Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

dusunce_dunyasi

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    16
  • Katılım

  • Son Ziyaret

1 Takip eden

Profil Bilgileri

  • Cinsiyet
    Belirtmemiş

dusunce_dunyasi - Başarıları

Araştırmacı

Araştırmacı (4/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

0

İçerik İtibarınız

  1. dusunce_dunyasi

    Ateizm üzerine yerli kitap

    Şimdiye kadar Türkiye'de "Ateizm" üzerine yazılmış doğru dürüst bir yerli kitap mevcut değildi. Bu konudaki çalışmalar ya Turan Dursun ve İlhan Arsel'inkiler tarzında, İslam eleştirisine yönelik çalışmalar, ya da batılı bazı düşünür ve bilim adamlarından çevrilen kitaplardı. Bunun dışında, ateizmi her yönüyle, kuramsal, felsefi, bilimsel ve toplumsal olarak inceleyen ve tamamen yerli bir yazar tarafından ortaya çıkarılmış bir çalışma mevcut değildi. Fakat artık bu durum değişmiş durumda. Ateizm.org ve Ateistforum sitelerinin kurucu üyelerinden, daha önce bu siteler adına Cumhuriyet ve Radikal gazetelerine röportaj vermiş, internetteki ateizm hareketi ve tartışmaları üzerine tecrübesi 13 yılı bulan Aydın Türk'ün "Ateizmi Anlamak" isimli kitabı e-kitap olarak geçen gün Propaganda Yayınlarından çıktı: İlgilenenler göz atmalıdır. Kitabı pdf, ePub ve mobi gibi formatlarda bilgisayarınıza, ya da iPhone, iPad, Tablet PC, Amazon kindle veya nook tarzı elektronik kitap okuma cihazlarına vs ücretsiz indirip okuyabilirsiniz. Kitap ücretsiz dağıtılmasına rağmen, kitap için yayınevine bağışta bulunabilirsiniz. Bağışları yazar ateistlerin ifade özgürlüğü vs gibi ateist kampanyalar için kullanacağını beyan etmiştir.
  2. Dini inanç olsun, felsefi doktrinler veya politik eğilimler olsun, insanların şartlanmalar yüzünden kabul ettiği tüm değerler ve fikirler bilimsel bir bakış açısı ile değerlendirilmeli ve eleştiriye tabi tutulmalıdır. İnsanların çoğu inandıkları dinin temel inançlarının bazılarından şüphe eder zaman zaman. Bir kısmı bu şüphelerini daha öteye götürüp, dini inançlarını terkedebilirken, çoğu kişi bu konuları fazla kurcalamamayı seçer. Pek çoğu zamanla eski inancına geri döner. Fakat dikkat ederseniz herkes annesinin, babasının, yetiştiği toplum ve kültürün inancına geri döner. Ya da herkes değilse de, insanların %90'ı diyelim. Halbuki dünya üzerinde binlerce din vardır. Söylemesi kolay, binlerce din bu. Çoğu kişi bildiği dinlerin isimlerini saymaya kalksa 10-20 tane bile sayamaz. Bu dinlerin hepsinin ise mensupları, müminleri ve sadık inanırları vardır. Hemen hepsinde o dinden çıkmak büyük cezalara tabi, önemli bir kabahattir. Peki neden insanlar bu kadar din arasında, döne döne kendi yetiştikleri toplumun dinine dönerler, bu konuyu hiç merak ettiniz mi?
