Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

sahanebaskan

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    19
  • Katılım

  • Son Ziyaret

sahanebaskan - Başarıları

Yazar

Yazar (5/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. Orta kulakta Sıvı Birikmesi Pek çok kişi bu hastalığı “orta kulakta su birikmesi hastalığı’’ olarak da bilir. Kulak üç bölümden oluşur; Dış kulak, orta kulak ve iç kulak.Dış ortamdan gelen sesler kulak kepçesi aracılığıyla toplanıp dış kulak yolundan geçerek kulak zarına ulaşır ve kulak zarını titreştirir.Bu titreşim kulak zarına yapışık 3 adet küçük kemikçik aracılığıyla iç kulağa iletilir.İç kulaktaki sıvı titreşerek duyma sinirini uyarır ve duyma gerçekleşir. İşte bu noktada önemli olan kulak zarının titreşebilmesi için, orta kulakta hava ile iltihapsız bir boşluk olmalıdır. Orta kulakla geniz arasındaki kanal (östaki tüpü) aracılığıyla orta kulağa düzenli olarak hava girer.Ancak özellikle küçük çocuklarda toplum tarafından ‘’geniz eti’’ diye bilinen et büyümesi varsa bu kanal tıkanır ve orta kulakta sıvı birikmesine neden olan süreç başlar. Geniz eti aslında doğuştan tüm çocuklarda vardır ve faydalıdır. Geniz etinin sağ ve solunda yukarıda bahsettiğimiz orta kulağa hava dolmasını sağlayan östaki borusunun ağzı bulunur. Bazı çocuklarda geniz eti normal büyüklüğünden daha fazla büyüme gösterir.Bunun sonucunda bu kanalın geniz kısmındaki ağzı tıkanır ve orta kulağa hava dolmaz.Bir süre sonra orta kulakta negatif basınç(vakum etkisi) oluşur ve ortakulağı besleyen damarlardan orta kulağa sıvı (serözite) sızması gelişir.Bu durum ilerledikçe orta kulaktaki hava dolu boşluk tamamen sıvıyla dolar ve işitme için gerekli olan kulak zarı titreşmesine engel olur,çocukta işitme kaybı başlar. Bu durum gelişirken çocukta orta kulak iltihabında gördüğümüz ağrı, ateş gibi hiçbir şikayet olmaz.Gelişen işitme kaybı yavaş seyirli olduğundan aileler bunun farkına varamayabilir.Aileleri doktora gitmeyi düşündüren en önemli şikayet geniz eti büyümesi sebebiyle çocukta görülen geceleri ağzı açık uyuma ve horlamadır.Aileleri işitme azlığı yönünden uyaracak en önemli göstergelerden biri ise çocuğun televizyonun sesini normalden fazla açarak izlemesi, arkasından seslenildiğinde yanıt vermemesidir. Erken teşhisin önemi Oluşan negatif basınç sonucu kulak zarında başlangıçta sadece içe doğru çökme olur.Bu aşamada yapılacak sadece 30 dakikalık ameliyatın başarılı olma olasılığı çok yüksektir. Olay ilerledikçe kulak zarı orta kulaktaki değişik yerlere yapışmaya başlar daha da ilerlerse orta kulakta hiç boşluk kalmaz (atelektazi) ve hasta ameliyatla düzelme şansını büyük ölçüde kaybeder,var olan işitme kaybı ilerleyici ve kalıcı hal alır. Tedavi Yöntemi Öncelikle ağzı açık uyuma ve aşırı horlama şikayeti ile gelen ve işitme kaybı olan bir çocukta; endoskopla geniz eti büyümesini tetkik ederiz. Kulak zarlarında çökme veya zarın arkasında sıvı birikimi, hava kabarcığı tespit ettiğimizde mutlaka işitme ve basınç testlerini (odyogram ve timpanogram) yaptırırız. Bu testlerde işitme kaybı ve negatif basınç tespit edersek, işitme kaybı az olanlarda ilaç tedavisi veririz ve çocuğa bol bol sakız çiğnemesini balon şişirmesini öneririz.Kontrolde çocukta düzelme varsa tedaviye devam ederiz.Fayda görmeyen ve işitme kaybı fazla, zardaki çökme ilerlemiş olan çocuklarda ameliyat kararı veririz. Ameliyat Ameliyatta öncelikle tıkanıklığa sebep olan geniz eti alınır ve östaki tüplerinin ağzındaki tıkanıklık ortadan kaldırılır.Daha sonra kulak zarına, orta kulağa alternatif yolla hava dolmasını sağlamak amacıyla parasentez yapılıp (kulak zarına delik açma ) ihtiyaç halinde tüp dediğimiz (ventilasyon tüpü) malzeme takılır.Tüpün şekli aynen bir makara gibidir.Makaranın kalkık ucları aracılığıyla kulak zarına asılır ve ortadaki delikten de hava dış kulak yolundan orta kulağa geçer.Bu tüp 6 ay ila 1 yıl arasında kulakta kalır ve daha sonra kulak tarafından zardan atılır.Tüpün alınması için ikinci bir ameliyata gerek yoktur.
  2. Magnezyum diğer tüm mineraller gibi vücudumuzda hayati öneme sahip minerallerden bir tanesidir. Hücrelerin enerji üretiminde rol oynar. Stresi önleyici özelliği vardır. Kalsiyumla birlikte doğal sakinleştirici olarak kullanılır. Magnezyum kalp atış hızını iyileştirir. Kan damarlarını açar ve kan pıhtılaşmasını ve kalp krizlerini önler. Kramplar, astım, böbrek taşları, diyabet, yüksek kan basıncı, migren ve tansiyon baş ağrıları, adet öncesi gerginlik ve osteoporozis dâhil birçok rahatsızlığa iyi geldiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Kemik ve dişlerin gelişimi için gerekli olan kalsiyumun kullanılabilmesi için gereklidir. Dinlenme ve rahat bir uykuya yardım eder. stres, gebelik, emzirme, hastalıklardan sonraki iyileşme dönemlerinde magnezyum ihtiyacı artmaktadır. Magnezyum eksikliğinde Kronik yorgunluk, depresyon, Kramplar ve seğirmeler ortaya çıkar. Özellikle koyu yeşil sebzeler yapılarında bulunan klorofil molekülü sayesinde magnezyum minerali bakımından zengindirler. Badem, çekirdekler, soya fasulyesi, rafine edilmemiş tahıllar, tam tahıllı ekmek doğal magnezyum kaynaklarıdır.
  3. Saç dökülmeleri kansızlık, beslenme bozuklukları, vitamin eksiklikleri, ağır hastalıklar, hormonal düzensizlikler ve bazı ilaç kullanımlarından sonra görülebilirse de genelde bir nedene bağlanamaz. Ailesel yatkınlık, stres, mantar enfeksiyonları ve kalitesiz bakım ürünlerinin kullanılması dökülmeyi etkileyerek arttırabilmektedir. Saç dökülme alanları erkeklerde başınn ön, üst ve tepe kısmında görülür ve degişik genişlikte olabilir. Çoğu kişide ileri yaşlara kadar başın her iki yanında ve ensede dökülmeyen alanlar kalır. Kadınlarda ise yaygın seyrelme tarzında dökülmeye daha sık rastlanır bölgesel dökülme nadir olarak görülür. Saç dökülmesi otuzlu yaşlara doğru başlar ve elli yaşın üstünde erkek nüfusunun hemen hemen yarısında görülür. Başlama yaşı nekadar erken olursa dökülme o kadar fazla ve genis alanda olur. DÖKÜLMEYİ DURDURAN YADA YENİDEN SAÇ ÇIKARTAN TEDAVİ VAR MIDIR ? Vücudun diger hücreleri gibi saç hücrelerininde genetik olarak şifrelenmis bir ömrü vardır. Dökülen saçların ömürlerinin kısa olarak planlandıgı düşünülür. Bazı ilaçlarla bu dökülmeye başlayan saçların hücrelerinin ömrü uzatılmaya çalısılmaktadır. Ancak bu ilaçlar kullanıldığı dönemde kısmen etkili olmakta ilacın kesilmesi ile eski dökülme durumuna geri dönülmektedir. Uzun zaman önce saçın dökülmüş olduğu bölgelerde etkili olan bir ilaç ise henüz bulunamamıştır.
