissinger'in sorumlu olduğunu hatırlatalım. Trilateral Komisyon Yuvarlak Masa teorisine göre şekillenen örgütlerden biri de Trilateral Komisyon (TR)'dur. Bu komisyon 1973'te her ikisi de yahudi olan David Rockefeller ve Zbigniew Brzezinski tarafından kurulmuş gizli bir örgüttür. Bu iki kişinin aynı zamanda CFR üyesi olduklarını hatırlatalım. Bu örgütün ortaya çıkmasında yukarıda sözünü ettiğimiz Bilderberg grubunun çalışmalarının önemli rolü olmuştur. Her ne kadar adresi, yeri, üyeleri belli ise de yaptığı aktivitelerin ardında gizli amaçlar ABD'li istihbarat örgütleri ve NATO'nun gizli özel savaş örgütleri bulunmaktadır. ABD başkanlarının ve Avrupa, Amerika ve Japonya'daki yönetici kadroların çoğu TR üyesidir. Tüm dünyada TR, Bilderberg ve CFR birbirinin içine girmişlerdir. Birçok etkili yönetici bunların her üçüne birden üyedir. Örneğin Amerika'daki yahudi lobiciliğinin önde gelen ismi ve ABD'nin eski Dışişleri bakanı Henry Kissinger bunların her üçüne birden üyedir. Yine eski ABD başkanı Bill Clinton, CIA eski direktörü John Mark Deutsch, Savunma bakanlığı eski sekreteri Robert Strange McNamara, ABD'nin Japonya Büyükelçisi Walter Fritz Mondale, Hazine eski sekreteri Benjamin Nye gibi isimler de her üç teşkilata birden üyedir. Bilindiği kadarıyla her üçünün de üyesi olan 48 kişi vardır. Bohemian Kulübü Gizli Dünya Devleti'nin Amerika'daki karanlık şebekelerinden biri de Bohemian Grove (Bohemian Kulübü-BG)'dır. BG, 1880'lerde California'da kurulmuş bir cemiyettir. Üyeleri, törenleri ve faaliyetleri çok gizli tutulur. Merkezdeki çiftlik aynı anda yüzlerce kişinin hafta sonu toplantılarına katılabileceği niteliktedir. Her şehirde tapınakları vardır. Sembolleri Baykuş'tur. ABD'deki yahudi lobisinin en önemli isimlerinden olan ve ABD'nin eski Dışişleri bakanı Kissinger bu cemiyetin üyesidir. Eski başkan Ronald Reagan da bu cemiyetin üyeleri arasında yer alıyordu. Faaliyetleri her ne kadar gizli tutulsa da Bohemian Kulübü'nün SBS, Pilgrem Society, Rotary Club gibi masonik cemiyetlerle iç içe olduğu çok iyi bilinmektedir. İddialara göre Amerika'da bir istihbarat örgütünün başına getirilmenin şartı BG'den referans almaktır. BG üyeleri sadece devlet yönetiminde değil iktisadi kuruluşlarda da önemli ve kilit noktalara gelmişlerdir. Örneğin 1991'de Amerika'daki önemli iktisadi kuruluşlarda üst düzey yönetimlerde bulunan BG üyelerinin sayısı şöyleydi: Bank of America 7 direktör, Pacific Gas and Electric 5 direktör, AT-T 4 direktör, First Interstate Bank 4 direktör, McKesson Corporation 4 direktör, Ford Motors 4 direktör, General Motors 3 direktör, Pacific Bell Telephone 3 direktör. İstihbarat örgütlerinin başkanlarının veya üst düzey yöneticilerinin birçoğunun da BG ya da SBS üyesi olduğu kayıtlarda geçmektedir. Yeni Dünya Düzeni teorisinin şekillendirilmesinde BG'nin de SBS gibi önemli rolü olmuştur. Skulls and Bones Society (Kafatası ve Kemikler Cemiyeti- SBS) Bugünkü Gizli Dünya Devleti'nin önemli karanlık örgütlerinden biri olan Skulls and Bones Society (Kafatası ve Kemikler Cemiyeti- SBS)'nin temelinin 1832'de Amerika'da atıldığı tahmin edilmektedir. Fakat bu örgütün ortaya çıkmasında da Illuminati şebekesinin rolü olmuştur. Bazı tespitlere göre 1832'de ABD'ye İlluminati'nin bir uzantısı olarak William Russell ve Alphonso Taft tarafından getirilmiştir. Alphonso Taft, ABD başkanlığı yapan ve SBS üyesi olan William Howard Taft'ın babasıdır. Fakat bu örgütün 1882 öncesindeki çalışmaları çok fazla bilinmemektedir. SBS'nin fikriyatı ve törenleri masonlarınkine çok benzemektedir. Beyin yıkama uygulamasının bir startı olarak inisiasyon töreni adı verilen bir tören uygulanır. Bu törende üyeliğe kabul edilen kişi çırılçıplak soyunup bir tabuta girer. Tabuttan çıktığında kendini yeniden doğmuş gibi kabul eder. Ondan sonra artık kafa yapısını SBS şebekesinin organizatörleri ve bu şebekenin dayandığı fikirler şekillendirir. İşleyiş tarzı Illuminati şebekesinin işleyiş tarzından farklı değildir. Son derece gizli çalışır. Üyelerinin dışarıya bilgi sızdırmamasına büyük önem verilir. SBS'ye üyelik ancak davetle mümkündür. Yani bir kimse kendi istese de örgütün içinden bir davet olmadan bu isteği dikkate alınmaz. Örgütü organize edenler özellikle seçtiklerini almak ve onları da önemli konumlara getirmek amacıyla bu sistemi uygulamaktadırlar. Bir kişinin örgüte kabul edilmesi için Beyaz, Anglo-Sakson ve Protestan olma şartı aranır. Bu şart WASP (White, Anglo-Sakson, Protestan) kısaltmasıyla ifade edilir. SBS'nin son 150 yılda 2500'den fazla üyesi olmuştur. Bunların hepsi de Amerika'da kilit noktalara gelmişlerdir. Örgüte alınanların aile fertleri ve akrabaları da elit tabakadan kabul edilirler. Bugünkü ABD başkanı oğul Bush da onun babası da SBS üyesidir. Örgütün merkezi Yale Üniversitesi'ndedir ve örgüte her yıl sadece 15 üye kabul edilmektedir. SBS üyeliğine alınacaklarda protestan olma şartı aransa da örgütün fikriyatı Illuminati'nin fikriyatı ile aynıdır. Dolayısıyla SBS de masonik örgütlenmenin bir kanadı sayılır. Masonik örgütlenmeyi ise sadece masonluğun değil aynı zamanda siyonizmin fikri alt yapısını hazırlayan Tapınak Şövalyeleri, Malta Şövalyeleri ve Illuminati şebekesi ile birlikte değerlendirmek gerekir. Amerika'da oldukça etkili olan SBS'nin mensupları toplumda hemen her yapıya girmiştir. Bunların içinde Beyaz Saray, Yüce Divan, medya, iş ve endüstri, federal banka sistemi, kanun yapıcı kurullar, mahkemeler vs. yer alır. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında Avrupa'daki Illuminati şebekesi gibi Amerika'daki SBS de önemli rol oynamıştır. Yeni Dünya Düzeni teorisinin geliştirilmesinde de en önemli rol oynayan organizasyonlardan biri bu örgüttür. SBS'yi kesinlikle Illuminati şebekesinden ayrı düşünmemek gerekir. Bu ikisinin bir çalışma irtibatı ve koordinasyon içinde olduğunu rahatlıkla tahmin edebiliriz. Ayrıca şunu ifade edelim ki SBS üyelerinin tamamına yakını aynı zamanda Illuminati'nin Yuvarlak Masa teorisine göre oluşturulan Bilderberg ve Dış İlişkiler Komisyonu (CFR) gibi organlara üyedirler. Hepsi Bu Kadar mı? Aslında global alanda faaliyet gösteren gizli örgütlerin hepsinin bu kadar olmadığı sanılmaktadır. Bunlar sadece isimleri duyulmuş ve faaliyet yaptıklarından biraz haberdar olunmuş örgütler. Faaliyetlerinin içeriği ise bilinmiyor. Gizli örgütlerin ortaya çıkmamış olanlarının da bulunduğuna işaret eden eski büyükelçi İsmail Berdük Olgaçay'ın bu örgütlerin faaliyetleri ve etkileri hakkında dikkat çektiği hususlar gerçekten düşündürücü: "Gizli olmaları doğaları gereğidir. Şimdi diyelim ki orada Türkiye'deki bir parti hakkında herhangi bir karar alındı veya Apo'nun asılıp asılmaması konusunda bir karar alındı. Siz bunu nasıl açıklarsınız? Doğal olarak açıklayamaz ama uygulamak zorunda kalırsınız. Ve uygulamak zorundasınız." Özellikle üçüncü dünya ülkelerinin bu tür platformlarda alınan kararları uygulamalarının zorunlu olduğuna vurgu yapan emekli büyükelçi "ya uygulanmazsa?" sorusuna şu cevabı veriyor: "Burada gaye sözü geçen hükümetlerin kendilerine yakın olan hükümetlere yaşama hakkı vermeleri kendilerine uzak olanlara ise yaşama hakkı vermemeleridir. Yani uygulanmama noktasında veya muhalefet noktasında şansınız yok, sizi her alanda sıkıştırırlar ve yaşama hakkı elinizden alınır." Olgaçay'ın bu tespitine Kanada'da yayınlanan Toronto Star isimli gazetenin 30 Mayıs 1999 tarihli sayısında yer alan bir değerlendirme de önemli dayanak oluşturuyor. Gazetenin bir bilim adamına dayandırdığı tespiti şöyle: "Bilderberg çok güçlüdür. Aldığı her kararı istediği ulusa dayatma gücüne sahip. Dolayısıyla bir ülkeyi yükseltmesi de çöküntüye sevk etmesi de an meselesidir." Burada belki biraz abartma olabilir ama Bilderberg'in tek başına olmadığı Gizli Dünya Devleti'nin diğer organlarıyla işbirliği içinde çalıştıkları, bunların da çağımızın etkili ve güçlü ülkelerinin yöneticilerini bünyelerinde topladığı dikkate alınırsa konu biraz daha açıklık kazanır.
  12. 26.07.2006 ÇARŞAMBA 'Namaz kılmıyor diye öldürüldü' iddiası yalan Milliyet gazetesinde yer alan Aşkın Şeran isimli kişinin, ‘namaz kılmıyor’ diye öldürüldüğü haberinin doğru olmadığı ortaya çıktı. Ölen şahsın, iki kişi arasında çıkan kavgayı ayırmaya çalışırken kazara öldürüldüğü belirtildi. İddiaya göre, Önder Yurdakul isimli şahıs, daha önceden karşılıklı husumeti bulunan seyyar satıcı Aslan Pehlivanlıoğlu ile atışmaya başladı. Bunun üzerine Yurdakul, cebinden çıkardığı bıçağı sallamaya başladı. Çaycılık yapan Aşkın Şeran, kavgayı ayırmaya kalkıştı. Yurdakul’un elindeki bıçakla yaralanan Şeran, Kırıkkale Yüksek İhtisas Hastanesi’ne kaldırıldı. İlk tedaviden sonra Ankara’ya sevk edilen Şeran iki gün sonra hayatını kaybetti. Olayın şahitlerinden Memduh Pekduru, “Şeran iyi bir insandı. Her zaman namazını kılar, ibadetini yapardı. Seyyarlar ile Yurdakul, dövüşürken ayırmak isterken bıçak yedi.” şeklinde konuştu. Çevre esnafından Uğur Erol da Yurdakul’un, elindeki bıçakla birkaç kişiyi yaraladığını, kavgayı ayırmak isteyen Şeran’ın da bu şekilde yaralandığını vurguladı. ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- ‘Çuval’ haberine MİT’ten yalanlama Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarlığı, dün bir gazetede yayınlanan ‘Barzani çuvalı’ başlıklı haberde iddia edilen hususların, teşkilat personeli ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını açıkladı. Dün Takvim Gazetesi’nde yer alan manşet haberde, Kuzey Irak'ta Barzani peşmergelerince başlarına çuval geçirilen 5 MİT görevlisinin öldüresiye dövüldüğü iddia edilmişti. ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 17.07.2006 PAZARTESİ Salih Kurter: Ben şeyh filan değilim Danıştay saldırısıyla ilgili hazırlanan iddianamede talimat verdiği gerekçesiyle hakkında müebbet talebiyle dava açılan Salih Kurter, kendisinin şeyh olmadığını söyledi. Danıştay olayında kendisinin günah keçisi ilan edildiğini de ileri süren Kurter, saldırıyı gerçekleştiren Alparslan Arslan'ı akli dengesi bozuk biri olarak tanımladı. Kendisi hakkında bir kısım medyanın şeyh olduğu yönünde yalan haberlerin çıktığına dikkat çeken Kurter, "Hiçbir cemaatle, hiçbir grupla ilişkim yok. Ben şeyh filan değilim" diye konuştu. Tedavi gördüğü hastanede Vakit gazetesine konuşan Kurter, Arslan'ın yanına bir kıza aşık olması dolayısıyla geldiğini söyledi. Gazetede çıkan haber göre Arslan'a Kurter, 'Git evlen' tavsiyesinde bulunduğunu dile getirdi. Arslan'ın kız olayından sonra bir ara Irak'a gitmek için kendisine geldiğini belirten Kurter, "Bende ona tepki gösterdim. Bana kızıp bir süre gelmedi" şeklinde konuştu. Arslan'ı en son Danıştay saldırısından iki gün önce gördüğünü ifade eden Kurter, o günü şöyle anlattı; "O gün gündüz 14:00 sularında geldi. Bana, 'Ankara'ya gideyim mi?' diye sordu. Bende, 'Ne bileyim, senin nereye gideceğini?' dedim. Çıktı ve iki saat sonra geri döndü. Bu sefer bana, 'Benim ismim ne?' diye sordu. Çok şaşırdım. Yanımdaki arkadaşlara, 'Buna sahip çıkın, bu aklını oynatmış' dedim. Sonra gitti ve son olarak bu haltı yediği haberleri geldi." -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 04.07.2006 SALI Kanaltürk yargı kararına uymamış ‘Nitelikli dolandırıcılık’la suçlanan gazeteci Tuncay Özkan ve Kanaltürk televizyonunun Türkiye İş Bankası’yla da mahkemelik olduğu ortaya çıktı. Tartışma, Kanaltürk’ün 12 Eylül 2005 ve 21 Eylül 2005 tarihleri arasında yaptığı yayınlarla başladı. TV, bu yayınlarda “Usülsüz krediler açan, değeri 1 trilyon lira olan bir şirkete 100 trilyon lira değer biçen, iştiraklerinde hayali işlemler yapan..” gibi ifadelerle İş Bankası’na ağır suçlamalar yöneltti. İstanbul 3. Asliye Hukuk Mahkemesi, bu yayınlar hakkında ihtiyati tedbir koydu. Ancak Kanaltürk bu kararı hiçe sayarak suçlamalarını sürdürdü. Bunun üzerine İş Bankası, aralarında Tuncay Özkan’ın da bulunduğu Kanaltürk yetkilisi 5 kişi hakkında Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı’na ‘ihtiyati tedbir kararına muhalefet ve adli mercilere yalan beyan’dan suç duyurusunda bulundu. İş Bankası’nın avukatları aracılığıyla yaptığı suç duyurusunda, Kanaltürk’ün şirket aleyhine yaptığı yayınlar nedeniyle açılan dava sonucu verilen ihtiyati tedbir kararına uymadığı belirtilerek şöyle denildi: “Sanıklar tarafından, bankacılık itibarı, servet ve şöhretine zarar vermek amacıyla kasten, süreklilik arzeden tahkir niteliğinde yayınlar yapılarak, İstanbul 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 20.09.2005 