Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Johnydoe

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    257
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    26

Johnydoe tarafından postalanan herşey

  1. sığınacak bir yer yok ortasında fırtınanın çaresizlikler üstüne gelirken korkunun faydası yok bu sahadan yenik ayrılmak bir rövanşı yok kabullenmek efendilikse isyankar bir kölelik daha iyi değil mi? çok ağlarsan çok bağırırsan eğer geri mi verilecek çok istediklerin? birlikte yaşanabilecek güzel günlerin hayali ne zaman çıkıp gidecek aklımdan? ne zaman eskisi gibi olup alışabileceğim sıradan günlere bir yolu yok mu bunun hiç bilmeseydim mesela ya da unutabilseydim her gece alkolle uyuşturup aklımı sarhoş olmadan uyuyabilseydim sığınacak bir yer yok ölümcül bir hastalığın pençesinde ötenazi hakkımı benden saklı tutuyorlar atları bile vurmuyorlar mı? bir daha ayağa kalkamayacaksa eğer bu sürüngenlik bana göre değil... bitmedi mi söyleyeceklerim? kimlerin sofrasına meze oluyorum okundukça kimlerin hislerini anlatıyorum kaç insan tatmin ediyor kendini paylaştıkça sözlerimi katlanılır görüyor bu hayatı sığınacak bir yer yok kaybolmuş ruhların tesellisi bunlar mutlu insanların aramızda yeri yok sevda ucuz Amerikan filmlerinde kaldı artık Türkçe dublajlı yalanlara karnımız tok en sakinimiz umudunu hala koruyabilen umutsuzlarımızın dilinde küfürler inkar kime, inkar neyi? en sorumsuzu dağ başında çoban, biz çoktan geçtik bile bile üstelik çizgileri geri dönüşü olmayan ... sığınacak bir yer yok bağımlılıklar uyduruyoruz kendimize hayatta kalabilmek için yaşamak diyoruz adına bunun yaşamak, her sabah uyandığımızda biraz daha çirkin... çok güveniyor kendimize büyük oynuyoruz oynamak, elde avuçta ne varsa inanmadan kazanacağımza... umutsuzluk bulaştırıyoruz en yakınımıza sokulana karanlık büyüyor farkı kalmıyor gözlerini yummakla, acıtırcasına gözbebeklerini açmak arasında çok üzgünüz belki de anlamasın diye başka hiç kimse gülümserken tanıdık yüzlere iyi oyuncular olup çıkıyoruz işin içinden bu sahne bu dekor bu figüranlar arasında gerektiği kadarını yaşayıp çekildiğimizde kendi içimize kendimize ağlıyoruz imlası bozuk bir Türkçeyle itirafa soyunurken çılgınca bir suskunluğu soğuk bir yatakta uyumaya çalışmak gibi ağustos sıcağında bir yanım alev alev diğer yanım buz tutmuş dudaklarım titrerken öpmeye çalışmak alışmak: çok mutluymuş gibi oturup bir nikah masasına hayatını takas etmeye çalışmak bir yabancıyla... çok mutluymuş gibi, fotoğraflarda yer tutmak...
  2. Biraz alkol, biraz kalp ağrısı... Kıskançlık krizleri, öfke nöbetleri. Biraz, insanlara ben nakli. Sınırlarını kelimelerle çizdiğim bir ülke. Körler arasında tek gözü gören gibiyim. Yalnızım, canım sıkılıyor. Durup durup onu özlüyorum. Sonra buraya gelip bir şeyler karalıyorum. Sonra alkol ve çaresizliğin karın ağrısı. Eskiden duvarları yumruklardım, şimdi blok sitelerine iddialı cümleler yazıyorum. Ertesi sabah uyandığımda her türlü inkâra sığınıp... Şizofrenik bir alkoliğin parmaklarından çıkan her satırın şiir olma olasılığı öyle yüksek ki... Belki de o kadar ciddiye alınmamalı okurken ve belki de ben, bir kadının suya değiyor ayakları diye başlarsam cümleye, aslında o kadın çoktan duşunu almış, yatağına uzanmış ve hayallerinin arasına dalmış olabilir... Ölüm aynı ölümdür aslında araçları farklı… Hangi ölüm daha şiirseldir okunduğu zaman? Aşkın şehvetiyle yanıp kavrulan ve isli bir et gibi kokan ölüm mü? Demiş ya şair: ‘Ölüp gitmektense yanarak ölmeyi tercih ederim...’ ya da asılarak ölmek mi? Giydiğim hükümlerin, üstlendiğim suçların hiç bir gerekçesi yoktu. Bunu ben söylüyorum diye hala buradayım. En romantiğidir aslında insanın asılarak ölmesi. Çünkü en son orgazmı saklar beden nefessiz kaldıkça. İnsan son nefesini verirken ve kırılırken boynu hangi sevgiliyi düşler? Ya da hangi düşler, insanı ölürken sevgiliyle meşgul eder? Alkol kıvamında başıbozuk bir adamım ben... Şurada 'yalnızım' yazmak istiyorum, bir bakıyorum ki onlarca kelime, yıkılmış surların arasından akıp gidiyor. Oysa hala ben boynum kırılırken düşlediğim sevgilimi özlüyorum. Herkes beni şair sanıyor... Ve hayat, karşısında gardımızı indirdiğimiz her an, en acımasız yumruklarını atmaya devam ediyor...