  4. ABD'de yapılan araştırmalara göre, yürümenin insan sağlığına pek çok yönden yararlı olduğu tespit edildi. Düzenli olarak yürüyüş yapmanın, kasların kuvvetlendirilmesinden, düşünce potansiyelini arttırmaya, yaşlanma sürecini geciktirmekten zayıflamaya kadar birçok yararı olduğu ifade ediliyor. Mayo Klinik tarafından yayınlanan rapora göre, yüzyıllardır doktorlar tarafından bir tedavi yöntemi olarak kullanılan yürüyüşün sağlıklı olması için düzenli ve programlı yapılmasında fayda var. Düzenli bir yürüyüş için de kısa ve uzun dönemli gerçekçi hedefler koymak, tepeden tırnağa kadar kullanılacak malzemenin kaliteli ve iyi seçilmesinin göz önünde tutulması gerekiyor. Uzmanların bu konudaki tavsiyeleri şöyle: "- Amaç kilo vermekse vücut sentetik maddelerle sarılmalı - Doktordan uygun görüş alınmadan böyle bir programa başlanmamalı - Yemeklerden sonra uzun ve tempolu yürüyüşlerden kaçınılmalı - Herhangi bir rahatsızlık hissedildiğinde yürüyüş bırakılmalı - Yürüyüş, akşam yemeğinden en az 2 saat sonra yapılmalı - Diyabet, tansiyon yüksekliği, kalp ve karaciğer rahatsızlığı ya da kronik rahatsızlığı olanlar yorucu ve uzun yürüyüşlerden kaçınmalı." Bu tavsiyelere uyulması halinde düzenli bir yürüyüş programının vücuda yararları ise şöyle: "- Kan akışının hızlanması, kan dolaşımının iyileşmesi, kalp, damar ve beyin rahatsızlıklarının giderilmesi - Vücudun tüm kaslarının güçlenmesi - Kalp kasılması ile meydana gelen kan miktarının artması ve dinlenme esnasında nabzın azalması - Kan basıncının düzenlenmesi - Hareket ve stres anında tansiyonun yükselmesinin önlenmesi - Şişmanlığın önüne geçme - Barsak hareketlerinin arttırılması ile sindirimin kolaylıkla sağlanması - Beyine giden oksijen miktarının artması ile zihinsel keskinlik ve düşünce potansiyelinin artması - Lenf dolaşımını düzene sokma - Akciğerlerin hava kapasitesini arttırma - Hareketlilik veya dinlenme sırasında metabolizmayı uyararak sürekli dinç tutma - Travma sonrası toparlanma sürecini hızlandırma - Kandaki yağ oranını düşürme - İyi ve kötü huylu kolestrol dengelerini düzenleme - Vücuttaki tüm organlar arasındaki koordinasyonu düzenleme - Eklemlerin esnekliğinin artması, bel ve boyun ağrılarının hafifletilmesi - Kemiklerin sertleşmesi - Vücudun hastalıklara karşı dayanıklılığının artması ve bağışıklık sisteminin direncinin artması - Yorgunluğun hafiflemesi - Uykusuzluk sorununun giderilmesi ve bünyesel rahatlamanın sağlanması - Vücudun endorfin adı verilen keyif hormonlarını hareketlendirme - Yaşlanma sürecinin geciktirilmesi ve deriye zinde bir görünüm kazandırma - Moral, özgüven ve iyimserliğin artması."
  5. Öksürüğün en büyük nedeninin sigara olduğunu belirten uzmanlar, sigara içmediği halde nedensiz öksürenlerin ise solunum enfeksiyonuna yakalanmış olabileceğine dikkati çektiler. Sigara içenlerin öksürmesine sigara dumanında bulanan bir çok zehirli kimyasal maddenin yol açtığını belirten uzmanlar, bu durumdan kurtulmanın tek yolunun sigarayı bırakmak olduğunu kaydettiler. Derlenen bilgilere göre, sigara içenler daha çok öksürüyor, sigara içmediği ya da sigara içilen ortamda bulunmadığı halde öksürenleri ise solunum enfeksiyonu hastalığı bekliyor. Sigara içenlerin kuru ve kesik kesik veya balgam çıkararak öksürdüğünü, bu durumun sabah uyandığında daha da şiddetlendiğini ifade eden uzmanlar, tek çözümün sigaradan kurtulmak olduğunun altını çizdiler. Ateşi 39 derecinin üzerinde balgam çıkararak öksürenlerin durumları daha kötüye gitmeden doktora başvurmaları uyarısında bulunan uzmanlar, "Balgam çıkararak öksürüyorsunuz ve ateşiniz 39 derece üzerinde. Çok yorgunsunuz, kaslarınız ağrıyor ve kendinizi günlük faaliyetlerinizi yapamayacak kadar hasta hissediyorsunuz. Beyaz balgam genellikle seyrini izlemeniz gereken ama kendi kendine tedavi yöntemleriyle hafifletebileceğiniz viral enfeksiyona işaret eder. Yeşil veya pas rengi balgam çoğu kez bakteriyel enfeksiyonun göstergesidir ve antibiyotik gerektirir. Doktora başvurulmasında büyük yarar vardır" şeklinde konuştu.
  6. Lupus Hastalığı Ölümcülmüdür - Lupus Hastalığı Nedir Lupus Hastalığı Hakkında Bilgi - Lupus Nedir - Lupus Tedavisi SLE’de böbreğin tutulma oranı, %35-90′dır. Klinik belirtiler. Orta derecede idrar anormallikleri (hematüri, proteinüri) olur. Glomerulonefrit tablosu görülür. Fulminan gidiş olabilir. Işık mikroskobu fazla bilgi vermez. 1. Minimal lupus giomeruler lezyonda İM normaldir. IFM’de . Ig ve G orta derecede mezanşiumda depolanmış olarak görülür. EM’de yer yer mezanşiumda elektrodens depozitler görülür. Orta derecede proteinüri, mikroskopik hematüri olur. GFH normaldir. Serolojik bulgular, ekstrarenal aktiviteye bağlıdır. (ANA, anti-DNA. C3 ve C4, dolaşım immun kompleksler (CIC). Lupusta C3. C4 azalır. CIC olmamalıdır, anti-DNA ve ANA yüksektir. 2. Mezanşial lupus glomerulo nefritinde olay mezanşiumda sınırlıdır. Hafif veya orta dereceli mezanşial hücre prolifera syonu ve mezanşial sklerozla karakterlidir. Ig. G. M. A ve C19. C3. C4 birikimi saptanır. EM’da elektron dens materyal mezanşiumda sınırlıdır. GFH normaldir. Hipertansiyon bulunabilir. Bunun SLE’de böbrek tutulumunun öncüsü olduğu ileri sürülmektedir. 3. Fokal segmental lupus nefriti. Fokal segmental sellüler prolife-rasyon olur. Bu nekrozlu ve diffüz mezanşial hiperselülarite üzerine eklenmiştir. Depozitler, mezanşial nefritten daha yoğundur. EM’da mezanşiumda ve subendotelyal bölgede elektron dens materyale rastlanır. Kapilerde de depozit olabilir (Nadiren). %10-20 nefrotik sendrom gelişir. Genelde GFH iyi korunur. Lezyon olduğu gibi kalır, geriler ya da diffuz proliferâtif tipe dönüşür. Aktif hast. ın serolojik bulguları (+)’tir. Kapiller yumakta tutulum var ise progresyon ağırdır. 