tarih 2005/47 sayılı ilamı ile düzenlenen ihtiyati tedbir kararına muhalefet edilmiştir.” Savcılıkça hazırlanan suç duyurusunda sanık olarak Tuncay Özkan, Genel Müdür Kerimcan Kamal, Mali İşler Müdürü Erdem Çelik, Haber Müdürü Adnan Bulut ile Yayın ve İçerik Müdürü Emre Eren’in isimleri yer alıyor. Soruşturmada ifade veren sanıklardan Tuncay Özkan’ın sözleri ise Kanaltürk televizyonu ile değişik alanlarda ticari ilişkiye giren kişi veya kurumların iddialarını destekliyor. Kanaltürk’le iş yapan şirketler, Özkan’ın görüşmelerde söz sahibi olmasına rağmen resmi belgelere farklı kişilerin imza atması nedeniyle herhangi bir olay nedeniyle hukuk karşısına çıkması durumunda, kanalın sahibi olmadığını belirterek yargıdan kurtulduğunu belirtiyor. --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 23.05.2006 SALI ‘Tekbir getirdi’ iddiası yalan çıktı Danıştay saldırısının hemen ardından saldırganın ‘tekbir getirdiği’ yönünde açıklama yapan Danıştay Başkan Vekili Tansel Çölaşan’ın bu iddiasının doğru olmadığı ortaya çıktı. Olaydan yaralı kurtulan üyeler, saldırgan Alparslan Arslan’ın odaya girerken ve ateş ederken hiçbir şey söylemediğini bildirdi. Gazeteci Emin Çölaşan’ın eşi Tansel Çölaşan, Arslan’ın 2. Daire Başkanı Mustafa Birden’in odasına girerken tekbir getirdiğini, ateş ederken de “Allah’ın elçisiyiz, askeriyiz, türban kararının cezasını çekeceksiniz.” dediğini söylemişti. Ancak olayı bizzat yaşayan üyeler, saldırganın odaya girerken ve ateş ederken hiçbir şey söylemeden sırayla herkese ateş ettiğini anlattı. Saldırıdan masanın altına girerek kurtulan üye Kamuran Erbuğa, Arslan’ın olay sırasında ‘Allahüekber’, ‘Allah’ın askeriyiz’ gibi şeyler söylemediğini, söylediyse de hatırlamadığını anlatmıştı. Saldırıda el bileğinden yaralanan ve önceki gün taburcu olan üye Ayfer Özdemir de saldırganın olay sırasında tekbir getirmediğini, sessiz bir şekilde sırayla herkese ateş ettiğini belirtti. Dün Sabah gazetesinin manşetinde de Özdemir’in olayı yakınlarına şöyle anlattığı aktarıldı: “09.30 sıralarında heyetimiz gündemdeki dosyaları değerlendirmek üzere toplanmıştı. Odacı arkadaşımız çay servisi yapıyordu. İlk çayı başkanın önüne koyduğu sırada, kapının açıldığını duyduk. Başkan, ‘Arkadaşlar hemen masanın altına girin.’ diye bağırdı. O sırada silah seslerini duydum. Katil kin ve nefretle kaşlarını çatmıştı. Bir şey demeden ateşe başladı. Öyle kin ve nefretle ateş ediyordu ki, gazetede temiz yüzlü birini görünce inanamadım. İlk Başkan’ın vurulduğunu gördüm. Katil sesini çıkarmıyor, sırayla herkese ateş ediyordu. Sıranın bana geleceğini anladığımda masanın altına saklanmaya çalıştım. Kamuran Bey de masanın altındaydı. Birden silah sesleri kesildi, arkadaşlarımın inlemelerini duyuyordum. Kapıya doğru baktığımda, katilin hâlâ orada olduğunu gördüm. Birimiz hareket etse yine ateş edecek gibiydi. Kıpırdayamadım. Sonra gitti.” Bu arada Danıştay 2. Dairesi’ne yönelik saldırıda yaralanan tetkik hakimi Ahmet Çobanoğlu taburcu edildi. Ayla Gönenç’in de bugün taburcu edilebileceği kaydedildi. Mustafa Birden’in tedavisinin ise birkaç gün daha süreceği açıklandı. ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 15.05.2006 PAZARTESİ Casus Lawrence’ın tecavüze uğradığı iddiası yalan çıktı İngiliz subayı olarak şark cephesinde görev yaptığı sırada “Arabistanlı Lawrence” adıyla ünlenen Yarbay TE Lawrence’ın, Suriye’nin Deraa cephesinde Türk askerlerinin tecavüzüne uğradığı yolundaki iddiasının uydurma olduğu ortaya çıktı. Sunday Telegraph gazetesi, bu konuda yapılan araştırmalar ve deliller ışığında, 20 Kasım 1917 gecesi Deraa cephesinde yaşandığı iddia edilen olayın gerçekle ilgisinin bulunmadığını yazdı. Gazetedeki haberde, Türk askerlerinin Lawrence’a saldırmadığı, Arap ayaklanması sırasında İngiliz irtibat subayı olarak görev yapan Lawrence’ın bunu, düşman güçlerini zor durumda bırakmak için uydurduğu belirtildi. Gazete, Lawrence’ın 1922 yılında yayımlanan anılarında bu iddiadan bazı detaylarıyla birlikte söz edildiğini, ancak kendi şahsi günlüğünün aynı dönemi içeren sayfalarının koparılmış olduğunu bildirdi. Lawrence’ın 15-21 Kasım 1917 tarihlerinde Türk vali Haşim Bey’in adamları tarafından kaçırıldığını öne sürdüğünü hatırlatan Telegraph, bilim adamlarının bu ünlü tarihî kişiliğin sözü geçen tarihlerde aslında nerede olduğu sorusunun cevabını hâlâ bulamadıklarına dikkat çekti. Bazı tarihçilerin Lawrence’ın tecavüze uğradığını öne sürdüğü Deraa’ya hiç gitmediğini savunduklarını da hatırlatan Telegraph, tarihçi James Barr’ın Lawrence’ın günlüğü üzerinde değişik bir teknikle yaptığı araştırmanın kopuk sayfalardaki yazıların Azrak’ı hatırlatan A harfiyle dolu olduğunu gösterdiğini bildirdi. ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- İstanbul Üniversitesi’ni ‘aşırı sol’ karıştırıyor Üniversitelerden gelen irtica haberlerinin gerçeği yansıtmadığı ortaya çıktı. Elinde bıçakla Ankara Üniversitesi’nde terör estiren kişinin bir lise öğrencisi ve sarhoş olduğu belirlenirken, İstanbul Üniversitesi kantininde kız öğrencilere zorla başörtüsü taktırıldığı iddiası, okul yönetimince “Kız öğrencilerin başlarının zorla örtüldüğüne dair hiçbir duyum alınamamıştır.” denilerek yalanlandı. Ancak bazı gazeteci ve siyasetçiler yalan haberler üzerine yorum yapmaya devam ediyor. Bu yorumlara en iyi cevabı, Emniyet’e yansıyan asayiş istatistiği veriyor. Buna göre içinde bulunduğumuz eğitim yılında İstanbul Üniversitesi, eğitimi aksatır nitelikteki olaylar için polisten 17 kez yardım istedi. Bu olayların 15’i aşırı sol görüşlü öğrenciler tarafından çıkarılmış. Üniversite, Türk Ceza Kanunu’nun 112. maddesi uyarınca ‘okulda eğitim ve öğretimi engellemek’ suçundan 118 sol, 15 sağ görüşlü öğrenci için okuldan uzaklaştırma cezası vermiş. Aynı zamanda üniversite hocası olan köşe yazarı Prof. Ali Atıf Bir’in köşesinde yayınladığı ihbar mektubuyla başlayan ‘İstanbul Üniversitesi’nde 31 Mart vakası’ konusundaki tartışma sürüyor. Geçmiş yıllarda adı öğrenci olaylarıyla duyulan İstanbul Üniversitesi’nde son eğitim döneminde 17 öğrenci olayı meydana geldi. Polis, 352 öğrencinin eyleme katıldığını tespit etti. 15 olayın sol görüşlü, 2 olayın ise ülkücü öğrenciler tarafından çıkarıldığı belirlendi. Olaylara 343 sol görüşlü, 9 da sağ görüşlü öğrencinin katıldığı görüldü. 