  3. Medyumların tümünün şarlatan olmayabileceğini mi düşünüyorsunuz? Sizinle hemfikir çok kişi var.
  4. 'Eleştirel Düşünce' ve 'Bilimsel Kuşkuculuk' sitesi Düşünce Dünyası (www.dusuncedunyasi.net) açıldı. Herhangi bir inanç veya inançsızlık sisteminin, felsefi ekolün veya siyasi düşüncenin temsilcisi olmayan bu sitede, bilimsel, felsefi ve politik konulara, hatta günlük hayatla ilgili pek çok konuya objektif ve bilimsel açıdan yaklaşılacaktır. Din ve inanç tartışmaları yasak olmamakla birlikte, sitenin odaklanmak istediği konular değildir. Evrenin ve varoluşun en derin konularından, günlük hayattaki problemlerimize ve politik tartışmalarımıza kadar her konuya bilimsel verilerle ve bilimsel kuşkuculuk tabir edilen düşünce biçimiyle yaklaşılacaktır. Bu sitede bilgiler otoritelerden hazır alınıp inanılmak yerine, uzman fikirleri de dahil olmak üzere her konu ve her bilgi analiz edilecek ve bilimsel temellere oturtulmaya çalışılacaktır. Bir tartışma forumumuzun da bulunduğu sitemizde, bizimle birlikte bu serüvene katılmak isterseniz, adresimiz: http://www.dusuncedunyasi.net
  5. Karl. R. Popper 20. yuzyil bilim felsefesi tartismalarinin kose taslarindan biridir. Mantiksal pozitivizmin temel tezlerini elstiren ve bu yuzden de tepkici bir dusunurdur. Popper'in elestirdigi standart bilim anlayisi, gozlemlenen olgusal dunyadan elde edilen bilgilerin tumevarim yontemiyle genellestirilmesi, bu genellestirilen gozlem ve deneye dayanan onermelerden olusan kuramlarin dogrulama yontemiyle bilgi dagarcigimiza aktarilmasini ongoruyordu. Bu bilim anlayisi su varsayimlara dayanmaktaydi: 1. Zihin, nesne ile iliskiden once bostur. 2. Insan zihni nesneleri nesnel olarak algilar. 3. Gozlemlenen olgularin ozelliklerini ve sozkonusu olgular arasindaki iliskileri ifade eden tikel onermeler tumevarimla genellenebilir. 4. Duyularin gozetiminde tekrar olgu dunyasiyla karsilastirilip dogrulanabilen genellemeler birikimsel bir surec izleyerek bilimin iskeletini olustururlar. Bu, pozitivist, tumevarimci, birikimci ve ilerlemeci bilim anlayisinin varsayimlarinin tumu Popper tarafindan elestirilir. 1. Kuramdan bagimsiz bir gozlem olamayacagini, cunku tum gozlemlerin onlari anlamli kilan bir kuramsal yapi icinde olustugunu, 2. Tikel bilgilerin genellemesiyle tumel bilgi elde etmenin mantiksal bir kesinlik tasimadigini, 3. Bilimselligin olcutunun sanildiginin aksine dogrulanabilirlik degil, yanlislanabilirlik oldugunu, ve 4. Yaygin kaninin aksine bilimsel bilginin dogrularin birikmesiyle degil, yanlislarin ayiklanmasiyla ilerledigini savunur. Bilim ile bilim olmayani ayirma sorunu Popper da mantiksal pozitivistler gibi bilimle bilim olmayan arasinda bir ayrimin nasil yapilabilecegi sorununa deginir. Mantiksal pozitivistlerin bu konudaki olcutu onermelerin muhtemel gozlem veya duyumlarla desteklenebilir sekilde formule edilmelerini ifade eden dogrulanabilirlik olarak belirlemislerdi. Bu sadece bilimle bilim olmayani degil, ayni zamanda anlamli olanla olmayani birbirinden ayiriyordu mantiksal pozitivistlere gore. Popper, dogrulanabilirlik yerine yanlislanabilirligi koyarken, bu olcutun anlamli olanla olmayani degil, sadece bilimsel olanla olmayani birbirinden ayirdigini savunuyordu. Yani Popper, bilimsel olanla olmayanin ayriminin yapilmasi gerektigini kabul etmekle beraber, bunun anlamlilik, anlamsizlik ikilemi cercevesinde ele alinmasina karsi cikiyordu. Ona gore anlamlilik kategorisini sadece bilimsel bilgilere ozgu kilmak yanlisti. Metafizik olmak anlamsiz olmak demek degildi. Popper'in yanlislamaciliginin esasini olusturan "yanlislanabilirlik" ilkesine deginmeden once, Popper'in "dogrulanabilirlik" ilkesine