4. Diffuz proliferâtif lupus nefriti. Endotel ve mezanşiumda diffuz proliferasyon vardır. Fokal selüler nekroz, hematoksinofilik cisimcikleri, fibrinoid nekroz gelişir ve subendotelyal depozitten dolayı bazal membran kalınlaşır. Buna wire-loop denir. Epitel, ekstrakapiller proliferasyon (kresent) vaskülit, interstisiyel nefrit olabilir. Ig ve C depozitleri yoğundur. Bütün glomerulleri tutar. EM’de subendotelyal mezanşial depozit olur. intramembranöz de olabilir. Aktif idrar sedimenti olur. Hematüri, proteinüri, progresif böbrek fonk, kaybı olur. GFH düşer. Nadiren anormallik bulunmayabilir. Kryoglobulinemi (+)’tir. 5. Membranöz lupus nefriti. Idiopatik membranöz glomerulonefrit’e benzer. Mezanşial depozit ve proliferasyon daha fazladır. Subepitelyal sahada Ig’ler ve C’dan oluşan elektron dens materyal biriktiğinden glomerül kapiller membranı kalınlaşır. Bazal membranda çıkıntılar olur. Protein kaybı fazladır. Hemen daima nefrotik sendrom gelişir. GFH başlangıçta normaldir. Sonra yetm, gelişir. 6. Sklerozan lupus glomerulonefriti. Glomerulde sklerozan ve proliferatif lezyonlar vardır. Ig’ler zayıf olarak (+)’tir. Sık olmasa da subendotelyal depozit olur. Orta derecede böbrek hastalığı olanda ekstrarenal belirtilen kontrol için yapılan tedavi yeterlidir, (ilk 3 bu gruba girer). Düşük doz steroid, salisilat ve antimalaryal ilaçlar verilir. Patent nonsteroidal antiinflamatuarlar GFH’ı düşürdüğünden dikkatli verilmelidir. Tedavide amaç kompleman ve oto antikor, lan, normale getirmektir. Bu olmuyorsa tedavi böbreğe iyi gelmemiştir, denemez. Böbrek fonk. ‘ı araştırılmalıdır. Orta dereceli lezyonlarda ve diffüz glomerulonefrit, gelişmeyende %85′ten az 10 yıl yaşar. Ekstrarenal belirtileri kontrol altına alınmış membranöz tipte prognoz iyidir. Diffuz olanda prognoz iyi değildir. Yüksek doz steroid verilir. Parenteral veya oral verilir. Parenteral olarak metilprednizolon kg, başına 10-20 mg, birkaç hafta-ay verilir. Oral kg, başına 1-2 mg, verilir. Daha sonra doz yavaş yavaş azaltılır. Belirtilerin en alt düzeye indiği en düşük dozla idameye geçilir. Cevap olmazsa steroid sitostatik (Immuran siklofosfamid, klorambusil) uygulanır. Bu diffuz olanda başarılıdır. Ancak sklerozan tipte başarısızdır. Hemodializ ve transplantasyon bunlarda daha iyi sonuç verir. Diffuzde steroid sitostatikle 5 yıllık yaşam %85′tir. Ölüm, serebral tutulma, enf, ve diğer komplikasyonlara bağlıdır. Hemodializle ekstrarenal belirtilerde hafifler. Otoimmun aktiviteyi azaltır. Transplantasyon yapılabilir. Transplante edilen böbrekte yeniden lupus gelişmemektedir. Sistemik Lupus Eritematozus Sistemik Lupus Eritematozus (SLE), sebebi bilinmeyen cilt, eklem, böbrek, kalp zarı, akciğer zarı gibi bir çok doku ve organ iltihabına bağlı çok sayıda bulgularla giden, değişik seyir gösteren ve çeşitli bağışıklık sistemi (immünolojik) anormalliklerle karakterize otoimmun, kronik sistemik bir hastalıktır. İlk kez 1833’de Fransız dermatologu Biett tarafından hastalık kronik dermatolojik bir rahatsızlık olarak tanımlanmıştır. Lupus terimi, latincede “wolf = kurt” anlamında olup lezyonun dokuyu tahrip edici özelliğini ifade etmektedir. Hastalığın sistemik olduğu 1872 yılında Kaposi tarafından fark edilmiştir. Hastalığın tanısında önemli bir bulgu olan “Lupus hücre” fenomeni 1948 yılında Hargraves tarafından tanımlandı. Daha sonra, otoantikor olan antinükleer faktörün, indirekt immunofloresan yöntemle 1957’de Frio tarafından gösterilmesi, SLE’nin otoimmun hastalık özelliğine ışık tutmuştur. ETİYOPATOGENEZ SLE hastalarında immun sistem her yönüyle anormaldir. Bu nedenle SLE patogenezinde hangi defektlerin esas olduğu bilinmemektedir. SLE’nin başlamasında ve devam etmesinde genetik olarak yatkın bireylerde çevresel faktörlerin rolü olduğu düşünülmektedir. Siyah ırkta, uzak doğuda ve Amerikan yerlilerinde, bazı ailelerde SLE sıklığında artma olduğu gösterilmiştir. Eğer bir aile bireyinde SLE varsa, tek yumurta ikizlerinde SLE gelişme riski yaklaşık %30 ve diğer birinci derece akrabalar için %5 artmıştır. Kalıtsal yatkınlık yanında, hasta ailelerinde otoimmun aktiviteyi yansıtan otoantikor pozitifliği ve supressör T hücre fonksiyonunda azalma genetik faktörlerin önemini desteklemektedir. Çevresel faktörlerin genetik yatkınlığı olan bireylerde immun düzenlenme bozukluğunu tetikleyerek rol oynadığı düşüncesi ağır basmaktadır. Bu faktörler içerisinde özellikle viruslar, UV ışığı ve ilaçlar sayılabilir. Prokainamid, hydralazin, diphenilhydantoin ve isoniazid gibi bazı ilaçlar antinükleer antikor yapımına neden olur ve klinik olarak lupusa benzer tablo görülebilir. Bu durum ilaca bağlı lupus veya lupus benzeri sendrom (lupus like syndrome) olarak bilinir. İnfeksiyöz ajanların çoğu immun stimülasyon ve sitokin üretimine sebep olurlar ve genetik yatkınlığı olan bireylerde lupusun ortaya çıkmasına neden olabilirler. SLE’de viral partiküllerin hücreler içinde görülmesi, antiviral antikorların yüksek olması, viral RNA ile reaksiyon veren anti RNA antikorlarının varlığı virusların rolünü kuvvetlendiren çalışmalardır. SLE’de, doğumsal olarak kompleman proteinlerinin eksiklikleri bulunabilir. Bunlar arasında C2 eksikliği diğerlerinden daha sık görülmektedir. Kompleman eksiklikleri infeksiyonlara hassasiyet oluşturarak hastalığın başlamasında kısmen rol alabilir. Ayrıca tanımlanmış olan otoantikor yığınıyla, B hücre (antikor yapan hücre) hiperaktivitesinin SLE patogenezinde esas olduğu sürpriz oluşturmayacaktır. Otoantikor aracılığı ile hastalık gelişmesinde iyi bilinen mekanizma, antijen antikor komplekslerinin dokularda depolanmasıdır. Depolanmalar özellikle damarlarda ve böbrekteki glomerüllerde gösterilmiştir. Hücre içi proteinlere ve nükleik asitlere karşı gelişen otoantikorlar ölü hücrelerden açığa çıkan antijenlere bağlanarak dolaşan immun kompleksleri oluştururlar. Antijen hakkındaki bilgilerimiz sınırlıdır ancak antikorun tipi sıklıkla IgG’dir. Immun komplekslerin dokularda depolanması kompleman aktivasyonuna ve iltihabi cevaba neden olur. Komplemanın C3a ve C5a komponentleri aracılığıyla iltihabi hücreler aktive olur, inflamatuar mediatörler salar, pıhtılaşma hücrelerinin aktivasyonu küçük pıhtı oluşumuna yol açar, reaktif oksijen metabolitlerinin üretimi, hidrolitik enzimlerin ve sitokinlerin salınımı direkt doku hasarına sebep olur. İmmun komplekslerin daimi varlığı, doku