  3. Bazen insan anlatamadıklarını, yalnızlıklara yüklüyor. Sonra alıp başını gidiyor bir gece ansızın. Eski siyah beyaz Türk filmlerinden kalmıştı bu sevdanın kural tanımazlığı, inadına vurdumduymazlığı. İkimiz de biliyorduk, başka bir şehrin adamıydım ben, başka rollerin. Repliklerimden aşırdıklarımla gelmiştim sana. Ne bekliyordun ki? Söyleyeceklerimi tükettikten sonra, sana ne kadar kalırdım? Her bulduğunda yitirdiğin, o sarıldığın, yüzüne gözüne, öpüşlerine hasret kaldığın adam; bulutların arasından gülümseyen kış güneşi gibi. Belki de ölümcül bir hastalığın, son darbesini vurmadan önce ki iyileşme belirtileri gibi... Benim geri dönüşlerim, kendime ihanetlerim. 'sen' dediğim kadınım, benim çaresizliklerim... Sarıldığın kolların ardından gülümseyen, benim sessiz çığlıklarım. Avuçlarının arasında ki dudaklarım. Ben şimdi hangi buluttan kurtulsam, aradığım senin yağmurların... Haklı olmak, kalemi elinde tutup kıran yargıç olmak neyi değiştiriyor? Kırılan her kalemde bir insan ölüyor. Ya kalemi kıranın içinde, kaç varlık kendini yitiriyor? Haklıyım! Haklı olmak hala bir halta yaramıyor... Öptüğüm, dokunduğum, sarıldığım yaraların... Kenarlarından damlayan kan, bir cam fanusun içinde ki gül gibisin... Dokunursam kırılacaksın, dokunmazsam solacak… Küçük haylaz bir çocuğun pişmanlığı üzerimde, ne zaman seni düşünsem, sana kullanılmamış bir ben getirsem, nereye gitsem, nerede bulsam, hangi yalanın gölgesine sığınsam olmuyor... Durmadan bir şeyler söylüyorum sana. Seni yanımda tutabilmek için aklıma gelen her şeyi yazıyorum. Gittiğinden beri, sessizliğinin hesabını soruyorum kendime. Ne zamandır konuşuyorsun? Ne zaman başladın, bana anlatmaya seni? Özlemlerin, seslenişlerin, haykırışların... Bu tuhaf hayat sirkinin en nadide parçalarıydık biz. Sen güneşime hasret, Ben sesine sağır... Sen varlığıma vurgun, Ben yokluğuna sürgün...
  4. kaldırım kenarında söndürdük sigaralarımızı yakalanmak korkusuyla bir zabite kokusu sinmesin diye cigaralarımz üzerimize avuç içinde saklarken kafalar bir dünya travestiler geçerken yanımızdan kalkmadı sikimiz erkekliğimizle dalga geçtiler biz yakalanmaktan korktuk soğuktu çünkü silivri afili sözlerimizi yuttuk bir bir her birimiz vatansever her birimiz ezbere bilir gençliğe hitabeyi ne siyasete bulaştık ne kullanışlıydık kandıranlar tarafından allahın merhametine de sığınmadık vatandaşın ferasetine de akşam oldu üç şişe bira dört dal sigaraya inceden müzeyyen abla eşliğinde hatırladıkça yatmadığımız kadınları yalnız uyuduk uyanmamak umuduyla....
  5. Bu başlık altında okuduğumuz kitaplar ve onları yazanlar hakkında düşüncelerimizi fikirlerimizi paylaşalım. Ama bilindik beylik laflarla, hekresin konuştuklarıyla, kitabıyla fotoğraf çekip instagrama attığı şekilde değil. Bize ne ifade ediyor bizim için anlamı ne? hayatımıza nasıl dokundu? Belki okuduk ama sevmedik, belki yazdıklarını okuduk ama kendisini sevmedik tüm dürüstlüğümüzle, samimiyetimizle... Öneride bulunmak değil de öneriyorsak nedeniyle birlikte, sevmediysek eleştirilerimizle birlikte. Edebiyattan bu kadar uzak bir coğrafyada ve edebiyata dair ne varsa sadece gösteriş için kullanıldığı bir toplumda gerçek okuyucularla, kendimizi kasmadan, belki de cahilce ama içtenliğimizle tartışalım... Tartışırken öğrenelim. Belki de bildiğimiz gibi değildir okuduğumuz. Yüzleşmekten kaçmayalım... Sizi olumlu ya da olumsuz bir kitap paylaşın okuyalım ve birlikte nedenleri üzerine kafa yoralım... Bunu yapabiliriz.
  6. Fallara inanmayan biri olarak sadece merak ettiğim için araştırdığım ve kökeninin yüzlerce yıl öncesine dayandığını öğrendiğim fal çeşidi. Kartlara yüklenen anlamlar, o kartların yanyana gelmesiyle geleceğe dair kehanetlerde bulunmak yada geçmişten gelen izlerin betimlenmesi denilebilir kısaca. Tarih boyunca ülkeleri yöneten liderler, bu kartların kehanetlerine güvenerek önemli kararlar almışlar. Günümüzde ise insanlar kendi kaderleri, gelecekleri hakkında bir umut bulmak için tarotla ilgilenmeye devam ediyorlar. Aslında fal dediğimiz şey tam olarak bu değil mi? Duymak istediğimiz, umudumuzu kaybettiğimizde karamsarlığa düşmemize engel olsun diye bir anlamda psikolojik destek aracı. Araştırmalar yaparken her bir karta yüklenen anlamları, kartlarda tasvir edilen görüntülerin neleri işaret ettiğini de ister istemez öğrendim. Yine tekrarlıyorum fallara inanmıyorum ama bu başlık altına yazıp kart açmamı isteyen arkadaşlar olursa fal açabilirim. Ne kadar doğru çıkar, yada ne kadar size umut ya da karamsarlık çıkar bilmiyorum. Ama siz inanıyorsanız ve istiyorsanız bu başlık altına mesaj atmanız yeterli...
  7. Johnydoe

    Zaman

    Adını anımsayamadığım bir yazar demişti, anımsayamadığım için özür diliyorum kendisinden: 'Günler geçiyor diye aldatma kendini, geçen senin ömründür...' Şu martılar kadar farkında olabilseydik yeterdi aslında, özgürce kanat açıp hayallerimizin peşinden uçup gidebilseydik...
  8. Johnydoe

    Çifte güneş tutulması

    Sanki ağaç kollarının arasına almış güneşi saklayacak sabaha kadar ve sabah yeniden doğuracak dallarının arasından... deniz özler mi? gece yalnız uyuduğunda...