getirdigi elestirilere yakindan bakmakta yarar var. 1919 yili, izafiyet teorisinin test edilmesi acisindan onemli bir yildi. Cunku o yil, izafiyet teorisinin gunesin cekim alanina giren isinlarin egilme gostereceklerine yonelik ongorusunun sinanmasina imkan verecek bir gunes tutulmasi olacakti. Popper, gunes tutulmasinin teoriyi dogrulamasi veya yanlislamasindan ziyade meydana gelecek sonucun bilimin yontemi acisindan onemiyle ilgilenmekteydi. Yapilan olcumler sonunda isinlarin egildigi saptandi ve sonucta izafiyet teorisinin ongoruleri dogru cikti. Eger ongoru dogru cikmasaydi, teori reddedilecekti, veya yeni test imkanlari yaratacak sekilde yeniden formule edilecekti. Yani izafiyet teorisi, eger yanlissa, yanlisliginin ortaya cikartilmasina imkan veriyordu. Dolayisiyla, "yanlislanabilir" bir teoriydi. Popper, izafiyet teorisiyle Marks'in tarih, Freud'un psikanaliz ve Adler'in bireysel psikolojiyle ilgili teorilerini karsilastirir. Bu teorilerden, Marks'in teorisinin, izafiyet teorisine benzer sekilde bazi ongorulerde bulundugunu (ornegin kapitalizmin yikilacagi ve zorunlu sekilde tum kapitalist ulkelerin sosyalizme gececegi), dolayisiyla yanlislanabilir yonlerinin oldugunu ve sozkonusu yonlerin zaman icinde yapilan gozlemlerle yanlislandigini soyler. Fakat ozellikle diger iki teoriyi (Freud'un ve Adler'in teorileri), yanlislanabilirlik acisindan cok daha problemli bulur. Bir ornek vermek gerekirse, Adlerci psikolojinin temel ilkesi, insan eylemlerini ********** duygusunun motive ettigidir. Bir nehrin kenarinda yururken nehre dusmus ve bogulmamak icin cirpinan bir cocugu goren adamin muhtemel iki tavrini bu kuramin isiginda yorumlayalim. Adam, ya cocugu kurtarmak icin nehre atlayacak, ya da atlamayacaktir. Eger adam cocugu kurtarmak icin nehre atlarsa, Adlerci psikanalist bunu adamin tehlikeye ragmen suya atlamaya cesaretli oldugunu ispatlayarak ********** duygusunu yenmeyi amacladigina yoracaktir. Eger adam nehre atlamazsa, o zaman da adam cocuk bogulurken bile kiyida kalma sogukkanliligina sahip oldugunu ispat ederek ********** duygusunu telafi etmektedir. Dolayisiyla her durumda kuram dogrulanmaktadir. Bu ve buna benzer orneklerin ustunde duran Popper, boylece bir kuramin dogrulugunu onaylayacak, kurami destekleyecek veri bulmanin cok kolay oldugunu farkeder. Dolayisiyla, kurami nelerin dogrulayacaginin degil hangi durumlarda kuramin yanlislanmis olacaginin ifade edilmesinin kurama bilimsellik vasfi kazandiracagini savunmaya baslar. Burada Popper, dogrulanabilirligi hem onermelerin mantiksal yapisi hem de bilimsel aciklamanin mantigi acisindan elestirmektedir. Yanlis oldugu bilinen, yapisal olarak olumlu bazi cumlelerin, ilke olarak dogrulanabilir olduguna, fakat yanlislanamayacagina dikkat ceker. Ornegin "Tepesinde bir gozu olan insanlar vardir" onermesi, ilke olarak dogrulanabilir niteliktedir. Cunku, teorik olarak mumkundur ki, yapilacak gozlemlerle, tepesinde bir goz olan birilerinin bulunup bu yarginin dogrulanmasi mumkundur. Ote yandan, yaptigimiz gozlemlerle boyle insanlar gormememiz, mantiksal olarak bu teorinin yanlisligini kanitlamaz. Belki bizim ulasamadigimiz biryerlerde tepesinde bir goz olan insanlar yasamaktadir. Bu durumda, eger dogrulanabilirlik bilimselligin olcutu ise en azindan prensipte dogrulanabilir oldugu icin bu onermenin bilimsel bir onerme kabul edilmesi gerekir. Burada ister istemez, konuyu Tanri inancina ve dinsel aciklamalara da getirecegiz. Okuyucunun dikkatini cekecegi uzere, ornegin Tanri'nin varligi iddiasi, ilke olarak kolayca dogrulanabilir. Tanri, evreni yaratan, ona mevcut duzenini veren bir varlik olarak tanimlandigindan, sadece