hasarının kronik olmasına yol açar. Klinik olarak damar iltihabı, kalp zarı iltihabı, akciğer zarı iltihabı, deri lezyonları ve böbrek iltihabı ile sonuçlanır. iltihaptan etkilenen organlarda skar oluşumu, fonksiyon kaybı görülür. SLE gelişmesinde kadın cinsiyeti de önemli bir risk faktörüdür. SLE’li hastalar ve lupuslu fare modellerinde gösterilen östrojen (kadınlık hormonu) ve androjen (erkeklil hormonu) metabolizmasındaki anormallikler, özellikle östrojenin patogenezdeki önemli rolü artık günümüzde ortaya çıkarılmıştır. GÖRÜLME SIKLIĞI SLE nadir bir hastalık değildir. Son yıllarda hassas immunolojik testlerin gelişmesi, özellikle antinükleer antikor(ANA), anti-DNA antikorları ve kompleman tayinleriyle hastalığın hafif formlarının tanınması, insidans ve prevalansda (görülme sıklığında) artışa yol açmıştır. Hastalık prevalansının yüz binde 15-50 olduğu rapor edilmiştir. Farklı coğrafik bölgelerde daha düşük veya yüksek riskli toplumlar vardır. Hastalık siyah ırkta, beyaz ırka kıyasla 3-4 katı daha fazladır. SLE her yaşta ortaya çıkabilirse de, en sık 13-40 yaşları arasında görülür. Hastaların %90’ı doğurganlık yaşındaki kadınlardır. Kadın/Erkek oranı 9/1dir. SLE, çocuklarda ve yaşlılarda da görülür. Kız çocuklarında erkek çocuklarına oranla üç katı fazladır. KLİNİK BULGULAR SLE’nin tipik başlangıcı sadece birkaç hastada görülür. Daha sık olarak hastalarda önceleri yorgunluk ve eklem iltihabı gibi bir veya iki bulgu vardır. Sonra SLE’nin diğer özellikleri gelişebilir. Hastalardaki tutulan organlar değişiktir ve tutulan organ sistemine göre hastalığın şiddeti değişir. SLE alevlenme ve düzelme ya da inaktif hastalık dönemleriyle karakterizedir. Tanı konduğunda çoğu hastada yorgunluk, ateş ve kilo kaybı gibi temel bulgular vardır. Şimdi bütün bu bulguları birer birer inceleyelim. SLE’li hastaların yaklaşık %90’ında ilk semptom artrit (eklem iltihabı) veya artralji (eklem ağrısı) dır. Çoğunlukla; simetrik, zaman zaman ortaya çıkan yumuşak doku şişliği ile birlikte artralji şeklindedir. Daha az sıklıkla poliartrit (birden fazla eklemin iltihabı) görülür. Tipik olarak el parmakları eklemleri, el bileği, dirsek ve ayak bilekleri tutulabilir. Çoğunlukla simetriktir. Sabah katılığı hastaların %50’sinde bulunur. Eklemdeki iltihabi bulgular geçici olabilir veya kronikleşebilir. SLE artritinde (romatoid artrit hastalığı için tipik olan) yıkıcı değişiklikler genellikle bulunmaz. Deformiteler muhtemelen kronik eklem tutulumuna bağlıdır. Tenosinovit hastaların %10’unda görülür. Kas ağrısı hastalığın başlangıcında hastaların 1/3’ünde bulunur,bir kısım hastada kas hassasiyeti vardır. Kas güçsüzlüğü ve kas dokusunda azalma da bulunabilir. Kortizon veya sıtma ilacı tedavisine bağlı kas hastalığı görülür. Deri, saç ve müköz membran anormallikleri SLE’nin ikinci en sık görülen belirtileridir (Hastaların %85’inde). SLE’de birçok değişik tipte deri belirtileri görülebilir. Her iki yanak ve burun köprüsünü kaplayan, burun ve dudak arası oluklarda görülmeyen, kelebek şeklindeki kırmızımsı döküntü (malar rash) güneş ışığına maruz kalmaksızın da olabilir. Ancak güneş ışığıyla artabilir. SLE’li hastalarda ikinci sıklıkta görülen kırmızımsı döküntü vücudun herhangi bir yerinde olabilen deriden kabarık döküntüdür. Hastalığın sistemik alevlenmesinden önce sıklıkla deri lezyonlarının alevlenmesi söz konusudur. Yukarıda sözü edilen lezyonlara ilaveten ürtiker, bül (içi serum dolu kesecikler), livedo retikularis (harita tarzı görünüm), pannikülit (cilt altı yağ dokusu iltihabı), saç dökülmesi gibi diğer deri belirtileri de görülebilir. Sıklıkla ağrısız olan ağız içi mukoza ülserleri, yumuşak ve sert damakta olur. Raynaud Fenomeni (soğukta el veya ayakta ortaya çıkan beyazlaşma, morarma ardında kızarma) , gangrene neden olabilecek kadar şiddetli olabilir. Hastaların %50-60’ında fotosensitivite (ışık duyarlılığı) bulunur.Güneş ışınları ile cilt lezyonlarında artış yanında sistemik bulgularda da artış görülebilir. Yaklaşık %50 hastada klinik olarak belirgin böbrek tutulumu olur. Böbrek yetmezliği SLE hastalarında önemli bir ölüm nedenidir. Her ne kadar ışık mikroskobuyla %30-40 vakada böbrek normal görünürse de, immunfloresans ve elektron mikroskobiyle incelendiğinde, SLE vakalarının hemen hepsi bir miktar böbrek tutulumu gösterir. Hastaların yaklaşık %20’sinde gö bulguları oluşur. Retinal (göz dibi) vaskülit sık değildir ancak körlüğe yol açabilir. SLE’de akciğer, kalp veya karın zarı ortaya çıkabilir. Akciğer zarı tutulumu hastaların %30-60’ında bulunur. Hastanın nefes almakla,öksürmekle artan yan ağrısı ağrısı vardır. Buna rağmen radyografik bulgu bulunmayabilir. Akut akciğer dokusu tutulumu, akciğerden kanama olmaksızın akut pnömoni şeklinde görülebilir. Lupus pnömonisi tanısı, infeksiyon etkeni dikkatle araştırıldıktan ve bulunamadıktan sonra konmalıdır. Kalp zarı iltihabı, akciğer zarı iltihabından daha az sıklıkla ortaya çıkar (%20-30). Otopsi çalışmalarında %60 bildirilmiştir. Klinik olarak kalp zarı iltihabı düşünülmediği halde EKG ile zar boşluğunda sıvı saptanabilir. Karın zarı iltihabı klinikte sık rastlanmadığı halde otopsilerde %60 olarak bulunmuştur. Akut olarak seyreden bulantı, kusma, yaygın karın ağrısı olan hastalardan karın zarı iltihabı ihtimali düşünülebilir. SLE’de kalbin tüm tabakaları da eşit derecelerde hastalığa katılır. Libman sacks endokarditi (kalbin iç tabakasının iltihabı) SLE’nin tipik kalp bulgusudur. Çoğunlukla sessiz olmasına rağmen otopsi çalışmalarında %30 oranında saptanmıştır. Lupusta kalp kapakçığı hastalığı da görülebilir. Damar bulgusu bulgu olarak da hastaların %10’unda daha çok bacaklarda damar içi pıhtılaşma gelişir. Sinir sistemi belirtiler de bu hastalarda oldukça değişiktir. Hastalarda psikoz, depresyon gibi bulgular yanında sara nöbetleri, beyin kanaması, geçici felçler görülebilir. Psikiyatrik bulgulardan depresyon, psikoz kortizon kullanımına da bağlı olabilir. Bu durumda ilacı kesmek gerekir. Hastaların %50’ sinde mide barsak sistemi bulguları saptanır. İştahsızlık, bulantı, kusma en sık olanlarıdır. Bu bulgular karın zarı iltihabına, bağırsağın damarsal hastalığına veya ilaç tedavilerine bağlı olabilir. Mide barsak