31 Mart tarihinde yaşanan vaka da polise bildirildi. Üniversite çevresinden alınan bilgilere göre, 3 öğrenci, okulda Kur’an-ı Kerim okunduğunu dekanlığa bildirdi. Dekanlık bunun üzerine polise bilgi verdi. Hasan Âli Yücel Eğitim Fakültesi’nin kantinine giden polis, olayın sona ermiş olduğunu görünce geri çekildi. İstanbul Üniversitesi’nde Prof. Dr. Mesut Parlak’ın rektörlük görevine gelmesinden sonra 133 öğrenci çeşitli nedenlerle soruşturma geçirdi. 118’i sol 15’i ise sağ görüşlü olan öğrencilerin Türk Ceza Kanunu’nun 112. maddesi uyarınca ‘okulda eğitim ve öğretimi engellemek’ suçundan farklı sürelerle okuldan uzaklaştırma cezası aldıkları bildirildi. ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Erdoğan Unakıtan'a sahip çıktı: Yazılanlar iftira Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ve AK Parti ile ilgili eleştirilere sert çıktı. ● TGC, Erdoğan'ı eleştirdi Erdoğan, "Bir çok iftiranın yalan olduğu ortaya çıktı. Bunun bir şeyler karşılığında olduğunun farkındayız. Bunu da bu kadar ağır söylüyorum" dedi. Başbakan Erdoğan 10. Avrupa Kredi Konferansı'na katılmak için gittiği Monte Carlo'ya Esenboğa Havalimanı'ndan hareketi öncesi Maliye Bakanı Unakıtan hakkındaki iddialar ile ilgili bir soruya cevap verdi. Erdoğan konu ile ilgili olarak; "Bir çok iftiranın yalan olduğu ortaya çıktı. Bunun bir şeyler karşılığında olduğunun farkındayız. Bunu da bu kadar ağır söylüyorum" dedi. Başbakan Erdoğan, Maliye Bakanı Unakıtan hakkındaki iddialarla igili bütçe görüşmelerinin öncesinde ve sonrasında kendisine Unakıtan'ın ve arkadaşlarının gerekli cevapları verdiğini belirtti. Erdoğan konuşmasını şöyle sürdürdü: "Çok açık ve net bir şey söyleyeyim. Şunu çok iyi bilmeniz lazım. AK Parti kendi kararını kendisi verir. Biz ne zaman nasıl adım atacağımızı biliriz. Medya bu konuda kendisini fazla yormasın. Medyanın ileri gelenleri kendini yormasın, köşe yazarları da kendisini yormasın. Bir çok iftiranın yalan olduğu ortaya çıktı. Bunun bir şeyler karşılığında olduğunun farkındayız. Bunu da bu kadar ağır söylüyorum. Bugüne kadar gelmiş iktidarlardan değiliz. Bundan önce kendi arkadaşlarımız arasında kabinede gerekli zamanlarda gerekli değişiklikleri yaptık. Bundan sonra yapılması gerekirse bunu da biz yaparız. Onun kararını kimse veremez. Bize de bu konuda kimse dayatmanın içine giremez." Başbakan Erdoğan ile birlikte Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül de Monte Carlo'ya gitti. ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Erkan Yıldırım'ın şirketinin teşvik aldığı iddiasına yalanlama Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, oğlu Erkan Yıldırım'ın ortağı olduğu şirketin 7.2 trilyon liralık teşvik aldığı haberlerini, ''cıngıllı, püsküllü, kuyruklu, yaldızlı yalan'' diyerek yalanladı. İsim benzerliği olduğunu ifade eden Yıldırım, haberle ilgili dava açacağını bildirdi. Binali Yıldırım, PTT Bank Şubeleri Aracılığıyla Aylık Ödeme ve Prim Tahsilat Projesi çerçevesinde Bağ-Kur ile PTT arasındaki protokol imza töreninde gazetecilerin sorularını yanıtladı. Yıldırım, ''Oğlunuzun yönetim kurulu üyesi olduğu bir şirketin 7.2 trilyonluk teşvik aldığına ilişkin bir haber var. Bu konudaki yorumunuz nedir'' sorusu üzerine şunları söyledi: ''Bir gazetede böyle bir haber çıktı. Ben de şaşırdım. Oğlum aradı, 'Baba böyle bir şirketimiz varmış, bizim haberimiz yok, siz mi kurdunuz' dedi. Ben de baktım kayıtlara: Şirketi kuran Erkan Yıldırım ve birkaç tane Yıldırım soyadında diğer isimler var. Baba adı Nedim, anne adı Rihan, doğum yeri Diyarbakır ve 01.01.1984 doğumlu. Yalanın da bir haysiyeti olur. Yalanda da artık ölçü kalmadı. Cıngıllı, püsküllü, kuyruklu, yaldızlı yalan. Ben bu yalanlara tazminat davası açmaktan, kazanmaktan usandım, ama bu yalanları yapmaktan usanmayan hala bazılarının olduğunu görüyorum. Ben bunu halkımızın sağduyusuna bırakıyorum.'' ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 08.12.2005 PERŞEMBE ‘Evrim sürgünü’ haberi de yalan çıktı Hasan Cemal’in yazdığı son kitap ile yöneticileri ve uygulamaları tartışılmaya başlanan Cumhuriyet Gazetesi, çarpıtma bir habere daha imza attı. Dün ‘Evrim sürgünü; Mersin’de 5 öğretmenin görev yeri, cami imamının şikayeti üzerine değiştirildi’ manşeti ile çıkan gazetenin haberinin tamamen çarpıtma olduğu belirlendi. Öğretmenlerin cami imamının şikayeti ile değil, velilerin şikayeti ve yapılan suiistimaller sebebiyle soruşturma geçirdikleri anlaşıldı. Ayrıca soruşturmanın yeni olmadığı, 2 Haziran 2005’te velilerin şikayetleri üzerine İlköğretim Müfettişi Ali Arsoy’un konuyu araştırmak için görevlendirildiği ortaya çıktı. Soruşturmanın 2 Haziran-20 Eylül 2005 tarihleri arasında devam ettiği kaydedildi. Müfettişlerce yapılan soruşturma sonucunda Mersin Yalınayak İlköğretim Okulu Müdürü Ali Galip Duran’ın, eşi Zeliha Duran’ın Bağ-Kur emeklisi olmasına rağmen ‘herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşundan aylık almadığı’ beyanı ile eş yardımı aldığı tespit edildi. Duran’ın ayrıca girmesi gereken derslere, yerine aynı okuldan emekli Şammas Kantaş’ı derslere soktuğu ve tüm ücretlerini kendisinin aldığı tespit edildi. Mersin Valisi Atilla Osmançelebioğlu, bazı gazetelerde 5 öğretmenin görev yerinin “evrim teorisi” anlattıkları gerekçesiyle değiştirildiği iddiasının gerçeği yansıtmadığını açıkladı. Öğretmenler hakkında velilerin şikayeti üzerine soruşturma yapıldığını ifade etti. Osmançelebioğlu, soruşturma sonucunda söz konusu öğretmenlerin “Usulsüz eş yardımı ve ek ders ücreti aldığı, görevde ayrımcılık, ödüllendirmelerde haksızlık yaptığı tespit edilmiştir. Öğretmenlere yürürlükteki mevzuat çerçevesinde yargı yolu açık olmak üzere disiplin cezası uygulanmıştır.” dedi. Yapılan soruşturma sonucunda maaş kesme cezası alan öğretmenler Sevilay Çiftçi Aktürk, Mehtap Pektaş ve Aydanur Altun’un dinî değerlere saygısızlık ettikleri, sürekli görevlerine geç geldikleri, İstiklal Marşı törenlerine katılmadıkları ve kılık kıyafet yönetmeliğine uymadıkları için ceza aldıkları müfettiş raporlarına yansıdı. Hasan Küçük, Ümit Pıtır, Mersin ZAMAN GAZATESİNDEN Gerçi cumhuriyet gazetresi hakkında özel bir başlık açıçaz ama neyse elimden kaçtı şimdilik Evet ezilen hakkı yenen insanların taraftarı olan , süper güçlerin attığı ciritlere karşı olanlar buyrun bunlarıda görün!