duzenli bir sisteme veya evrendeki herhangi birseye bakmak, bu fikri dogrular nitelikte olacaktir. Fakat dikkat edilirse, sadece evrenin sebebi olarak tanimlanan ve hakkinda baska bir bilgi verilmeyen bir Tanri fikrini, evrene bakarak yanlislamak mumkun olmayacaktir. Bu yuzden, Tanri'nin varligi iddiasi da diger tum metafizik iddialar gibi yanlislanamaz ve dolayisiyla bilimsel olmayan bir iddia olmaktadir. Popper ayrica, pozitivist ve empiristlerin neredeyse yegane bilimsel yontem olarak sunduklari "tumevarim" prensibini de elestirir, ve tumevarimin mantiksal olarak imkan degil, imkansizlik icerdigine dikkat ceker. "Butun kugular beyazdir" onermesini ele alalim. Milyonlarca beyaz kugu gormemiz "butun kugular beyazdir" yargisina varmamizi zorunlu kilmaz. Cunku bu, gozlem alanimizin disinda kalan biryerlerde siyah bir kugunun bulunmadigini mantiksal kesinlikle garantilemez. Fakat bir siyah kugu bulunursa bu genelleme yanlislanmis olur. Yani bu cumle mantiksal olarak dogrulanamaz ama yanlislanabilir. "Dunyada deprem olacak" onermesi milyonlarca yil deprem olmadan gecse de mantiksal olarak yanlislanmayan bir onermedir. Bu yuzden de bilgi icerigi yoktur. Cunku Popper'a gore, bir onermenin bilgi icerigi, onun yanlislanabilirligi ile dogru orantilidir. Yanlislanabilirlik orani arttikca, bilgi icerigi de artar. "2005 yilinda deprem olacak" onermesi oncekine gore oldukca fazla bilgi icerigi tasimaktadir. Cunku 2005 yilinda bir deprem olmadigi takdirde onermenin yanlislanmasi mumkundur. Yani onermenin, hangi durumda yanlislanmis olacagini gosteren bir mantiksal kurgusu vardir. Eger onerme "2005 yilinin Subat ayinda Istanbul'da bir deprem olacak" bicimindeyse, bilgi icerigi oncekilere gore cok daha fazladir. Bilgi iceriginin yuksek olmasi, dogrulanabilir olmayi degil, yanlislanabilir olmayi mumkun kilacak bir formulasyonu gerektirmektedir. Yanlislanma ihtimalinin yuksek olmasi ise, sinanma imkanlarinin yuksek olmasina baglidir. Yukaridaki deprem orneginde oldugu gibi, metodolojik acidan, sonucta onermenin dogru veya yanlis olmasi onemli degildir. Onemli olan, onermenin mantiksal acidan sinanmaya imkan tanimasi, hangi gozlem veya sinama sonunda yanlislanmis olacagini acikca ifade eden onermeler icermesidir. Ote yandan, bir teori pratik olarak yanlislanabilir ama pratik olarak sinanamayabilir. Bunun icin yapilabilecek fazla birsey yoktur. Eger bir teori potansiyel olarak yanlislanabilir ve ayni zamanda sinanabilirse muhtemel iki sonuc vardir. a) Sinama islemi olumlu sonuc vermisse teori desteklenmistir. Burada dogrulanma degil desteklenme kelimesinin kullanilmasi tesaduf degildir. Cunku desteklenmis olmak, dogrulugu ispatlanmis olmak demek degildir. Benzer sekilde, Lakatos'a gore, yanlislanmis olmak da yanlisligi ispat edilmis olmak demek degildir. Yanlislanmis bir teori, pekala dogru olabilir. Burada Popper'in diger bir kavrami devreye girer: yanilabilirlik. Hicbir zaman kesin bilgiye ulastigimizi kanitlayamayiz, cunku yanilma her zaman mumkundur. Eger sinama sonucu olumsuzsa, kuram reddedilir. Fakat biraz once degindigimiz gibi, gozlemlerin bir kurami desteklemesi onun dogrulugunu kanitlamadigi gibi, reddedilmesi de yanlisligini kanitlamaz. Bu konuya Lakatos ile ilgili yazida tekrar donecegiz. Popper, yonteminin saglam ve kesin bilgiye ulasmayi garatilemedigini, sadece gercege yaklastigimizi, aciklamalarimizin gercege benzedigini bilmemize imkan sagladigini savunur. Mantiksal pozitivistler bilginin dogrularin birikmesiyle ilerledigini savunurken, Popper, bilimin ilerledigini kabul etmekle beraber, bunun dogrularin birikmesiyle degil, yanlislarin ayiklanmasiyla oldugunu savunmaktadir.