tutulumu, yemek borusuna ait bulgular, barsağı besleyen damarların iltihabı, iltihabi bağırsak hastalıkları, pankreas iltihabı veya KC hastalığı şeklinde kendini gösterir. Hafif veya orta derecede dalak büyüklüğü hastaların %20’sinde saptanır. Klinik olarak hastalığın aktif olduğu dönemlerde, hastaların yarısında yaygın len bezi büyümeleri olur. Bu bulgu çocuklarda daha sıktır. Kan hücrelerine ait anormallikler de hastalığın aktivasyonuyla değişir. En sık bulgu kansızlıktır. Hastaların %10’unda önemli derecede kan hücre yıkımı görülür. Bunu dışında diğer kan hücrelerinde de anormallikler ve azalmalar görülebilir. ANA (antinükleer antikor), SLE için spesifik değildir. Pozitifliği SLE düşündürür. SLE’de ANA %95-98 pozitiftir. ANA ailesinden olan anti ds-DNA’ nın yüksek düzeyleri hastalık için spesifik kabul edilebilir. Hastaların %75’inde bulunur. Kompleman düzeyleri (C3 ve C4) aktif hastalarda düşük bulunur. Aktif böbrek hastalığında, idrarda proteinüri, granül yapıları ve hücreler, silendirler bulunur. TANI Eklem ağrıları ile birlikte multi sistem hastalığı olan kişilerde SLE’den şüphelenilmelidir. TEDAVİ Yeni tanı almış olan hastada genel tedirginlik hali gözlenir. Hastanın psikolojik desteğe ihtiyacı vardır. Tedavinin yanında hastalar uyku, dinlenme, güneş ışığından korunma, beslenme ve egzersiz gibi konularda ilgilendirilmelidir. Cerrahi müdahale, enfeksiyon, doğum, düşük yapma, psikolojik baskılar hastalığı alevlendirir. SLE iyileşme ve alevlenme dönemleriyle seyreden bir hastalıktır. Alevlenme dönemlerinde kortizon dışı antiromatizmal ilaçlar, sıtma ilaçları, kortizon ve immunsupresif (bağışıklı sistemini baskılayıcı) ilaçlar kullanılabilir. HASTALIĞIN GİDİŞİ Son yıllarda gelişen teknoloji ile hastalığın erken tanınması, tedavinin daha hızlı olması hastalığın gidişini iyi yönde etkilemiştir. Beş yıllık yaşam %97, 10 yıllık yaşam %93, 15 yıllık yaşam %83 bildirilmiştir. Hastaların %2-10’unda tam iyileşme olabilir.
  7. Üreterit İdrar borularından bir tanesinin veya ikisinin birden yangılanması. Genellikle böbrek havuzcuğunun veya İdrar kesesinin yangılanması sonucunda oluşur. Vagotoni Onuncu kafa çifti sinirinin (vagus) biyolojik ve yapısal olarak aşırı etkilenmesi durumu. Vagotoni sonucunda onuncu kafa çifti siniri ile sempatik sinir arasındaki denge bozulur. Vagotoni bir hastalık olmayıp, migren, aritmi, anjin do puatrin, mide ve onikiparmak bağırsağı ülseri, vb. gibi bazı hastalıklara ortam hazırlayan yapısal bir durum olarak kabul edilmelidir. Bazı uzmanlara göre, vagotonili kişilerin düş güçleri zayıftır; kolayca düşünceye dalar, sinirlenir, heyecanlanırlar; çoğu zaman melankoli krizleri geçirir, kötümserliğe kapılırlar. Bu kişilerde çoğu zaman kalkanbezi, böbrek üstü, hipofiz bezleri yetersizliği, kalbin dakikadaki vuruş sayısında azalma görülür. Vurgun İnsanlar yüzyıllardır su altına sadece zevk veya merak için değil, inci, mercan, sünger gibi şeyleri çıkarıp, geçimlerini sağlamak için de dalmışlardır. Deniz seviyesinde hava basıncı l atmosferdir. İnsan vücudunun solunum ve dolaşım sistemi bu basınca ayarlıdır. Ancak suyun içinde, derine gittikçe, her 10 metrede basınç l atmosfer daha artar. 30 metre derinlikte su basıncı 3 atmosferdir, yani bu derinlikte vücudumuzun her santimetrekaresine suyun yaptığı basınç, yüzeye oranla üç mislidir. Hiçbir gereç kullanmadan, 30 metre derinliğe inildiğinde, akciğer kapasitesi dörtte birine düşer, kan basıncı artar, vücut ısısı düştüğünden kalbin atış hızı artar, bilinç bulanıklığı başlar. Bu nedenle yardımcı gereç kullanmadan 30 metrenin altına inmek tehlikelidir. Ancak tüple dalışın da kendine özgü sorunları vardır. Derinde dış basıncın yüksek olmasından dolayı tüpten solunan havanın içindeki oksijen, azot gibi gazlar, dokulara daha küçülmüş bir hacimle dağılırlar. Eğer su yüzeyine süratle çıkılırsa, basıncın azalmasıyla bu gazlar da süratle genleşir. Oksijen dokularda kullanıldığından sorun yaratmaz, ama Özellikle azot gazı damarlarda süratle genleşerek, damar tıkanıklığı, akciğer yırtılması ve hatta felç gibi önemli vücut hasarlarına yol açar. Bu şekilde vurgun yiyenler, süratle basınç odalarına alınırlar. Burada tekrar vurgun yediği derinlikteki basınç verilir ve dengeli olarak azaltılır. Bir başka önlem de vurgun yiyeni, aynı derinliğe tekrar indirmektir. Vurgun yememek için yüzeye yavaş çıkmalı, hatta belirli derinliklerde beklenmelidir. İdeal çıkış hızı dakikada 20 metre olup, pratikte eğitmenler bunu dalgıç adaylarına 'yüzeye gelen en küçük bir hava kabarcığından daha hızlı çıkma' şeklinde öğretirler.
  8. Diyabetik damar hastalığı damarların şeker hastalığına (diyabetes mellitus) bağlı nedenlerle kalınlaşması, daralması ve tıkanmasıdır. Bu nedenle şeker hastalarında inme 5 kat, koroner damar hastalığı 2-4 kat ve damar hastalığı ise 5 kat daha fazla görülmektedir. Bacak damarları önemli oranda etkilenir ve şeker hastalarında iyileşmeyen ayak yaralarına ve sonunda da ayak yada bacağın kaybına yol açabilir. Tedavide öncelikle şeker hastalığındaki yüksek kan şeker düzeyinin normale yaklaştırılması, yaranın özenli ve dikkatli bakımı gereklidir. Bu durumda çoğu kez bir çok damar ameliyatı tekniği olakla beraber gerektiğinde ayak damarlarına kadar bypass ameliyatları yapılmalıdır. Şeker hastalığı kan şekeri olan glukozu dengede tutmaya yarayan insülin hormonunun eksikliği yada bozukluğu nedeni ile kanda aşırı miktarda fazla glukoz olmasıdır. Genelde şeker hastalığının iki çeşiti vardır. Tip I şeker hastalığında insülin eksikliği, tip II şeker hastalığında ise üretilen insülin etkisizliği söz konusudur. Kanda glukozun aşırı yüksekliği bir çok organ ve dokuda hasara yol açar. Diyabetik damar hastalığı damarların şeker hastalığına (diyabetes mellitus) bağlı nedenlerle kalınlaşması, daralması ve tıkanmasıdır. Bu nedenle şeker hastalarında inme 5 kat, koroner damar hastalığı 2-4 kat ve damar hastalığı ise 5 kat daha fazla görülmektedir. Şeker hastalarında damarlarda hastalık özellikle gözde retinasında, böbrek damarlarında ve ateroskleroz yani damar sertliği şeklinde başta kalbi besleyen koroner damarlar, kol ve bacaklardaki atar damarlar olmak üzere bütün atar damarlar etkilenir.
  9. sahanebaskan