  9. Top Gun: Maverick Sanatsal anlamda ya da içerik olarak derinliği olmayabilir ama beni çocukluğuma götürdü. İlk filme yapılan göndermeler, karakterlerin yıllar sonra bir araya gelmesi ve değişimleri, sıradan sayılabilecek ve sonu tahmin edilesi bir hikaye olsa bile, bazı sahnelerde gülümseyerek bazı sahnelerde geçmişi hatırlayarak izledim. Tom Cruise yıllara meydan okuyarak gerçekten güzel bir oyunculuk çıkarmış. Diğer genç oyuncular da ona eşlik etmiş. İzleyecek arkadaşlara önerim önce ilk filmi izlemeleri. İLk filmi izlemeden ikincisini izlerseniz çok fazla beğenmeyebilrsiniz. Ama ikisni birden izlerseniz pişman olmazsınız.
  10. yanlış anlaşılabilme olasılıklarını düşündükçe ne çok susuyor insan sessizlik vadisinde kayboluyor ansızın.... hepimizin hayatında bir tını eksik ne olduğunu keşfedemediğimiz, diplerden gelen bir patlamaya eşlik eden yaylı sazlara ait bir tını... hepimizin ezberlediği bir şeyleri mutlaka vardı hiç değilse kuvvetli aptallıklarımız, kaçışlarımız, bir diğerinin hayatları ardına saklanışlarımız... çözemediğimiz, çözemeden yaşadığımız, bir anlamda katlandığımız tutkuların haklılığını kanıtlayan şeylere güveniyorum ben hala sana bugün, şu an ne yazabilirim? nelerden söz edebilirim? niçin böyle bir düşünce içine girerim? bittikten sonra biz, nerene gömeceksin beni? düzenli takvim aralıklarında gelip temizleyip ayrık otlarını açacak mısın? gömdüğün yeri... bilincimizi bedenimize mıhlayacak çekici tutamadık ummak ve ayak uydurmak arasında gidip geliyorken dağılıyorduk ayrılıyoruz diyemiyordum buna çünkü dağılıyorduk sadece... yalnızca sevişmek için mi kullanıyorum yeteneğimi? bu yüzden mi her gelenin aklı, aklımda... etkisi kaç kelime sürer? esaslı bir orgazmın... hayat söze dayanmıyor anlatılan anlaşılana uymuyor uyumsuzluk yayılıyor damarlarda kimse söylediğinin ardında vaat ettiği kadar durmuyor... her sevgili bize verilen kırık not gibi hiç silinmeyen, kurtarılamayan... yaz okullarında hasret giderilen sadece. bu yüzden mi kırıktı? seni sıkan sezgilerimi, alınganlığımı, çocuksuluğumu, endişelerimi bir yana ayıramıyorum itiraf etmeliyim ben hala aynı tutsağım, aynı şair... belki de susmamın nedeni, söylediklerimin geri tepmesinden korkmamdı göğsümün sol yanı acırdı sen sustuğunda... kolay sözlerin aldatıcı büyüsüyle yazıyorum... gördüğünle, işittiğinle yetinmeyi seçtiğin için içinde ne olduğunu bilmediğin çuvala elini sokamadın bundan böyle anlamın ne derinliği olabilir ki benim için? derinlik ne ifade edebilir? sabahlara ulaşıyorum oysa sana ne çok yol var...
  11. eski arkadaşlar da aramıyor artık. aynı dünyayı paylaşıyor olmamızı yadırgamış olmalılar. oysa eskiden birlikte yaşlanmak konusunda ne çok anlaşmalar imzalamıştık, alkol kokan nefeslerle öpüşüp mühürlemiş. belki de eskiden alınmış kararların ortakları eskidiği için, yeni kararlar almakta zorlanışlarım. geçmişine bağımlı yaşayan insanlara Amatem yardımcı olabilir mi? mesela alkol gibi sigara gibi bu bağımlılıktan da kurtulabilir mi insan, ilaçla ya da telkinle bir tedavisi var mı bunun? yoksa nefesi kuvvetli bir hocaya mı gitmeli... unutunca geçmişini gelecekleri boşlukta, tutunamıyormuş gibi hissetmez mi insan? her geminin ayrıldığı bir liman yok mu? rotası yok mu balıkçının? kaybolduğun dalgaların arasında daha mı mutla olacaksın sanıyorsun? yaşamadan öğrenmenin de bir yolu olmalı! açık öğretim lise ve üniversiteleri yanılıyor olamaz... insanlar birbirlerine güvenmedikleri için mi dini nikah kıyarlar? Tanrı'ya verdikleri sözü tutarlar diye mi? hastalıkta ve sağlıkta, ölüm bizi ayırıncaya dek... diye söz verdiklerinden beri, boşanma davalarına bakan hakimler birer Azrail, avukatlar sorgu melekleri mi? evlilik sonrası mal paylaşımı da saçma değil mi? hani kefenin cebi yoktu? bari ses sitemini ben alsaydım... yazarken sessiz olmalıydım oysa, adım gibi biliyordum! içimden gürültüyle kopup gelen her kelimeye susturucu takıp usta bir katil gibi öldürmeliydim aklımdan geçenleri. bomba imha ekiplerinin çalışmalarını izlemek isterdim oysa üzerlerinde ki giysilerinin bir halta yaramayacağını bile bile korkmuyorlar mı? belki bu defa patlamaz diye mi kandırıyorlardı kendilerini? ta ki bu defa patlayana dek mutlu yaşıyorlardır umarım... sıradan insanlar da öyle değil mi? belki bugün de ölmeyiz, belki bugün aşık oluruz, belki bugün zengin oluruz, belki bugün o otobüs boş gelir, belki bugün, yok akşam iş dönüşü iki tek atarız... bunu kesin yaparız! diğerlerinin olmazlığına katlanabilmek için... bazen korkuyor insan, kendinden başka kimseyi bilmemekten korkuyor bir süre kırılma numaralarıyla mesafeler koyarken o mesafeler arasında kayboluyor önsezilerine güveniyor yoksa yenik mi düşüyor? bulmacaları çözmeye çalışırken buluyor kendini biri bitmeden diğeri, biri gitmeden diğeri geliyor. yine de güveniyor önsezilerine hastalıklı bir romantizme teslim olmaktansa rutubetsiz kuru bir ev hayal ediyor duvarlarının rengini bari o belirleseydi... belki yeterince mesafe koyamadın! demek ki hala kaybolmadın... yenilmemişsin bak, şimdi sıradaki bulmacaya geçelim mi? en sevdiği renk hangisiydi? renkleri sevmezdi oysa... bu yüzden renksizdi odaların duvarları bomboş hoş değildi belki beğenmemiştin bunu önerdiğimde duvarın da, tuğlanın da, harcın da rengi var görmüyor musun! derken bir kez daha ispatlamıştın renkleri sevmediğini nasıl istersen'e bağlayıp konuyu kapattım.