  6. Yirminci yuzyilin baslarinda Viyana’da, aralarinda Moritz Schlick, Hans Hahn, Philip Frank, Kurt Godel, Rudolf Carnap ve Otto Neurath’in da bulundugu, cogu fizikci ve matematikci olan bir grup ogrencinin bir araya gelerek bilim felsefesi uzerine yaptiklari sohbetler sonucunda, zamanla Mantiksal Pzitivizm adi verilecek bir dusunce ekolu olustu. Bu cevrenin amaci, anlamlilik ve bilimsellige bir olcut gelistirmek, boylece yuzyillardir insan zihninin onunde bir engel olarak duran metafizigin tortularini ayiklayarak bilim ve felsefeyi yeniden tanimlamakti. Bu amaca ulasmak icin Peano, Frege, Whitehead ve Russel’in gelistirmis oldugu mantiksal cozumleme yontemini kullandilar. Bu yontemi, bilimi metafizik sorunlardan ve anlamsiz onermelerden arindirmak ve ayni zamanda, dogrudan gozlemlenebilir iceriklerini, yani ‘verilmis olani’ gostermek yoluyla ampirik bilimin anlamini, kavramlarini ve onermelerini aciga kavusturmak olarak tanimladilar. Mantiksal Pozitivizmin Temel Tezleri a) Bilissel anlamlilik Bir soylemin bilgi icerigi tasimasi veya anlamli olabilmesi icin ya dogrudan olgusal bir dille ya da sonucta olgusal bir dilin kisaltilmasi seklinde ifade edilmis olmasi gerekir. Bu sartlari tasimayan iddalar metafizik, dolayisiyla anlamsizdir. Burada totolojik (analitik) ve sentetik ifadelerin ayrimina da deginmek gerekir. Totolojik ifadeler, yuklemi oznesinden ayri bir bilgi tasimayan ifadelerdir. “Butun evlenmemisler bekardir” cumlesindeki yuklem “bekardir” ozne olan “butun evlenmemisler”e iliskin yeni bir bilgi vermedigi icin bu cumle bir totolojidir. Benzer sekilde “Ahmet turktur” cumlesini ele alalim. Bu cumlenin oznesi “Ahmet”, yuklemi ise “turktur”dur. Burada yuklem ozne tarafindan icerilmemekte, yuklem ozneyle ilgili ek bir bilgi sunmaktadir. Totolojik ifadeler gozlemsel olarak dogrulanamazken, sentetik ifadeler dogrulanabilir. Mantiksal pozitivistlere gore, bir cumle totoloji degilse ve olgusal olarak dogrulanabilir bir icerik de tasimiyorsa, anlamsiz olarak degerlendirilmelidir. b- Dogrulanabilirlik ilkesi Bu ilkeye gore, bir onermenin dogru olup olmadigi o onermenin iceriginin olgularla desteklenip desteklenmemesine baglidir. Olgularla desteklenip desteklenmedigi de ancak duyumlar yoluyla tespit edilebilir. Dolayisiyla, bir onerme duyumlarla tespit edilebilecek olgular disinda bir icerik tasiyorsa bunun dogru olup olmadigi bilinemez. Burada pratik olarak dogrulanabilirlik ile ilke olarak dogrulanabilirlik arasinda ayrim yapmamiz gerekiyor. Cunku bazi onermelerin dogrulanabilir oldugunu bilmemize ragmen, pratik olarak dogrulama imkanindan yoksun olabiliriz. Buna gore, Alpha Centauri yildizinin en az bir gezegeni oldugunu soyledigimizde, ilke olarak dogrulanabilir, fakat pratik guclukler sebebiyle dogrulanamaz bir ifade ortaya atmis oluruz. Fakat evrenin ozunu olusturan madde bir evrim halindedir onermesi mumkun ve muhtemel duyu gozlemleriyle dogrulanmasi mumkun olmadigi icin, anlamsiz bir onermedir. Bunun gibi, duyumlarla ilgili olmayan tum onermeler metafiziktir. Metafizik olmasiyla anlamsiz olmasi da ayni seydir. Tum etik iceren onermeler de anlamsizdir. Bir onermede bir etik simge bulunusu, onun olgusal icerigine birsey katmaz. Boylece birisine “Bu parayi calmakla yanlis davrandiniz” dedigimde “Bu parayi caldiniz” dedigimin otesinde birsey savlamis olmuyorum. Bu eylemin yanlis oldugunu eklemekle onun uzerinde yeni bir bildirim yapmis degilim. Yalnizca onu torel bakimdan onaylamadigimi bildiriyorum. Kisaca ifade etmek gerekirse, bir terimin anlami, onun dogrulama yontemidir. c) Tume varim Bir olgu ya da deneyime karsi gelen bir iddianin dogrulanmasiyla, deneyimle ilgili genellemelerin dogrulanmasi arasinda ayrim yapmak gerekir. “Ahmet’in ati beyazdir” onermesini dogrulamak icin Ahmet’in