    Stres ve gençlik

    Şehirleşmeyle beraber gelen sorunlar, hayat mücadelesinde varacağımız noktanın belisizlikleri ve daha birçok neden, strese kapı aralıyor. Hayatı kazanalım, iyi yaşayalım, yaşanabilir vakitleri kendimize armağan edelim, sevdiklerimize sunalım derken, yapamadıklarımız için strese giriyoruz. Buda hayattan daha da kopmaya, kendimizi zararlı alışanlıklar olan sigara ve alkole, hatta daha kötüsü olan uyuşturucuya, belki de intihara sebep kılıyoruz. Stresin ilk evrelerini kontrol edemeyen insanlarda, bu halin kronikleşmesiyle yukarıda saymış olduğumuz davranışlar görülüyor. Stres, kontrol edilmesi halinde hayat mücadelesinde zaferi aralayacak olan kapılardan bir tanesi. Ancak, değerleriyle büyüyemeyen gençlik, her olumsuz badirenin arkasında kötü kaderlerinin olduğunu düşünerek, kendilerini harap ve bitap edecek olan alışkanlıklara muttali kılıyorlar. Sonrasında daha büyük acıların yaşandığı gözleniyor. Benim şahsı kanaatim daha hayırlı bir gençliğin vücuda getirilmesinde İslami eğitimi esas alan bir gelişimi mümkün kılabilmek. Çünkü İslam ruhu ve bedeni esas alan bir eğitim metoduna sahip. Beşeri eğitim sistemlerin de veya şuan ki dünyada hakim olan eğitim sisteminde maddi bir gelişim sadece kale alındığından, gençlerin ruhi bunalımlara ve sonunda kötü bir takım alışkanlıklara kapıldıklarını, kendi ülkemiz içerisinde veya Avrupa ve ABD içerisinde ki gençlere bakarak anlayabiliriz. Aklınıza şu soru gelebilir kuşkusuz? Batı ülkelerinin eğitimlerinin madde tabanlı olduğunu söylüyorsun. Bu İslam coğrafyasında ki eğitim sisteminin ruh ve beden tabanlı yani, maddeyi de manayı da içine alan bir eğitim olduğu anlamına geliyor. Neden o zaman batı ülkelerinde ki fen ve teknoloji, İslam coğrafyasından ileri? Evvela böyle bir sorunun cevabının bir kitap kadar olacağını söylemek isterim. Ama burada o kadar yerimiz yok. Türkiye’de batı temelli bir eğitim sistemine dahildir ancak fen ve teknoloji bakımından batı kadar ilerleme kaydedememiş. Demek istediğim, fen ve teknolojide ileri bir seviyede olmanın madde tabanlı bir eğitimle alakasının olmadığı. Aynı şekilde daha sağlıklı bir gençliğin vücuda getirilmesinde manayı da içerisine alan eğitim metodunun mümkün kılınması sağlamaz. Ama gençliğin kötülükte ifrat çukuruna düştüğü şu zamanda izlenmesi gereken yol, eğitim metodun da İslami bir adabın izlenmesi. Bunun yanında İslam coğrafyasında fen ve teknolojinin gelişememiş olmasının sebepleri çok fazla. Bunun sebeplerinden birisi eğitim sahasında İslami metotların uygulanması şeklinde bir düşünce aklınıza gelmemeli. İslam eğitim metodu, yeniliklere açık ve sürekli kendini geliştirmeyi hedef alan bir sistem. Ancak ne yazık ki İslam coğrafyası, ecdatlarının geliştirip, insanlığa hizmet olarak sundukları fenni ve bilimsel verilerin farkında değiller. Batı karşısında aşağılık bir duruma düşürülen İslam coğrafyasının dinine hakim olduğu zamanlarda – Osmanlı zamanında- batı karşısında ki her yönden üstünlüğünü görmemek, tarihi hakikatleri saptırmaktan başka bir davranış olarak nitelenmez. Demek ki, bu coğrafyanın kanında var olan DNA’ların, kotlanmış olan vazifesini laik bir şekilde yerine getirdiğimizi düşündüğümüzde, her şeyin daha güzel ve anlamlı olacağı bir gerçek.
  10. sahanebaskan