  12. oturduğum yerden yazıyorum bunları on beş metrekarelik bir odanın sarı duvarları arasından ve ruhumun sonsuz uçurumlarından atıyorum kendimi düştüğüm yerler acıyor mudur? acıyor olmalı, yoksa bu kadar kötü hissetmezdim değil mi? kimi hayatıma alsam yani düşsem üzerine sonrasında hep bir kalp ağrısı bir can yangını ne söndürebiliyorum içime alsam diyorum zaten içimde diye değil mi bu yangın? aklımın oyunlarıyla büyütüyorum kendimi yazdıklarımla etkisiz hale getirmeye çalışıyorum olmuyorum olmamışlık hallerim bir simit satıcısı gibi tezgahını açmış cami avlusuna sabah ezanı vakti ne gelen var ne giden... kimse uykusundan vazgeçmiyor sanki tanrım bundan alınıyor mudur şimdi? satamadığım simitleri ufalayıp güvercinlere atıyorum nasip onlarınmış... sonra uyanıyorum yatağımda biraz da bu tarafıma yatsam diyorum diğer tarafım yorulmuş taşımaktan beni derken uykum kaçıyor gidip çöpleri topluyorum çuval bezinden yapılmış el arabamla eğilirken çöp konteynırına elimde metal bir kanca hayatları karıştırıyorum birileri kafayı çekmiş koyu renkli bira şişeleri yarım bırakılmış pasta görüyorum sinekler üşüşmüş kimin hoşuna gitmemiş? doğum günleri... açılmış ama kullanılmamış bir prezervatif özeline girdiğim için şimdi yadırgar mı sahibi? içinden çıkamıyorum bu içimdeki çöplerin düşünce artıklarının geri dönüştürmesi olmalı ders alınmalı diyorum kendime ama kaç paradır ki o derslerin saati? hem daha önce o okulu bitirmeli sonra atanacak, beki sonra yine sever beni... dönüyorum sonra duvarları sarı renge boyalı odama siyah keçeli kalemle parmaklıklar çiziyorum tavanı mavi hücresinde yatarken hayal etmeyen var mıdır acaba? yoksa yasaklanıyor mu insana? gökyüzünün renkleri.... perdenin köşesini kıvırıp bakıyorum dışarı aydınlık bir sokak, gri renkli üzgün bina bir balkon kışın kullanılmayan o evde yaşayanların umurunda bile değil benim umurumda da ne oluyor sanki? bir süre daha bakıyorum bu sene bahar gecikecekmiş, ben görmem belki... dönüyorum odama sarı renkli duvarlarımda silik parmaklıklar pek düzgün olmamış kimi hapsediyorum? şimdi ruhunu özgür bıraktığım kim? martının gözlerinden bakma cüretini kim verdi İstanbul'a! altımda üst üste evler, üstümden bir uçak geçiyor içinde bir kadın pencere tarafında bana bakıp gülümsüyor ben süzülüyorum aşağıya deniz sıkışmış karaların arasında ama bu haksızlık değil mi? bir dilencinin yanına konuyorum Allah rızası için... diyor. rızanın bedelini söylemiyor ama ne verirsen yeter sanki... peki bir kalp kırmanın bedeli? altmış dört bin satır yazsan yeter mi? ya sussan, zamanla geçer diyorlar ya, kimin için neye göre inandım ben buna inanç özgür bırakacak mı? teslimiyeti nereye koyuyorduk? senin içindeki de geçer mi? hatırlanmaz mısın ben sana her yazdığımda inancın seni benden kurtaracaksa şimdi ardına bile bakma çuval bezinden yapılma el arabamla hayatları karıştırmaya devam ederim ben sen bana karışma bazen karşıma çıkacaksın biliyorum sokakta yürürken, bir otobüs durağında elinde kitabın, okurken belki geç kalmamak için okuluna alelacele giyinmişsin saçların karışmış birbirine uzanıp düzeltmeye çalışırken suçüstü yakalayacaksın beni kaşlarını çatıp ne münasebet! belki oturuyorsundur bir kafede çayını yudumlarken kaldırımın üzerinden geçiyorum ardımda çuval bezinden yapılma el arabamla tenimin kirli rengi bakışlarım değerse sana kirlenme diye çevir başını geçer giderim ben belki uyumuyorsundur şimdi yatağında dönüp dururken koynunda oyuncak tavşanın nasıl kızmışsın bana sabah olsa geçmeyecek akşam olsa dinmeyecek nereye gitsen ne yapsan aklında olduğum için kızacaksın anlayışsızlığım için, vurdumduymazlığım için, beceriksizliğim için kızacaksın ‘biz’ olduramadığım için kızacaksın bakışlarını çevireceksin başka bir yere ben yanından geçip gideceğim duvarları sarı, silik parmaklıkları odamın kasvetine bürünürken bir çağ kapanıp yeni bir çağ açılamıyorken mezapotamyadan bu yana aşk anlatılamıyorken bu kadar da yaklaşmışken üstelik küllükler doluyor şişeler boşalırken içim gidiyor bu kaybolma, bana doğru gelmiyor...