  13. Karanlık güçler gizliden hakimiyetlerini kurdular , hep biz birbirimizi yerken(içinde bizim ülkemizde dahil) , içinde o okuduğunuz gazetelerde dahil , ZAMAN KARİÇ
  14. Gizli Dünya Devleti ve Siyonizm Bugün yeryüzünde çok sayıda bağımsız devletin varlığına inanılmaktadır. Fakat bu devletlerin yöneticilerinin kendi ülkelerini ve halklarını ilgilendiren basit konularda bile kendi bağımsız iradeleriyle karar vermekte zorlandıklarını görürsünüz. Bir önemli husus da şudur: Bilindiği üzere çağımızda demokrasi adeta bütün insanlığa mal edilmiş bir "siyasi din" haline getirilmiştir. Hatta demokrasi çağımız siyasetinin a priorisi yani öncülüdür. Bu yüzden demokrasinin de, tıpkı aklın a priorileri gibi muhakemeden ve tartışmadan uzak tutulması gerektiğine inanılır. Oysa birçok ülkede halkın büyük bir çoğunluğunun seçtiği ve istediği kişiler bir türlü yönetime gelemezler. Bunlardan bazıları işin içine girdiğinde kendilerine sunulan demokrasinin sadece bir seraptan ibaret olduğunu fark ederler. Bazıları Cezayir'de olduğu gibi yönetime talip olurken kendilerini zindanda bulurlar. Bazıları da yönetime gelseler bile iktidara gelemezler. Siyaset meydanlarında prim yapmak için savunduklarına karşı en başta onların kullanıldığına şahit olursunuz. Bütün bunları görünce bir "derin devlet" gerçeği karşınıza çıkar. Aslında bu "derin devlet" gerçeği sadece lokal veya ulusal değildir. "Derin devlet" gerçeğinin global yönünün, lokal yönüne baskın olduğunu unutmayalım. Bu yüzden günümüz dünyasını karıştıran gizli ellerin sahiplerini tanımak için araştırma yapanlar bir "Dünya Derin Devleti"yle veya "Gizli Dünya Devleti"yle karşılaşmışlardır. Geçtiğimiz Mayıs ayında Amerika'da Bilderberg Grubu'nun yıllık toplantısı gerçekleştirildi. Bu toplantıyla birlikte söz konusu Gizli Dünya Devleti veya Dünya Derin Devleti konusu yeniden gündeme geldi. Ancak yapılan yorumlarda ağırlıklı olarak Bilderberg konusu öne çıktı. Oysa Bilderberg Grubu, yirminci yüzyıla damgasını vuran ve 21. yüzyılda da dünya üzerindeki sultasını daha da güçlendirme amacına yönelik yeni teoriler geliştiren karanlık ağın sadece bir organıdır. Söz konusu karanlık ağla ilgili yorumlarda dikkat çeken bir şey de ağırlıklı olarak, emperyalizmin bu ağ üzerindeki etkisine ve rolüne dikkat çekilmesiyle yetinilmesidir. Bazı yorumcular, 20. yüzyılda hüküm süren emperyalizmin uluslararası siyonizmle ilgisine de dikkat çekiyorlar. Ama birçoklarında bu gerçek göz ardı ediliyor. Siyonizm, 1897 Basel konferansıyla teşkilatlanmaya başlayan bir ideolojik oluşumdur. Yahudiler bu konferanstan önce de devlet yönetimleriyle irtibat kurarak birtakım siyasi oyunlar çeviriyorlardı. Ancak siyonist ideolojiye göre teşkilatlanmanın başlamasıyla birlikte bu işi tek merkezden ve daha organize bir şekilde yürütmeye başlamışlardır. Böylece güçlerini ve etkilerini daha da artırmışlardır. Biz bu araştırmamızda siyonizm ve bu ideolojinin organik yapısı üzerinde durmayacağız. Ağırlıklı olarak yukarıda sözünü ettiğimiz Dünya Derin Devleti yahut Gizli Dünya Devleti, bu gizli devletin dünyanın her tarafına elini uzatan teşkilatları ve bu teşkilatlarla siyonistlerin irtibatları hakkında bilgiler vermeye çalışacağız. Karanlık Bir Şer Örgütü: İlluminati Şebekesi Yukarıda sözünü ettiğimiz Bilderberg Grubu, Illuminati şebekesinin bir organıdır. Ancak Illuminati şebekesi 18. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkarken, Bilderberg Grubu 1954'te ortaya çıkmıştır. Yani arada 177 yıllık bir zaman farkı var. Temelinde "aydınlanma, ruşenilik, vahdet-i vücud felsefesi" gibi muhtelif felsefi akımların etkisi olduğu iddia edilen İlluminati hareketi, 1 Mayıs 1776'da Adam Weishaupt tarafından Almanya'nın Bavyera eyaletinde kurulmuştur. Daha doğrusu o tarihte bir Illuminati örgütlenmesi ortaya çıkmıştır. Weishaupt, Ingolstadt Üniversitesi'nde hukuk profesörü iken masonik eğilimlere merak sarmış ve bir gizli örgüt kurmuştur. 1779'a gelindiğinde Illuminati örgütünün 54 üyesi bulunuyordu ve Bavyera eyaletinin dört şehrinde teşkilatlanmıştı. Örgüt üyeleri ağırlıklı olarak masonik kimlikleri öne çıkarıyorlardı. Almanya'daki din adamlarının hemen tamamı Illuminati şebekesine düşmandı. Bunun sebebi elbette onun, hıristiyanların değerleriyle alay eden, bu değerlere ********* bir şekilde saldıran Tapınak Şövalyeleri'nin devamı olduğunun tahmin edilmesiydi. Ayrıca Illuminati üyeleri zaman zaman yönetimi de hedef alan yayınlar yapıyorlardı. Bu yüzden 1784'te teşkilatlarına bir polis baskını gerçekleştirildi ve birçok üyeleri göz altına alındı. 22 Haziran 1784 tarihinde de Bavyera Elektörü bir ferman yayınlayarak Illuminati örgütünü tamamen kapattı. Örgütün üyelerinin çoğu tutuklandı. Başta lider Weishaupt olmak üzere birçok üyesi de ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Aynı ferman 1785 Ağustos'unda tekrarlandı ve böylece Bavyera'da sadece İlluminati değil, masonluk da silinmiş oldu. Bavyera'da Illuminati ve masonluğun yasaklanmasının Avrupa ve Amerika'da ciddi bir etkisi oldu. Bayağı korku ve telaşa kapılan diğer ülkelerdeki masonlar kendilerine de yasak getirilmemesi için büyük bir gürültü kopardılar. Öyle ki ABD başkanı George Washington, tereddütlere kapılan Amerikalı masonlara güvence verme ihtiyacı duydu. Bavyera'da yasaklanan Illuminati ve mason teşkilatları çok geçmeden yer altı örgütleriyle faaliyetlerini sürdürdü. Fakat bu kez Almanya dışına da uzanarak tüm Avrupa'da teşkilatlanmak için faaliyetlerini hızlandırmaya başladı. Örgütlenme çalışmalarını hızlandırmasında Johann Bode adlı bir masonun önemli katkıları oldu. Bazı kaynaklara göre Goethe, Mozart, Schiller ve Herder gibi birçok ünlü bu örgütün saflarına katılmışlardır. Yeraltı teşkilatlarının yapılandırılmasında farklı isimler kullanıldı. Örneğin Fransız Devrim Kulübü ve Jacobin Kulübü Illuminati hareketinin devamını sağlamak için kurulmuş oluşumlardır. Bunlar asıl önemli faaliyetleri yer altından yürütüyor, ama masonluğun çok fazla murakabe altında olmadığı yerlerde salon toplantıları da düzenliyordu. Fakat bu toplantıları yine de halka açık değil, sadece