    Kaygı

    Sürekli gergin ve endişeli misiniz? Neye endişelendiğinizi tam olarak bilmiyor ya da ortadaki sebebin bu derece yoğun bir endişeye sebep olmasını anlamlandıramıyor musunuz? Bu endişe hali iş ya da okul hayatınızda, aile ve sosyal ilişkilerinizde problemlere mi yol açıyor? Yaşam kalitenizi düşürdüğü halde bu endişe haline bir son veremiyor musunuz? Hiçbir sebep yokken sizin ya da sevdiklerinizin başına kötü bir şeyler gelmesinden veya tedavisi olmayan bir hastalık yaşamaktan mı korkuyorsunuz? Beklenmedik bir telefon ya da bir haberi hep korku ve endişeyle mi karşılıyorsunuz? Her yerde sizi ve sevdiklerinizi tehlike ve felaketlerin beklediğini mi düşünüyorsunuz? Sebebini bilmediğiniz bir huzursuzluk ve bunaltı her geçen gün ruhunuzu tüketmeye devam mı ediyor? Bu ve benzeri endişeler yaşamınızı ele geçirmiş durumda ise içinde bulunduğunuz ruhsal tablo “kaygı bozukluğu” olabilir. Günlük yaşamda hemen herkesin yaşadığı endişe duygusu, çoğu zaman insanların yaşam sorumluluklarını yerine getirmesini sağlayan temel bir motivasyon kaynağıdır. Bu son derece doğal olan duygu, kontrol edilemez boyutlara ulaştığında, kişinin günlük yaşamını ve ilişkilerini olumsuz şekilde etkilemeye başladığında bir problem halini alır. İş sorumlulukları, sağlık sorunları, ev içi görevler, çocuklar, onarımlar, randevular vb. gibi hemen her konuda duyulan, aşırı endişe, kuruntu ve evham halini içeren“kaygı bozukluğu” kişinin kendini, başına gelebilecek ve denetlenemez olan kaza, hastalık, tehlike ve felaketler karşısında sürekli tetikte hissetme durumunu da beraberinde getirir. Kişi daima kendisi ve sevdikleri için potansiyel tehdit içeren durumları takip etmekte, farkında olmadan ve otomatik olarak negatif ihtimale odaklanmaktadır. Bu tetikte olma hali doğal olarak çabuk yorulma, konsantrasyon güçlükleri, unutkanlık, sinirlilik, kas gerginliği ve uyku bozukluğu gibi pek çok olumsuz duruma yol açar.
  11. Depresyon, oldukça sık görülen ve çok zor bir psikolojik rahatsızlıktır. Bireyi yaşamaktan vazgeçirebilir, yoğun çaresizlik hislerine yol açabilir, hayata karşı isteksizleştirebilir, kişiler arası ilişkilerini bozabilir, fiziksel sağlığı olumsuz etkileyebilir, hareketsizleştirebilir. Çoğu kişi bu hastalık yüzünde derin bir acı duyar ve bunu ifade etmekte zorlanır. Günümüzde pek çok kişi depresyonda olduğunu düşünmektedir. Bireyler biraz moralleri bozulduğunda, yaşam sorunları ile ilgili kendilerini çökkün, çaresiz hissedebilir. Fakat bu onun hemen depresyon hastası olduğunu göstermez. Depresyon hastası en az iki hafta boyunca etrafına karşı yoğun bir ilgi kaybı ve depresif duygu durumu yaşar. Kilo kaybı veya kilo alımı olur, uykusuzluk problemi yaşar. Konsantrasyon güçlüğü, kararsızlık, enerji azlığı gibi belirtileri bulunur. Yoğun suçluluk, değersizlik ve ölüm düşünceleri olabilir. Bu belirtiler bireyin gündelik yaşamını oldukça etkilemektedir ve en az iki hafta sürmektedir. Sonuç olarak yaşam içerisinde yoğun üzüntü yaşasanız da bu her zaman depresyon olmayabilir. Depresyon hastalığına neden olan pek çok faktör vardır ve bunlardan en önemlisi de aklımızdan geçen bazı düşüncelerdir. Depresyonu anlamak için bu düşünce yapılarını açıklamak önemlidir. Depresyonda olan bireylerin kendisi, gelecek ve dünya hakkında bir takım inanışları vardır. Örneğin onlara göre kendileri başarısız, yetersiz, suçlu, değersiz olabilirler. Gelecekleri onlara umutsuz ve karanlık olabilir ve genel olarak dünya ya da çevre onlar için acımasız, adaletsiz ve talepkar gelebilir. Bilişsel üçlü dediğimiz, çoğu zaman gerçekçi olmayan bu inanışlar, kişiyi depresyona sürükleyebilir. Bunun yanında depresif bireyler olayları olumsuz düşünceler ile yorumladıktan sonra genel olarak içsel, genel ve kalıcı yorumlar yaparlar. Örneğin kişi eğer sınavdan başarısız olmuş ise, bunu içsel yani kendi başarısız ve beceriksizliği ile açıklar ve bunun her zaman olan genel bir durum olduğunu ve bunun hiç değişmeyeceğini, gelecekte de bu şekilde devam edeceğini düşünürler. Çoğunlukla kendini yetersiz, başarısız, değersiz ve sevilmez görme eğilimindedirler. Bu tarz inanışlar ile birlikte depresyon hastaları bazı düşünce hataları yapmaktadır.
  12. sahanebaskan

    Zatürreeden Korunma

    Zatürreeden korunmak için zatürree oluşumunu kolaylaştıran olumsuz faktörler düzeltilmelidir. Bu amaçla müzmin hastalıkların uygun şekilde takip ve tedavisi, stresten kaçınma, dengeli beslenme ve hijyenik barınma koşullarının sağlanması, alkol, tütün ve ilaç bağımlığının kontrolü ile ağız ve mide içeriğinin solunum yollarına kaçmasına (aspirasyon) yol açan risk faktörlerinin azaltılması gerekir. Yüksek riskli kişinin zatürreeye karşı bağışıklığının artırılmasına yönelik olarak, pnömokok aşıları, yıllık grip aşıları ve bağışıklık serum uygulamaları da zatürreeden korunma stratejileri arasında yer alır. Zatürreeye yol açabilen veya kolaylaştırıcı olan grip salgınları sırasında kalabalıkla temasın azaltılması, maske kullanılması özellikle yüksek riskli gruba grip bulaştırabilecek kişilerin aşılanması, korunma için önerilen hususlardan bazılarıdır. Yeterli beslenememe çocuklarda zatürree gelişimini kolaylaştıran en önemli faktördür. Ülkemizde bebeklerin %10'dan azı, doğumu izleyen üç ay içinde sadece anne sütüyle beslenebilmektedir. Anne sütü bebeklerin bağışıklık sistemini güçlendirmekte ve aşılara daha iyi yanıt verilmesini sağlamaktadır. Bu nedenle, yeterli anne sütü alımının teşvik edilmesi gerekmektedir. Ülkemizde aşılanma oranları oldukça düşüktür (%54,2). Kızamık, boğmaca ve tüberküloz, çocuklarda en önemli zatürree etkenleridir. Bu nedenle, söz konusu hastalıklara ait aşıların yapılması zatürree sıklığını azaltacaktır. Yine çocuklarda zatürree nedenleri arasında sık rastlanan bir bakteri olan Haemophilus influenzae'ye karşı geliştirilen H. influenzae tip b aşısının çocuklardaki rutin aşılama programına dahil edilmesi gerekmektedir. Çocukların sigaraya maruz kalması zatürree sıklığını bu nedenle hastaneye yatışları ve ölümü artırmaktadır. Ülkemizde çocukların yaklaşık %70'i sigaraya maruz kalmaktadır. Çocukların sigaraya maruz kalmasının önlenmesi zatürree ile ilişkili sağlık sorunlarını azaltacaktır.
  13. sahanebaskan