  13. sevgisiz hissettikçe hatalar yaptım, hatalar yaptıkça beni seveni kaybettim. bir yerden sonra da uğraşmayı bıraktım. beni sevsin diye delirdiğim kadının yanında, benden bir mesaj almak için bekleyen kadını göremedim. ben, yırtındığım kadının canımı nasıl yaktığımı anlatırken, dinlerken ağladığını bana belli etmeyen kadını duyamadım. üç günde bir attığım günaydın mesajnı okurken nasıl mutlu olduğunu bilemedim. sırf ben istiyorum diye, o an mutlu olayım diye, sonrasında arayıp sormayacağımı bile bile, benimle sevişmenin ona ne kadar ağır geldiğini anlayamadım. gerçekten seni seveni nasıl anlıyorsun biliyor musun? senin birini sevdiğin gibi, biri seni sevdiğinde... ama bu hep terste kalıyor işte. sen başkasını seviyorsun, diğeri seni, onu bir başkası... bu saçmalık denkleminde savrulup duruyoruz. bir gün sen sevildiğinin farkına varıyorsun ama seni seven vazgecmiş oluyor ve elinden hiç birşey gelmiyor. Bunun ağırlığıyla yaşamaktan başka...
  14. haklı olmanın bir halta yaramadığı dönemlerden geçiyoruz. düşünmek işkence gibi farkındalık, uykusuzluk ilacı... ve hatırlamak en ağırı herşeyi unutanlar ülkesinde... nasıl giyineceğimizi söylüyorlar bize neyi içmeyeceğimizi annesinden ninni bile dinlememişler öyle nefret dolular ki şarkı dinlesek dinden çıkarıyorlar sanki onlar almışlar gibi kimi seveceğimize de onlar karar veriyor nefretimize de yeşilden başka rengi sevmiyorlar onu da tabut üzerinde diye öyle yaşamaya düşman azıcık gülümsesek ilk taşı atacaklar en önde bilmiyorlar sevişmeyi ne de sevmeyi babası mecbur kalmış evlendi diye annesi görevi gereği girmişler gerdeğe tövbeler peşi sıra nasıl girmişler böyle bir günaha böyle sevgisiz bir andan sonra zorla getirilmişler gibi dünyaya düşmanlar yanyana gelen her erkek ve kadına...
  15. bekliyorsun sonra makyajını yapıp yalnız çıktığında evden yürürken kalabalık sokaklarda korna sesleri kırık kaldırım taşları nasıl yürüyorlar hızlı hızlı acelesi çokmuş insanların yetişecek yerleri daha çok yol veriyorsun durmadan vermesen çarpacak şüpheleniyor durup bakıyorsun bir vitrine gerçekten görünmez miyim? bekliyorum gecenin yarısı sigaranın dumanı sis gibi çökmüş odama damağımda alkol kurumadan bir yudum daha kalemim huzursuz parmaklarımın arasında ne yazsam arıza çıkacak şimdi yazmasam çok aceleci bu insanlar... bekliyorsun otobüs durağı saatini şaşırmış gelecek olan gözlerini daldırıp çatlak asfaltın arasından başını kaldıran yaban otuna basar üzerine diye geçen yanından acelesi çok insanlar üzülüp sanıyorsun ki o da görünmez senin gibi... bekliyorum alarmı çalarken saatin uyanma zamanını kaçırmışım uyanıkken... on dakika daha ertelesem bir sigara daha sararmış parmak uçlarım neyse ki görmeyeceksin artık yitirdiğimden beri beklediğin olma vasfını ne taranıyor saçlarım ne de çıkıyorum arasına yetişecek yerleri çok olan insanların...
  16. öpmek az önce doludizgin sevişip terlemiş bir tenin tuzunu dudaklarında hissetmek... öpmek koklayarak, içine çekerek, çekerek içini doyamamak ve öpmek durdurmak zamanı bıraktığında kollarıma kendini dayadığımda ağzımı ağzına nefesini içime nefesim tenine yanıyorsun ya teslim olup indirip silahlarını öpülesi göğüslerin yalnız uyuyacak bu gece... sığmadığın yatak değil hayatın kendisi dönüp durduğun seni uyutamayan da sabahında uyandırmayan da yabancılığın tenin ellerime hasret kasıkların sıcaklığıma üşüyorsan şimdi yokluğum yanıyorsan biliyorsun nasıl tatlı parmak uçlarım... öptüğüm yerlerin geliyor aklıma her dokunuşumun izi kalmış ısırmışsın dudaklarını kasılırken dayanamayıp hala parmaklarının arasında çarşafları yatağın uğultusu kalbinin kulağında titrerken bedenin yankılanmış duvarlarında inlemelerin hayal bu ya bitmiş dönüyor dünya yaşadıkların yanına kalmış yaşayamadıkların aklında şimdi öpsem yazıyorum okurken sen sığamıyorsun yatağına...