üyelerin katılabildiği türden toplantılardı. Örneğin Jacobin Kulübü için tutulan salona 1300 üye katılıyordu. Tamamen üyelere mahsus ve gizli olarak düzenlenen bu toplantılara Fransa'nın en iyi eğitim görmüş ve en etkin kişileri katılırdı. Jacobin'lerin ideali, tüm kurumları ve krallığı ortadan kaldırarak adına "Yeni Dünya Düzeni" ya da "Evrensel Cumhuriyet" dedikleri bir düzen kurmaktı. Illuminati, kelime olarak aydınlıkçılar veya aydınlananlar anlamına geliyor. Kök olarak İtalyanca'dır. Fransızca'da ışık anlamına gelen la lumière kelimesi de aynı kökten gelir. Birçok araştırmacının ortak tespitine göre fikri altyapısı ve temeli Tapınak Şövalyeleri'ne dayanıyor. Kuruluşundaki amacı Avrupa masonluğunu bir çatı altında birleştirmekti. Illuminati'nin Temelini Oluşturan Tapınak Şövalyeleri Illuminati şebekesinin fikri altyapısını oluşturan Tapınak Şövalyeleri orijinal adıyla "Tampliye Tarikatı" Haçlı seferleri sonrasında Kudüs'te kuruldu. Bu adı almalarının sebebi ise iddia edildiğine göre Kudüs kralının Süleyman mabedinin bulunduğunu ileri sürdükleri bölgeyi koruma görevini kendilerine vermesiymiş. Masonluğun da temel fikriyatını geliştiren Tapınak Şövalyeleri muhtelif adlarla varlığını sürdürmüştür. Bugün bu hareketin en çok tanınan kolu ise Sion Birliği'dir. Sadece masonluğun değil siyonizm ideolojisinin fikriyatının geliştirilmesinde de rolleri olduğu bilinen Tapınak Şövalyeleri kısa zamanda büyük servetler elde etmişlerdir. Batı'nın yalnızca en büyük askeri gücü olmakla kalmayıp aynı zamanda en önemli tüccarları arasında ilk sıralarda yer aldılar. Tapınak Şövalyeleri hareketi bugünkü masonlar gibi gizliliğe büyük önem verirlerdi. İlginçtir ki Batı'ya ait olduğu sanılan bu örgütün mensupları Hz. İsa'yı yalancı peygamber olarak tanımlıyorlardı. Haça tükürmeyi, haçın üzerine basmayı ve hıristiyanların dini değerlerine hakaret etmeyi adeta kutsal fiiller addediyorlardı. Bunun sebebi ise asıl fikir babalarının ve organizatörlerinin yahudi kökenli olmasıydı. Bir ara siyasi otoritelerinin zayıflaması sebebiyle hıristiyanların dini değerlerine hakaret ve saldırı suçlamalarıyla yargı önüne çıkarıldılar ve bazıları ölüme mahkum edildiler. Ama daha sonra saklanmayı yani yer altına çekilmeyi başararak varlıklarını sürdürdüler. Birçok araştırmacının ortak tespitine göre masonluk hareketinin temelini de bu Tapınak Şövalyeleri hareketi oluşturur. Her iki hareketin aynı simgeleri kullanmaları bu yöndeki kanaati desteklemektedir. Ayrıca Tapınak Şövalyeleri'nin hıristiyanların dini değerlerine hakaretten dolayı yargılanmalarından sonra yer altına girmelerinin ardından masonluk örgütleriyle ortaya çıktıkları tahmin edilmektedir. Bu kanaati destekleyen muhtelif tarihi belgeler ve bilgiler de bulunmaktadır. Fakat mason kardeşler adıyla yeniden örgütlenirken biraz daha tedbirli hareket etmeyi tercih etmişlerdir. Bu kez hıristiyanların dini değerlerini aşağılayıcı tutum içine girmektense onları çok rahatsız etmeyecek hatta onların da kabul edebilecekleri bir fikri altyapı oluşturmaya özen göstermişlerdir. Ayrıca masonlukta gizliliğe önem vermiş, kendilerini çok fazla açığa vurmaktan sürekli kaçınmışlardır. Tapınak Şövalyeleri, Mason Biraderler ve Illuminati Şebekesi, Hepsi Aynı Kaynaktan Beslenmiştir Illuminati şebekesini oluşturanlar ise hem masonluk hem de Tapınak Şövalyeleri hareketi ile irtibatı olan kişilerdi. Tapınak Şövalyeleri, Mason Biraderler ve Illuminati Şebekesi'nin fikriyatlarını, tören biçimlerini, beyin yıkama metotlarını ve simgelerini bağımsız bir bakış açısıyla inceleyenler bunların hepsinin de aynı kaynaktan beslendikleri ve aynı amaca hizmet ettikleri üzerinde ittifak etmektedirler. Illuminati şebekesinin Ortaçağ'daki siyonizm hareketi olarak nitelendirebileceğimiz Tapınak Şövalyeleri'nin diğer adıyla Tampliye tarikatının bir devamı olduğu konusunda fikir veren bazı bilgileri burada aktarmak istiyoruz: Nesta H. Webster'in Secret Societies and Subversive Movements adlı çalışmasında ünlü büyücü ve okült uzmanı Cagliostro'nun Illuminati şebekesine katılması münasebetiyle düzenlenen tören hakkında şu notlar aktarılıyor: "İçi evrak dolu demir bir sandık açıldı. Töreni yöneten kişi sandıktan el yazması bir kitap aldı ve ilk sayfasını okudu: "Bizler, Tampliyelerin Büyük Üstadları..." sözlerini kanla yazılmış bir and izliyordu. Söz konusu bu kitap "İlluminizm"in aslında tüm monarşilere ve kiliseye karşı bir nifak olduğunu, ilk saldırının Fransa tahtına yöneleceğini ve Fransa'da krallığın çökertilmesinden sonra sıranın Roma'ya geleceğini belirtmekteydi." Burada vurgulanan hususlar gerçekten üzerinde durulması gereken şeylerdir: Birinci olarak: El yazması kitabın bir sandıkta saklanması ve törende oradan çıkarılması işlemini ele alalım. Sandık yahudi literatüründe özel bir mana taşımaktadır. Yahudilerin bu konudaki dini anlayışlarına temel teşkil eden hadiseye Kur'an-ı Kerim'de de işaret edilir. Talut ve Calut kıssasında Talut'un komutanlığının ilahi bir hükme dayandığını bildirmek için o dönemin peygamberinin verdiği bilgi hakkında şöyle buyurulur: "Peygamberleri onlara: "Onun hükümdarlığının belgesi, size, içinde Rabbinizden bir ferahlık ve Musa ailesiyle Harun ailesinin geriye bıraktıklarından arta kalanların bulunduğu ve meleklerin taşıdığı Tabut'un gelmesidir. Eğer iman ediyorsanız, bunda sizin için bir delil vardır" dedi." (Bakara, 2/248) Burada tabut ile kastedilen bir sandıktır. Yahudiler bu sandığın bugün hala dünyada dolaştığına inanırlar. O sandığın taşıdığı manayla irtibatlandırmak için de el yazması kutsal kitaplarını özel bir sandık içinde saklarlar. Dini törenlerinde kitaplarını bu sandıktan çıkarır, tören sonrasında yine özenle sandığa yerleştirirler. İkinci olarak: Kanla yazılan and üzerinde durmak gerekir. Kan sembolü, siyonizmde ve bu ideolojinin temelini oluşturan dini literatürde sıkça kullanılan bir semboldür. Ancak kanla ilgili semboller genellikle gizli tutulur. (Necip el-Kiylani'nin Yahudinin Kanlı Böreği adıyla Türkçe'ye tercüme edilen tarihi ve belgesel romanında, siyonizmin temelini oluşturan dini literatürdeki "kan" kutsamasına işaret eden önemli bilgiler ve belgeler mevcuttur.) Üzerinde durulması gereken üçüncü husus Illuminati'nin aslında