ati bulunur, rengi kontrol edilir ve onermenin dogru veya yanlis oldugu anlasilir. Fakat “Butun atlar dort ayaklidir” onermesini dogrulamak icin milyonlarca atin dort ayakla oldugunun gorulmesi yeterli degildir. Dolayisiyla, bu onerme sadece gozlemler yoluyla dogrulanamaz. Burada baska bir ilke devreye girer: Tumevarim. Tumevarim, tek tek tikel gozlemlerden cikarak tumel sonuclara varma yontemidir.Tikel onermelerin coklugu yapilacak genellemeye bir guc kazandirsa da, bunun mantiksal olarak kesin bir sonuc saglayip saglayamayacagi tartismalidir. d) Karsilasim (Tekabuliyet/Denklik) kurali Bir teorinin bilimsel olabilmesi icin, teorinin ongordugu iliski matematiksel bir mantikla formule edilmeli, teoriyi olusturan teorik ifadeler de gozlemsel ifadelerle acik olarak tanimlanabilecek netlikte olmalidir. Boylece yapilacak islemsel tanimlarda teorik ifadeler gozlemsel ifadelere indirgenmekte, yahut karsilasim (tekabuliyet) saglanmaktadir. Ancak, bu ekolun ingilizce konusan dunyada duyulmasini saglayan sozculerinden olan Ayer, 1975 yilinda, Bryan Magee’yle yaptigi soyleside, mantiksal pozitivistlerin en buyuk kusurlarinin soyledikleri herseyin yanlis olmasi oldugunu soyler ve ekler: “Birincisi, dogrulama ilkesi kendini hic dogru durust formulestiremedi. Ben birkac kez denedim, ancak her seferinde icine ya cok az, ya da cok fazla sey sokuyordum. Bugune kadar mantiksal, kesin bir formullemeye ulasilamadi. Ikincisi indirgemecilik de islemiyor. Ucuncusu, mantik ve matematikteki onermelerin herhangi ilginc bir anlamda cozumleyici olup olmadigi simdi bana epeyce kuskulu geliyor.” Ayer yillar sonra bir zamanlar kendinden emin ve atesli savunuculugunu yaptigi tezlerin yanlisligini soylerken temel yanilginin mantiksal pozitivistlerin hala altin standardinin gecerli oldugunu sanmalarina benzetir. Bilindigi gibi altin standardinda piyasadaki madeni ve kagit paralar mevcut altin stokunu yansitiyordu. Olgusal gozlem ifadelerine donusturulemeyen ifadelerin anlamsiz oldugunu soylemek, simdi karsiliginda altin bulunmayan piyasadaki kagit paralarin degersiz oldugunu soylemekle ayni sey.
  7. Bu tur konularin (telepati, telekinezi, uzaktan algilama, gelecegi gorme, vs) bilim adamlari tarafindan hicbir zaman ciddiye alinmadigi ve bilim dunyasinda bu konulardan hep uzak duruldugu zannedilmesin. Gunumuzde durum elbette budur, ama durum bu noktaya gelene dek, bu konularin sarlatanlik veya kendini kandirma ornekleri olduguna ikna olmaya yetecek kadar veri toplanmis ve calisma yapilmistir. Ozellikle 20. yuzyilin belli bir doneminde, bu konular saygin bir bilim dali kabul edilmis ve pek cok universitede "parapsikoloji" enstituleri kurulmustur. Ozellikle Dr. Rhine'in enstitusunde bu konularda yapilan deneyler cok unludur. Ornegin zener kartlari ve bu kartlarla yapilan deneyler bu kurumda gerceklestirilmistir. Bazi orneklerde, olasilik kurallariyla aciklanmasi cok zor sonuclar alinmis ve dogru iz uzerinde olundugu ve ortada 5 duyuyla aciklanamayacak birseyler bulundugu ciddi ciddi uzun sure dusunulmustur. Fakat, bu tur sonuclarin hicbiri, bagimsiz gruplar tarafindan, baska kontrollu deney ortamlarinda tekrar edilememistir. Soguk fuzyon, nasil baskalari tarafindan tekrar edilemedigi icin sahte bilim kabul edilerek rafa kaldirildiysa, parapsikoloji de (soguk fuzyondan cok daha once), konuyla ilgilenen saygin bilim adamlari tarafindan rafa kaldirilmistir. Zaman icinde tum saygin universitelerdeki parapsikoloji enstituleri birer birer kapatilmistir. Ayrica, ornegin CIA de bir ara bu konulara el atmis ve duyu disi algilama (ESP) yetenegi oldugu iddia edilen medyumlari soguk savas doneminde Sovyet'lere karsi casusluk amaciyla kullanmak istemistir. Hatta bu konuya ve bu projeye milyonlarca dolar aktarmis ve aradan gecen belli bir surenin sonunda, ciddiye alinabilir bir sonuc elde edilemedigi icin projeyi terketmis ve kapatmistir. Bu tur sonuclar durup dururken ortaya cikmaz. Neden diger saygin bilim alanlarinin basina ayni sey gelmemistir? Ornegin sosyoloji diger temel bilimlerle kiyaslandiginda oldukca yeni bir alan sayilir. 