    ZATÜRRE

    ZATÜRRE Zatürre, bakterilerin yol açtığı, yüksek ateş, öksürük ve koyu balgamla kendini belli eden bir hastalıktır. Bu bakterilerin neden olduğu her 100 zatürreden 5′i ölümle sonuçlanır. Ayrıca bu bakterilerin kanda görülmesi ve bütün vücuda yayılması ciddi rahatsızlıklara yol açar. Bunların başında menenjit gelir. Belirtileri aniden ortaya çıkabileceği gibi, kronik ve uzun süreli bir seyir de gösterebilir. Küçük çocuklarda ve yaşlılarda şiddetli seyreder ve ölüme yol açabilir. A.B.D’de yaklaşık 200 bin kişi pnömokokların neden olduğu zatürreye yakalanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre dünyada her sene 100 kişiden 1-2′si zatürre olmaktadır. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre her yıl yaklaşık 90 bin zatürre vakası görülmektedir. Bu hastalardan 2-3 bini hayatını kaybetmektedir. Zatürre mikrobunun antibiyotiklere karşı direnç kazanması da bu hastalığın ciddiyetini arttırmaktadır. Zatürre hastasının ateşi 39-40 dereceye kadar yükselmiştir. Bu ateş, şiddetli bir titremeden sonra yükselebilir. Hastanın rengi solmuştur ve sık sık hırıltılı bir şekilde öksürür. Hastada yorgunluk, halsizlik vardır ve vücut direnci zayıf düşmüştür. Endişeli bir ruh hali görülür. Ayrıca hastanın dudakları morumsu bir renktedir ve dili kurumuştur. Yaşlılarda zatürre ile birlikte vücut ısısı düşebilir. Sonuçta şok denen durum ortaya çıkar. Öksürük ve ateş yükselmesi olmayabilir. Zatürreli hastalarda 40 dereceye varan ateş, koyu balgam çıkarma, titreme, öksürük ve yorgunluk görüldüğünü belirtmiştik. Bunların dışında da düzeltilmesi gereken, dikkat çekici bazı bulgular vardır. Göğüs ağrısı artar ve sırta, kürek kemiğine doğru yayılır. Nefes alıp verirken ve öksürürken bel ağrısı çok sık karşılaşılan bir bulgudur. Bunların dışında şu belirtileri sıralayabiliriz:
  14. Kemoterapinin Etkisini Azaltan Besinler Birçok kanser türünün tedavisinde hekimler hastaları için kemoterapi ile tedavi seçeneğini tercih etmektedirler. Kanser hücrelerine sitotoksik etki yapan kemoterapi, tedavi süresinde hastalarda belirli yan etkilerin yaşanmasına sebebiyet vermektedir. Kemoterapi kırmızı kan hücrelerini azaltarak anemiye, akyuvarları azaltarak enfeksiyona sebep olur ve trombositleri azaltarak vücutta kanamalar meydana getirebilir. Bunların dışında bulantı, saç kaybı, anoreksiya, ülser ve ishal gibi yan etkileri de bulunmaktadır. Kemoterapinin sebep olduğu bu yan etkileri yaşamamak için kemoterapi tedavisi görmekte olan hastalar özellikle beslenmelerine dikkat etmeli ve kemoterapinin etkisini azaltan besinler tüketmeye özen göstermelidirler. Kemoterapi tedavisinde yan etkilerin görüldüğü dönemlerde özellikle hastalar bol miktarda su içmelidir. Suyun yanı sıra adaçayı, nane çayı, kuşburnu, papatya ve ıhlamur gibi bitkisel çaylar da vücudun sıvı alımını sağladığı ve toksinlerden arınmasına yardımcı oldukları için bol bol tüketilebilir. Kemoterapinin yan etkilerini azaltan besinler arasında yoğurt, sütlü tatlılar, yumuşak peynirler, patates püresi, haşlanmış ya da fırında pişirilmiş beyaz et çeşitleri, folik asit açısından son derece zengin olan soya fasulyesi, soğan, kuru fasulye, nohut ve brokoli gibi yiyecekler bulunmaktadır. Bu besinlerin dışında E vitamini içeren ceviz, badem ve fındık gibi kuruyemişler, lahana, sarımsak, soğan, turp, kereviz, yeşil yapraklı sebzeler, domates, baklagiller, kırmızıbiber, roka ve maydanoz da kemoterapinin etkisini azaltan besinler arasında yer almaktadır.
  15. sahanebaskan

    KATARAKT

    KATARAKT Göze gelen ışınları kırarak, ağ tabakaya düşüren ve görüntünün net bir şekilde oluşmasını sağlayan yapıya göz merceği denir. Bu merceğin iki yüzü de dışa doğrudur. Esnek bir yapıda olduğundan çapı değişebilir ve böylece yakına ya da uzağa bakarken, kendi çapını ayarlayarak görüntünün net bir şekilde oluşmasını sağlar. Lens de denen bu mercek saydam bir yapıdadır. Bu yapının saydamlığını kaybetmesiyle oluşan bulanık görme problemine katarakt denir. Kataraktlı kişiler bu durumu, gözüme perde indi, şeklinde yorumlarlar. Işığın geçişini engelleyen bir hastalık olduğundan körlük oluşmasına neden olabilir. Sıklıkla yaşlılıkta ortaya çıkan kataraktın türleri, kişiden kişiye farklılık gösterir. İki gözde birden ortaya çıkar ya da bir gözde başladıktan sonra diğerinde oluşur. Bebeklikte ortaya çıkan katarakta, doğumsal katarakt denir. Bu durumu fark etmek aile için zordur. Hamilelikte meydana gelen kızamıkçık gibi bazı hastalıklar ve ilaç kullanımı bu durumun ortaya çıkmasına sebep oluyor. KATARAKTIN BELİRTİLERİ Yaş ilerledikçe görülme ihtimali artan bir hastalık olan katarakt, her yaşta ortaya çıkabilir. En çok 60 yaşın üzerinde görülmektedir. Kataraktlı kişilerde görülen bazı belirtiler vardır. En önemli belirti, bulanık görmedir. Hastanın görüşü azalır. Işık kamaşması ortaya çıkar ve çift görme ya da çatallı görme meydana gelir. Bebeklerde bu durumu fark etmek zor olduğundan, doktor muayenesi sırasında göze ışık tutularak bir takım fikirler edinilebilir. Bu durumda bebeğin verdiği reaksiyon da çok önemlidir. Erken tanı çok önemli olduğundan 2 yaşına kadar yapılacak bir göz muayenesi, varsa birçok sorunun çözümünde kolaylık sağlayacaktır.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.