kiliseye karşı olduğu hususudur. Tapınak Şövalyeleri de kiliseye karşı tavır alan ve hıristiyanların dini değerlerine hakaret eden bir hareketti. Ama bu konuda izledikleri tutum tepkilere yol açınca ve birçok idam cezasına kapı açan yargılamalara sebep olunca söz konusu tarikat yer altına çekilmiş, ardından farklı bir yüzle ortaya çıkmıştı. Fakat bu farklı yüzünde hıristiyanların değerlerini hedef alan, bu değerlere hakaret anlamı içeren tavırlar pek dışa yansıtılmıyordu. Gerçekte ise bu konuda değişen bir şey yoktu. Aradaki tek fark bu düşmanlığın artık bir "nifak"a dönüşmesiydi ki bu husus da yukarıdaki notta vurgulanmaktadır. Dördüncü husus Illuminati'nin Avrupa'daki monarşilere karşı bir hareket olduğunun vurgulanmasıdır. Bu tutum özellikle entelektüel kesimin ilgi ve desteğinin kazanılmasının en önemli sebebiydi. Ne var ki entelektüel kesimde ortaya çıkan monarşi karşıtlığının Illuminati tarafından yönlendirilmesi, monarşik düzenlerin yerine geçecek yönetimlerin tek merkezden kontrol edilmesine ve bu kontrolün de Illuminati şebekesinin elinde olmasına fırsat verecekti. İlk doğuş yeri olan Bavyera'da yasaklanmasından sonra ağırlık merkezini Fransa'ya taşıyan Illuminati hareketinin bu ülkedeki monarşik düzene karşı çalışmalara ağırlık vermesi dikkat çekmektedir. Daha önce de söz ettiğimiz üzere, Illuminati'nin bir devamı durumundaki Jacobin Kulübü'nün üyeleri monarşik düzeni yıkıp yerine Yeni Dünya Düzeni yahut Evrensel Cumhuriyet olarak adlandırdıkları yeni bir yönetim getirmeyi bir ideal olarak görüyorlardı. 1785'te Almanya'dan kovulan Illuminati'nin Fransa'da bu çalışmaları hızlandırmasının üzerinden çok fazla zaman geçmeden 1789'da Fransız Devrimi'nin gerçekleşmesi bir tesadüf olmasa gerek. Fransız Devrimini hazırlayan sebepleri ve gelişmeleri incelediğimizde çok ilginç şeylerle karşılaşırız. Bakın William T. Still'in New World Order adlı eserinde ne deniyor: "1789 yılının ilkbahar ve yaz aylarında İlluminatilerin tahıl piyasasında gerçekleştirdikleri manipulasyonlar sonucunda yapay bir buğday darlığı yaratıldı. Bu durum o denli geniş bir açlığa yol açtı ki, tüm ülke kısa zamanda ayaklandı. Olayların başını çeken kişi, Fransa Büyük Doğusu'nun Büyük Üstadı Orleans Dükü idi. İlluminatiler, halkın çektiği acıları bir araç olarak kullanarak yarattıkları huzursuz ortamın devrimci eylemlerine yararlı olacağını planlamışlardı. Gerçekten de, besin stoklarını bloke ederek ve Ulusal Meclis'te tüm reform girişimlerini engelleyerek, durumu iyice kötüleştirdiler ve halkı tam anlamıyla açlığa mahkum ettiler... 14 Temmuz günü Bastille yağmalandı. Özgür bırakılan tutuklu sayısı yalnızca yedi idi. Fransız tarihçiler bugün, eylemin asıl amacının Bastille'i yıkmak ve tutukluları kurtarmak olmadığını belirtiyorlar. Asıl amaç Bastille'de saklanan barut ve silâhları ele geçirmekti. Böylece silâhlanan Jakobenler, 22 Temmuz gününden başlayarak o güne dek eşi görülmemiş ve titizlikle planlanmış bir ihtilâl girişimini sahneye koydular. Bu dönem tarihte "Büyük Korku" diye adlandırılacaktır... Öncelikle tüm ülkede eşzamanlı bir panik duygusu yaratıldı. Köyden köye, kentten kente giden atlılar, yurttaşlara "haydutların!" yaklaşmakta olduğunu ve kendilerini korumak istiyorlarsa silâha sarılmaları gerektiğini bildirdiler. Ayrıca, tüm bu olayların sorumlularının malikânelerde ve şatolarda gizlendikleri, bizzat kralın buraları ateşe vermelerini buyurduğu yurttaşlara söylendi. Fransa kralına bağlı olan halk bu emirlere uydu. Artık alevlerin denetlenmesi imkansızdı, yağma ve yıkım sürerken, anarşi gittikçe yaygınlaşıyordu... Paris sokakları teröre teslim olmuştu...1793 Kasım'ında tüm Fransa'da rahiplerin öldürülmeye başlanması, dine karşı bir kampanyanın yürürlüğe girdiğini ortaya koyuyordu. Tüm mezarlıklara, İlluminatilerin ünlü sloganı olan "Ölüm Sonsuz Bir Uykudur" sözlerini içeren yazılar asılmaya başlandı. Paris'teki kiliselerde "Akıl Bayramları" adı altında eğlentiler düzenleniyor, fahişeler tanrıça gibi tahta çıkarılıyorlardı. Bu törenlerin bir adı da "Exoterion"du ve Weishaupt'un kaleme aldığı "Aşk Tanrıçasının Kutsanması" adlı bir şiiri örnek alıyorlardı... Thomas Jefferson, üç yıl süren Fransa elçiliğinden 1791'de Amerika'ya geri döndüğünde, tüm bu kıyımı "ne güzel bir devrim" diye tanımlamış ve tüm dünyaya yayılmasını umut ettiğini yazmıştır. Jefferson, neredeyse tüm Fransa halkının Jakoben olduğuna inandığını açıklamıştır. Ona göre, bu büyük çoğunluk, ulusal iradeyi açıkça ortaya koymaktaydı... 1793 yılının sonlarına doğru, yeni devrim yönetimi sayıları yüz binlere ulaşan işsizlerle yüz yüze kaldı. Devrimin önderleri, sonradan bütün diktatörlerin taklit edeceği yeni bir "terör" projesini uygulamaya geçirdiler: Nüfus azaltılması Amaç Fransa'nın yirmi beş milyona ulaşan nüfusunu on altı milyona indirmekti. Robespierre, nüfusun azaltılmasını kaçınılmaz buluyordu. Nüfusun azaltılması ile görevli devrim komitesi üyeleri, gece gündüz harita başında her kentte kaç kellenin kopartılması gerektiğini hesaplıyorlardı. Devrim mahkemeleri kimlerin ölmesi gerektiğine karar veriyor ve sonu gelmez bir kurban sürüsü giyotinin yolunu tutuyordu. Yalnızca Nantes'de, bir gece içinde 500 kimsesiz çocuk kent mezbahasında öldürülüyor, 144 yoksul kadın nehre fırlatılıyordu." Fransız Devrimi'nde masonların rolüne işaret amacıyla Nesta H. Webster de Secret Societies and Subversive Movements adlı eserinde şunları yazıyor: "1789 yılında krallığın yıkılması ile birlikte, 10 Ağustos gününden başlayarak üç renkli Fransız bayrağı devrimin kızıl bayrağı ile değiştirildi. "Yaşasın Kral Orleans" çığlıkları ile masonların "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" seslenişi sokakları kapladı." İşte böyle bir devrim, dünyadaki kalabalık kitleleri yönlendiren medya organı tarafından yeni bir çağ açan, dünyayı demokrasi ile tanıştıran son derece önemli bir olay olarak lanse edilmiştir. İlluminati Şebekesinde İhanetin Cezası Ölümdür İlluminati adını ve üyelerini inanılmaz bir sır gibi saklayan ölümcül bir kuruluştur. Bugün hemen her ülkede mevcuttur. Özel eğitim, tören ve alt kültürlerden gelmeyenler İlluminati'ye kabul edilmezler. ABD başkanlarının pek çoğu İlluminati'den ya icazet alırlar ya da