  17. erkeğin kulağındaki küpeye kadının saçının teline çocuğun giydiği giysinin rengine sanatçının söylediği türküye üzerine otel dikilecek toprağın yetiştirdiği bitkiye sokakta yanından geçtiği köpeğe birbirine sarılmış iki sevgiliye sevgiye! düşman bunlar... ne tahammüleri var ne duramıyorlar saldırmadan hiç sevilmemişler ne anneleri ne babaları tarafından öyle kin dolu öyle nefretle bakıyorlar ki insanlara kimse eğlenmesin mutlu olmasın kimse diye kimse okumasın bir romanı umuda kapılmasın kimse dinlerken bir şarkıyı özlemesin sevdiğini hatırlayınca öpüşmek kimsenin aklına gelmesin sarılmak mı? taşlansın görüldüğü yerde! dokunmasın erkek kadına kadın erkeğin on adım ardında sevişmeden yapılsın çocuklar o çocuklar siyah giysin! bilmesinler renki dünyayı... günaha da onlar karar veriyor sevaba da... onlar tutmuş cennetin kapısını istediklerini alıyorlar içeri istemediklerinin parasına bakıyorlar... parası yoksa devreye giriyor şükür müessesi bu dünyada olmadı kısmet diğer tarafta yaşadınız ses çıkarmayın yeter ki! onların dediği gibi yaşayın onların istediği olsun onlar mı? imtihanları zenginlikleri! nasıl zor bilseniz şükredersiniz fakirliğe sizin için feda etmişler kendilerini sırça köşklerde uyanıp son model arabalarda gezip yiyip içmek dilediğin gibi öyle zor ki... haftada bir cuma günü karışmak aranıza yılda bir paraya kıyıp gidip arınmak hacda iki de kurban kesip dağıtmak fukaraya şeyhinden icazet alıp sarkmak karıya kıza hatta daha tüyü bitmemiş oğlanlara öyle zor ki... bu yüzden sevmiyorlar insanı ne ağacı ne hayvanı hele ki sanatçıyı taşlatsalar nasıl rahatlayacaklar sevmiyorlar gülümsemeyi ne de renkleri bu yüzden deliriyorlar nerede elele tutuşmuş sevgili görseler hele bir de öpüşseler çekip vuracaklar oracıkta çünkü kimse sevmemiş onları kimse siyahtan başka renk göstermemiş hiçbirini sevmemiş annesi dizine yatırıp hiçbirini korkutmadan inandırmamış Allah'a hiçbiri saçlarının arasında hissetmemiş şefkatli dokunuşları bu yüzden nefret ediyorlar herkesden bu yüzden çok görüyorlar kendi yaşayamadıklarını başkalarının yaşamasını...
  18. tahammül sınırlarımızı zorlarken daha ne kadar sabah uyanınca bir şey olmamış gibi yapacaktık... uyandırmaya kıyamazken yanında yattığımızı her sabah kalkarken kapıları çarpmasın diye esen rüzgar eşiğine terliklerimizi çıkarıp koyarken yalın ayak buz gibi zemin şubat ortası içimize işlerken çayın suyunu koyardık ısınsın diye odanın içi sobayı tutuşturup diğerinin uyanmasını beklerken bu beklemek mi yordu bizi? sabah uyanmalarını akşam eve gelişlerini bir kere de konuşmadan anla beni! anlamanı... beklemek mi zordu bu kadar? önce yalnız yatağa girmeye alıştık sonra umursamadık uyandığımızda uyanmasın diye diğeri dikkat etmeyi çaydanlığın altını yakmaktan mı vazgeçtik önce? çıkıp giderken evden tek başına ardımızdan çarpan kapının sesinden ya uyanırsan diye endişelenmekten mi? bir gece ben gelmedim diğer gece sen sormak aklımıza bile gelmemişti oysa nerede olduğumuzu ya da kiminle ben yazıyordum o sıralar sen yaşıyor ikimizde memnun halimizden öncesi sessizliğinde fırtınanın aldanıp havanın sakinliğine açıldık olabildiğince... senle yaşayamadıklarımı yazıyor benle yaşayamadıklarını arıyor her gece biraz daha yabancı girdiğimiz o yatakta dokunmamaya özen gösteriyorduk birbirimize... sonra sen gelmedin bir gece ve sonraki gece ve sonraki... kapının önünde giyilmeyi bekleyen terliklerin başının ağırlığıyla ezilmemiş yastığın karşıladı beni dün sabah kahvaltı masasına koyduğum çay bardağının hala orada olması komikti biliyor musun? bilmiyorsun tabi ki... sabah bekledim kapısında banyonun sanki sen içerideymişsin de bir an önce çıksan da ben gireyim diye... anımsamak işime gelmedi seninle o banyoya defalarca birlikte girdiğimi...
  19. gitmenden değil de gelmezsen diye korkuyorum güzel kal diyorsun gittiğinde sabahına kurulmuş uyandırılmaya ayarlı bir saat gibi gitmiyorum diyorsun ya şimdi sigara paketlerini üzerine yazılan uyarılar gibi bagımlılık yapar kansere neden olur iktidarsızlığın yoldaşı sevişemezsin bak başka bir kadınla der gibi gitmiyorum şimdi diyorsun en geç sabahında yanımda olmayaksın ne yapayım bu bilgiyle oturup ağlasam aklımın neresine sokayım birlikte olsak ne güzel olurduyu kendimi nasıl avutayım? yalnız uyandığımda seninle uyandıgım her sabahı hatırladığımda nereme sokacağım!
  20. az önce titreyerek sokulmuşum gibi kollarının arasına az sonra geçmiş ne varsa toplantıya girerken boy aynasının karşısında durmuş düzeltmiş üstünü başını iyi görünüyorum değil mi? sensiz ne kadar olacaksa artık... senin söyleyeceklerin vardı benim susacaklarım akşam vakti sahile indik demir kilise kapanmış kaldırımda bir dolu insan biraz yaklaşsana yanıma serin oldu üşüyorum... aklından neler geçiyor? gözlerini süzüp bakarken ne kadar uzaklaşıyorsun kendinden ardından durup bakıyorum şüpheler birikiyor içimde ya geri dönmezsen... korktuğum başıma geliyor zaten neyden korksam eksik olmuyor tepemden önce elimi tutmayı bıraktın sonra ardından bakarken yok ya gelir geri gelir değil mi? bir yıl iki ay dört gün oldu yarın beş şunun şurasında ne kaldı ne kadar kaldı? geriye... döşenmiş mayınlar gibi şehrimin seninle gezilmiş her yerine şimdi neresine gitsem sensiz canımı yakıyor adımımı atsam sen çıkıyorsun karşıma evden çıkmasam diyorum yatağım hala sen kokuyor...