üyesidirler. İlluminati o kadar gizlidir ki, varlığından bile bahsedilmez. Bu gizli örgüte ihanet edenlerin cezası kayıtsız şartsız ölümdür. Illuminati'nin NATO ile veya Gladyo gibi yeraltı örgütleri ile de ilişkisi olduğu bilinmektedir. İnşallah bu ilişkiden ileride söz edeceğiz. Irkçılığın Babası Cecil Rhodes ve Illuminati 19. yüzyılın ikinci yarısında Illuminati Şebekesi'nin en çok öne çıkan adı Cecil Rhodes adlı İngiliz siyasetçidir. Bu kişi Güney Afrika'yı tümüyle yerlilerin ellerinden alarak sömürgeciliğin kontrolüne sokan adamdır. Güney Afrika topraklarını aynı zamanda oldukça insafsızca yönetmiş ve çıkardığı fitnelerle yerli halktan pek çok insanın kırılmasına sebep olmuştur. Zaten Güney Afrika'yı sömürgecilerin kontrolüne sokmasındaki başarısı izlediği fitne politikalarından kaynaklanıyordu. İzlediği fitne politikasında seçtiği iki kabileyi birbirine düşürüyor, bu iki kabilenin fertleri iyice birbirlerini kırıncaya kadar hadisenin dışında kalmaya yahut bir yandan ateşin üzerine benzin dökmeye devam ediyordu. Her iki kabile de iyice zayıf düştükten sonra müdahale ediyor, "barış ve anlaşma" sağlama iddiasıyla her ikisini birden kontrolüne alıyordu. Bu amaçla: "Önce sorun çıkar, sonra çözüm öner" teorisini geliştirmişti. Irk ayrımı politikasının fikir babası da odur. Onun bu fikriyatı yüzünden Güney Afrika'nın yerlileri ve asıl sahipleri olan siyahlar yıllarca zulme, aşağılanmaya maruz kaldılar. Rhodes, politik alanda bu oyunları çevirirken kendisi de Güney Afrika'nın bütün zenginliklerine kondu. Elmas kaynağı yönünden oldukça zengin olan Güney Afrika'nın elmas tarlalarını işleterek hayal edebileceğinin çok üstünde servete sahip oldu. Bugünkü Rhodesia adlı ülke de adını onun soyadından alır. İşte bu Rhodes, 19. yüzyılın sonuna doğru Londra'da oldukça etkili bir faaliyet merkezi oluşturan Illuminati şebekesini devreye soktu. Bu şebekenin amacı ise dünyayı tek merkezden yönetmek, dolaylı sömürgeciliğin çengeline takılan devletlerin yöneticilerini yetiştirmek ve onlar vasıtasıyla bütün dünyaya kumanda etmekti. Bu amaçla Rhodes Bursları adıyla geleceğin yöneticisi olacak üniversite öğrencilerine yardım ve onların murakabe edilmesi amacıyla bir organizasyon oluşturdu. Rhodes bursuyla okuyan öğrenciler diğerlerinden bayağı farklı kabul ediliyordu. Çünkü onlar belli bir amaç için hazırlanıyordu. Onlar ülkelerine döndüklerinde yönetim, ekonomi ve medya alanında önemli noktalara yerleşebilmek için çalışacaklardı. Bunun yanı sıra gittikleri yerlerde Illuminati şebekesinin temsilcisi olarak çalışacaklardı. Illuminati şebekesi onları ülkelerine döndüklerinde kendi gayretleriyle baş başa bırakmayacak hedeflenen noktalara yerleşmeleri için gerekli irtibatları kuracak, bu amaçla siyasi baskı gücünü kullanacaktı. Illuminati şebekesi Rhodes burslarıyla okuyan üniversite öğrencileri için aynı zamanda bir beyin yıkama mekanizması olarak çalışıyordu. Onları belirlenen amaçlara hizmet etmelerini sağlayacak fikirlerle donatmak için çabalıyordu. Kendilerine dünya hesapları açısından parlak bir gelecek hazırlamak isteyenler için de Rhodes bursları sadece bir eğitim bursunun yani maddi yardımın temin edilmesinden ibaret değildi. Bunun çok çok ötesinde bir anlam taşıyordu. Bu yüzden maddi durumları iyi olan öğrenciler de bu Rhodes bursları organizasyonuyla irtibat kurmak için fırsatları değerlendiriyorlardı. Talep çok olduğu zaman da Rhodes burslarını koordine edenler açısından iş kolaylaşıyordu. Çünkü amaçlara uygun olanları seçme ve gerektiğinde aralarından eleme yapma imkanı doğuyordu. Dünyadaki birçok önemli yönetici Rhodes burslarıyla üniversite tahsilini gerçekleştirmiştir. Bunlardan biri de ABD'de iki dönem başkan seçilen Bill Clinton'dur. Cecil Rhodes, 1902'de ölürken tüm mal varlığının Rhodes bursları için kullanılmasını vasiyet etti. Vitrinde Rhodes, Arkada Rothschild Ailesi Buraya kadar verdiğimiz bilgilerden Illuminati şebekesinin etkili kılınmasında ve Rhodes bursları organizasyonunun oluşturulmasında Cecil Rhodes'in adının öne çıktığı anlaşılıyor. Fakat onun arkasında duranlar ve asıl işin sermayesini sağlayanlar farklıydı. O da Rothschild ailesi. Peki neyin nesidir bu aile? Bu aile bankacılık alanında tam anlamıyla bir saltanat oluşturmuş oldukça zengin bir aileydi. Fakat burada dikkatlerden kaçmaması gereken husus bu ailenin yahudi azınlığa mensup olduğudur. Bu aile maddi gücünü kullanarak siyasi alanda pek çok iş becermiştir. Hatta Hitler'le de yakın irtibatı olduğu bilinmektedir ki inşallah bu hususa ileride temas edeceğiz. Yuvarlak Masa Teorisi Illuminati şebekesinin temel amacı bütün dünyayı tek merkezden yönetebilmek için eli her tarafa uzanabilen bir ağ oluşturmaktı. Fakat bunun gerçekleşmesi için birbirleriyle irtibatlı birtakım alt mekanizmaların oluşturulmasına ihtiyaç vardı. İşte bundan dolayı bir Yuvarlak Masa (The Round Table) teorisi geliştirildi. Bu teoriye göre şekillendirilecek organlar, üstlendikleri görevlere göre kendi aralarında bir irtibat ağı kuracak, bilgi alış verişinde bulunacak ve dünya ülkelerini yönlendirecek politikalar geliştireceklerdi. Yuvarlak Masa organlarının elemanları kendi ülkelerinde etkili kişiler olacaklardı. Yuvarlak Masa teorisi ilk olarak 1877'de John D. Rockefeller, Cecil Rhodes, John P. Morgan, Andrew Carnegie ve Mayer A. Rothschild'dan oluşan beşli tarafından ortaya atılmıştır. Bunların hepsi de Illuminati şebekesinin üyeleriydi ve üçü yani Rockefeller, Morgan ve Rothshild yahudi kökenliydi.
  15. Nedeni çok basit commancım : CFR , Bilderberg , Bohemian , Rotary , Ullimunati , SBS (Kfatası ve kemikler cemiyeti) , Tapınakçılar XXX Mason locaları vs bunlar birer küçük dernekten ibaret değiller...Hatırlattığın iyi oldu , bak bir çok şeyin nedenini POLİTİKA BÖLÜMÜNDE KARANLIK GÜÇLERİN(YAHUDİLERİN) GİZLİ DÜNYA HAKİMİYETİ KURMA ÇABALARI başlığı altında açmaya gidiyorum şimdi..Orda yazanlar gerçektir..Onun gibi daha bir sürü eski MİT çilerin , ulaştığı bilgilerden dolayı ölümüne sebep olan yazarların , hayatını bu hakimiyet kurma savaşlarında geçirmişlerin araştırmalarıda aynı kapıya çıkıyor..Dahası Allah Teala buna DECCAL diyor benim zannımca..Onu okumanızı çok rica ve tavsiye ederim...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.