  21. Ben giderim. Sen gelmesen bile sen yanımdaymışsın gibi orada geçirdiğim her anı seninleymiş gibi yaşarım. Seninle uyur, seninle uyanır, seninle inip sahile uzanırım. Suya gireriz birlikte yüzeriz, yorulunca çıkar sıcak kumların üzerine uzanır, acıkınca gözleme yapan ihtiyar kadının mekanına gidip oturup, sabırsızlıkla gözlemelerin hazırlanmasını bekleriz. Tıka basa doyururuz karnımızı. Sonra uykumuz gelir akşam üzeri beş gibi odamıza çekilir, duşumuzu alır, uzanır uyuruz. Akşam saat on gibi çıkarız odadan, canlı müzik yapılan mekanları gezeriz tek tek, kafamıza uygun bir yer bulana kadar. Belki bir şarkı duyarız o an, oradan geçerken, mekana girmeden tam karşısındaki kaldırıma oturur, elimizde bira şişeleri yanyana içerken eşlik ederiz. Sonra şarkı biter, sonraki şarkı hoşumuza gitmez, kalkar başka mekanın karşısına gideriz. Yanımızdan gecip giden tuhaf tiplere bakarız. Belki turistler vardır onlarla sohbet ederiz. Aksanları farklı gelir belki zor anlaşırız ama eğleniriz. İstersen gece on ikiden sonra barlara gideriz. Çok gürültülü ama olsun, sen istersen ben de isterim. Bırakırız kendimizi alkolün ve gürültünün kollarına, beceremem ben pek ama sana eşlik ederim dans ederken. Yorulana dek dans eder, bağıra çağıra şarkı söyleriz. Sesimiz kısılana dek... Sonra kapanır mekan son çıkanlardan oluruz kanımızdaki alkol oranı arşa değerken sallana sallana sarmas dolaş döneriz odamıza öyle yorgun öyle sarhoş oluruz ki çıkarmadan üzerimizdekileri atarız kendimizi yatağa döner durur dünya ikimizin etrafında sanki merkezindeymişiz gibi kainatın salak salak gülümsemeler dudaklarımızda neye güldüğümüzü bile bilmeden diyeceksin ki o an içmeyecektik o son kadeh şarabı diyeceğim ki içmeyip te ne halt edecektik? kahkahalarımız yankılanacak gecenin dördü odanın duvarlarında sırt üstü bakarken tavana zorlukla kaldırdığın elinin işaret parmağını uzatıp dudaklarıma çok da tutturamayıp sus diyeceksin daha yüksek sesle atarken kahkaha parmağınla dudaklarımı bulamıyor olman delirtecek bizi karnımız ağrıyana kadar devam edeceğiz inletmeye odanın duvarlarını yan tarafta kalanlar rahatsız şikayet etmişler bizi resepsiyona çalacak odanın telefonu lütfen biraz sessizlik derken ahizenin diğer tarafındaki ürkek ses pardon deyip kapatırken telefonu gözlerimizden yaş gelecek öyle tutamamak kendimizi öyle gülmek... içimizi çeke çeke nefes nefese katıla katıla gülerken kaç gün kaldı? diye soracağım sana neye? diyeceksin.. neye kaç gün kaldı? ayrılığa... doğrulup yatağın üzerinde az önce gülmekten yaşarmış gözlerinle yaşlı gözlerime bakacaksın kenarlarında kırışıklıklara bu da nerden çıktı şimdi? diye kızacaksın ne güzel eğleniyorduk dokunmak isteyeceksin o an ıslanan yanaklarıma gri üniformalı memur ciddiyetiyle yüzlerimizde yan odadakilerin istediği sessizlik kendiliğinden gelip yerleşecek odamızın duvarları arasına sorumun cevabı havada kalacak ne sen seslendirebileceksin gerçeği ne de ben üsteleyeceğim gözlerin hala yaşlı gözlerimde ciddiyete rağmen hala ıslanıyorsa gözleri insanın canı yanıyordur artık uzanıp üzerime başını göğsüme koyduğunda ve ellerim saçlarını okşadığında yutkunuyorsun sabah olacak ve biz yine inip sahile o sıcak kumların üzerine basarken çıplak ayaklarımızla yanarken canımız üstelik atıp kendimizi serin sulara ve yorulup çıktığımızda ve acıktığımızda bu defa kahvaltı edelim kaldığımız pansiyonun bahçesinden toplayalım domatesi salatayı biberi sabah yumurtlamış tavuklar hala sıcak olmalı dokunduğunda çay da yeni demlenmiş reçel de vardır değil mi? diye sorduğunda vardır... hem de çilekli... akşam üzeri yine yorgun olmuyor... bu defa sana değil ama kendime soruyorum kaç gün kaldı... kaçırırken bakışlarımı az önce etrafımızda dönen dünya duruyor göğsümün üzerinde başın içimi çektiğimi anlıyor daha sıkı sarılıyorsun titreyerek çıkıyor sesin sanki az önce ağız dolusu kahkahaların sahibi değilmiş gibi bitecek değil mi? cevabımı anlıyorsun daha sıkı sarılmamdan... elimi tutup yüzüne kapattığında öperken avucumu kaldırıp başını yüzüme baktığında ve o dudakların öpsem yangın yeri öpmesem yatacak yerim olmaz tanrı katında döküp benzini ateşe harlar gibi dayayıp ağzımı ağzına sanki yeni dünyaya gelmiş bir bebeğin aldığı ilk nefes gibi çekerken içime ciğerlerim yansa da kana kana öptükçe dudaklarını biraz daha sokulup kollarımn arasına biraz daha dilin biraz daha dudakların biraz daha alıyorsun yavaşça kollarının bacaklarının arasına tek bir söz tek bir ikaz tek bir işaret olmaksızın bırakıp kendini içinde körüklenen ateşin sıcaklığına öperken... sabah olmayacak yarın, sonraki gün, sonrası ve ertesi bitmeyecek gibi sevişirken her soru ve her cevap anlamsızlaşırken kasılırken deli gibi gözlerin kapalı bitecekse böyle bitsin sadece bu an sadece şimdi üstü kalsın işte kalsın geriye ne varsa kalayım bu anda kollarının arasında...
  22. tek başınayken bulmuştum seni tek başıma savrulurken sönmüş lambaların karanlığında sokağın girsem mi girmesem mi ürkekliğimi başımı eğip yakalarının arasına paltomun bakışlarım ıslak asfaltta her adım daha zor her adım düşer gibi boşluğa... çok yaklaştım bu gece biliyor musun? bilmiyorsun tabi ki... kıyısında durup yaşamın bir adım sonrası aklımda sen olmasaydın nasıl kolaydı bırakmak kendimi geçer yıllar sonrasında acı bir hatıra olarak anımsanmasın aranızdan ayrılışım... ne yokluğuna alıştırdım kendimi ne varlığını kabul ettim pazar günlerini bekledim elimde kovam, en ucuzundan oltam sabahın köründe kalktım daha gözlerim açılmadan tutmak bahaneydi tutulmak kaçınılmaz akşam olur geçer sandıklarım ardımda geçmeyecekleri nereme sokacağım? uyuyorsun şimdi belki birazdan belki uyumadan aklına geldiğimde keşkeler ekeceksin hayallerinin arasına bana anlatmak yerine ben sormayacağım sen konusunu bile açmadan iyiyim diyeceksin sorduğumda... ikimizde bilirken üstelik tek başımıza mümkün değilken mutlu olmak... sıradan günlere paylaştırılıyorken ve alışıyorken üstelik sensizliğe bir şarkı denk gelir alır gider bırakır bizi en unutmak istediğimiz yere yaramız durmadan kanayan yıllar geçse de üzerinden kapanmıştı oysa hatırlatana kadar cem adrian...
  23. adına hilal diyorlarmış bu gece karşılaştım kendileriyle gecenin koynunu yırtmış gibi sıyrılmış tam ortasında öyle bağımsız öyle parlak günaha davet eder gibi çık gel diyordu kabuğundan kır gel ne kadar zincir varsa boynunda... hiçbirşeye ihtiyacım yok, kışkırtılmak yeterli benim için neron motivasyonunu bana borçlu kolay değil yakmak, kıyısına seni getiren gemileri... kumsal hayaliyle açılanlardan olmadık denize fırtınaları da göze aldık kayalıkları da boğulup gitmek de yazılacak tarihe vurup karanın koynuna hayatta kalmak da günün sonunda... sanki musa yararken denizi ikiye arasına girdiğinde korkmamış gibi boğulmaktan isa gerileceği çarmığı sırtında taşırken öleceğini bilmiyormuş gibi muhammed sığındığında o mağaraya macera yaşamamış gibi ben attığımda kendimi kayalıklara daha mı az kutsal? tercih ederken yaşamaya.. sırtıma dünyayı yükledim arşa yürüyorum yorulduğum yer dizlerimin üzerinde soluklandığım yeniden ayaklansam isyan çıkacak hem roma hem konstantinople yanacak küllerinden doğmayacak yeni bir şehir bir çağ açılmayacak kapanacak ne varsa üzerine karanlığın içinde bir hilal yırtıp arasından görünmeyecek ilham gelmeyecek yazılmayacak bundan sonra ne aşkın kafiyesi ne karaya vurmuş balina ağıtlara konu edilmez isa çarmıhta musa denizde muhammed mağarada tek başlarına ben kayalıklarında kızıl denizin hangimiz daha kutsal sorgulanmayacak... unutulacak insan olduğumuz oysa hepimiz sevmiştik ben daha çok seni bu yüzden mi kıskandı tanrım beni silindi adım kimse tarafından hatırlanmadım senden başka...
  24. bazen deliliğin dorukları, bazen yerin dibi gibi soğuk ve karanlık üzerine toprak atılmış yalnızlık seninle konuşmaya çalışmak sesin gelmediğinde çaresizlik üzerine meteor çarpmış bir gezegen ne bir kul kanat çırpar ne mevsim değişir uyanır uykusundan insan sensizse eğer gider bir otobüs durağında tek başına bekler üstelik yagmur, yetmez miş gibi tüzgar iliklerine kadar ıslanır sen susarsan eğer sonra akşam olur elektrik tellerinde kuşlar tünemiş beklemişler neyi beklediklerini bilmeden bazen deliliğin dorukları, bazen yerin dibi gibi soğuk ve karanlık üzerine toprak atılmış yalnızlık seninle konuşmaya çalışmak sesin gelmediğinde çaresizlik üzerine meteor çarpmış bir gezegen ne bir kul kanat çırpar ne mevsim değişir uyanır uykusundan insan sensizse eğer gider bir otobüs durağında tek başına bekler üstelik yagmur, yetmez miş gibi bazen deliliğin dorukları, bazen yerin dibi gibi soğuk ve karanlık üzerine toprak atılmış yalnızlık seninle konuşmaya çalışmak sesin gelmediğinde çaresizlik üzerine meteor çarpmış bir gezegen ne bir kuş kanat çırpar ne mevsim değişir uyanır uykusundan insan sensizse eğer gider bir otobüs durağında tek başına bekler üstelik yagmur, yetmezmiş gibi rüzgar iliklerine kadar ıslanır sen susarsan eğer sonra akşam olur elektrik tellerinde kuşlar tünemiş beklemişler neyi beklediklerini bilmeden uçup gitmişler onlar da geriye kalmış ıslak asfaltın ışıltısı yalnızlık iliklerime işlemiş nasıl titriyorum bir bilsen sen sustuğunda
  25. küçük ayrıntılara takılıyorum günlerdir her ayrıntının ardında gizlenen yalnızlık her susmanın getirdiği yalvarışlar... uyuyorum diyor kadın, uyuma! demesini beklediği için, adamın... beklemese, iyi geceler dilerdi sadece... bilmek yetmiyor değiştirmeye, kimisi tanrısına sığınıyor kimisi öfke kusuyor gücünün yettiğine kiminin alnı secdeden kalkmıyor gözmez sanıyor kaldırmayınca başını kiminin gözleri kan çanağı izlerken kandırıyor kendini başkasının hayatlarını varoluş amacınızı sorgulamayın diye nasıl da kabul ediyorsunuz dayatılanları sanki siz seçmişsiniz gibi şu an tek başına girdiğiniz o yatakta yalnız uyumayı... cüzzi iradenizle mutlu olup külli irade karşısında tabi tutulduğunuza inandığınız o sınavda nasıl da savunuyorsunuz size tanrılık taslayanları...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.