19. yuzyilda ortaya cikmis ve ancak o donemden beri ciddi olarak bu alanda calismalar yapilmistir. Fakat o zamanlar universitelerde acilan sosyoloji kursuleri hala aciktir. Peki niye parapsikoloji kursuleri acik degildir? CIA'in bile el attigi ve milyonlarca dolar yatirdigi bir alanda, eger gercekten ciddi, ise yarar ve ikna edici sonuclar cikacak olsaydi, emin olun simdiye kadar coktan ortaya cikartilmis olurdu. O kadar cok insanin, o kadar buyuk fonlar ayirarak yaptigi calismalar, kolay kolay ortada gozden kacan nokta birakmaz. Bu calismalarin sonucunda ortaya cikmistir ki, bu hikayelerin cogu kulaktan kulaga oyununda oldugu gibi anlatildikca degisen ve guvenilir olmayan, insan psikolojisi ve insan zihninin aldanabilirligiyle ilgili yaniltici olgulardir. Bugun bilinmektedir ki, insan zihni "false memory", yani yanlis hafiza urunu ornekler uretebilmektedir. Ozellikle hipnoz gibi surecler yoluyla, insanlarin zihnine, aslinda gercekte baslarindan gecmemis olan, fakat kisinin basindan gectigini zannettigi anilar yerlestirilebilmektedir. Ayrica, insanlarin zaman zaman kendi uydurduklari seylere bile zaman icinde inanmaya basladiklari tespit edilmistir. Bin kere soylenen yalana artik soyleyen de inanir gibi sozler bosuna cikmaz. Insan zihni aldanmaya ve aldatmaya cok musaittir. Ozellikle de istedigini hatirlayip istedigini hatirlamamaya ve hatta hatirladiklarini zaman icinde kendi zihninde degisiklige ugratmaya, vs. cok musaittir. Bu yuzden "anlati"ya dayanan kanitlar bilimsel alanda guvenilir kanit yerine gecmez. Bunlara "anectodal evidence" denir. Yani hikayeye dayali kanit. Bunlar ciddi bilimsel kanitlar arasinda kabul edilmez. Hayalet gordugunu soyleyen birine, kafadan guvenilmez. Bu tur iddialar, eger iddia sahibi tarafindan, kanitlanabilecegi iddia edilen seylerse, bilim adamlari tarafindan da ciddiye alinir ve bu kisi ve iddiasi kontrollu deneylere ve testlere tabi tutulur. Zannetmeyin ki bu islerle ciddi olarak ilgilenecek bilim adami bulmak mumkun degil. Boyle bilim adamlari vardir. Elbette sayilari fazla degildir, cunku bu tur "pseudo science" (yalanci bilim) ornekleri, yeteri kadar elemeden gecmis, ve bilim dunyasinda kendilerine saygin yer edinemeyecekleri gosterilmis olgulardir. Fakat hala, ornegin ABD'deki "Skeptic Society" gibi kurumlar, bu tur normalotesi iddialarda bulunan kisilere bu iddilarini kanitlama imkani sunmaktadir. Ulkenin ve hatta dunyanin dort bir tarafina, bu tur normaldisi iddialarin, skeptiklerin kontrolu altindaki bir deney ortaminda sergilenmesi cagrisi ve talebi yapilmakta, fakat magazin basinindan tutun, baska pek cok ortamda, ozellikle de para getirecek ortamlarda boy gostermeye bayilan ve adlarindan cok soz ettiren bu sozde "medyum"lar, bu tur cagrilara kulak asmamakta, bunlari duymazdan gelmektedirler. Bu medyumlar, normal ustu yeneteklerini, cesitli cihazlar ve kontrollu deney ortamlari altinda test etmek isteyen bilim adamlarina yanasamamaktadirlar. Arada cikan tek tuk sarlatanlar ise, ya iddialarini yerine getirememekte, ya da sihirbazlarin yaptiklarina benzer illuzyon ornekleriyle sarlatanlik yapmaya calismakta ve yakalanmaktadirlar. Bu durumu ve bur tur seyleri cok fazla kisi bilmez. Bunlari ancak bu konularla bilimsel sekilde ilgilenen ve ilgili yayinlari takip edenler bilir. Bu tur "medyumluk" tarzi iddialara toplumda onemli bir kesim tarafindan inanilmasi, bu iddia sahiplerine ve bu tur seyleri duyurmakla gorevli basin mensubu kisilere daha fazla "para" getireceginden, bu tur iddialarin gercek olmadigina dair haberler haber niteligi dahi tasimaz ve basinda yer almaz. Nasil ki bir kopek bir adami isirirsa bu haber olmaz, fakat bir adam bir kopegi isirirsa haber olur, benzer sekilde, bu iddialarin gercek olmadigina dair ornekler haber niteligi bile tasimadigi dusunuldugunden kolay kolay halka bile duyurulmaz. Bir gazetecinin, sarlatan bir medyumun sucustu yakalandigi haberini duyurmak yerine, bir medyumun 11 Eylul olaylarini onceden haber verdigi turunde bir haberi duyurmayi tercih etmesi tahmin edilecegi gibi gayet dogaldir. Gunumuzun kapitalist ekonimik ortaminda, herkesin gozunu para burudugunden, para getirmeyecek seyler ne ilgi ceker, ne duyulur. Bilim ve bilimsel ugras ise sikicidir, monotondur, ilginc degildir ve para da getirmez. Fakat magazin turundeki, un ve sohret getirecek haberler, hem haber ve iddia sahibine, hem de bunu duyurana daha fazla ekonomik fayda getirir. Bu yuzden de bizlerin anlatmaktan dilimizde tur bitse de kimseyi ikna etmemize olanak yoktur. Insanlar her nedense bazi konularda saftir. Ve neredeyse inatla, bazi seylere inanmak isterler. Bunun icin de ellerinden ne geliyorsa yaparlar. Zihnimiz de bize istedigimiz sonuclara ulasma ve istedigimiz seylere inanma konusunda bize cok fayda saglayacak pek cok aldatici psikolojik ozellikle donatilmis oldugundan, malesef bilimle ciddi olarak ilgilenmeyen kesimi, ozellikle de gunumuzde bazi gerceklere ikna etmeye olanak yoktur.
  8. Günümüz fiziğinde evrenin kökeniyle ilgili mevcut en popüler teori olan Big Bang (Büyük Patlama) teorisi her ne kadar evrenin başlangıç anı ve onun sebebiyle ilgilenmese de (daha çok sonrası ile ilgilenir), bu konuda kafa yoran fizikçiler arasında bu konuyu açıklamaya çalışanlar olmuştur. Bu açıkalamalardan en popüler olanlardan bir tanesi fizikte "simetri kırılımı" denen bir prensibe dayalı bir açıklamadır. Big Bang teorisine göre evrenin ilk 10 üzeri -43 saniyelik döneminde tüm kuvvetler birleşik durumaydı. 10 üzeri -35 inci saniyede GUT simetrisi bozuldu. 10 üzeri -32 inci saniyede 'inflation' (şişme) sona erdi ve 'strong' (kuvvetli) ve 'electroweak' (elektromanyetik kuvvet ile zayıf nükleer kuvvetin birleşimi) ayrıldı. 10 üzeri -12 inci saniyede zayıf kuvvet ile elektromanyetik kuvvet ayrıldı. Matematikte ve fizikte "Spontaneous Symmetry Breaking" (Kendiliğinden simetri kırılımı) diye bir kavram vardır. Bu kavramı anlatmak için bir tepenin üzerinde duran bir top örneği verilir. Top burada hareketsiz dururken simetriktir. Fakat kararlı değildir. Her an bir tarafa doğru yuvarlanabilir. Zaman içinde er ya da geç bu top şu veya bu tarafa yuvarlanacaktır. Yuvarlandığında ise, simetri bozulmus olacaktır, çünkü topun yuvarlandığı yön diğer tüm olası yönlerden ayırt edilmiş olacaktır. Işte Big Bang'in ortaya çıkışı bu tür bir şey gibi düşünülüyor. Boşluk kendi başına simetrik fakat kararsızdır. Kuantum teorisine göre boşlukta sürekli kuantum dalgalanmaları gerçekleşir. Arada bir atomaltı parçacıklar ortaya çıkıp kaybolur. Fizikte sanal parçacık diye de bir kavram vardır. Parçacıkların birbiriyle etkileşimleri Feynman diyagramı denen bir tür diagramla gösterilir. Örneğin elektron ve pozitron etkileşime girdiğinde, sanal bir parçacık olarak bir gluon salınır. Elektronlar etkileşime girdiğinde, foton salınır. Nükleon'lar etkileşime girdiğinde pion salınır, vs. Bunlar Feynman diagramında noktalı çizgi ile gösterilen sanal parçacıklardır. (Reel parçacıklar düz çizgi ile gösterilir). Boşluktaki kuantum dalgalanmalarına bu sanal parçacıkların ortaya çıkıp yok olmalarının sebep olduğu söylenir. (Bu parçacıklar çok kısa ömürlüdür). Fizikte 'CP-violation' denen bir etki sonucunda, boşlukta sanal parçacıklar ile sanal antiparçacıklar arasında bir dengesizlik oluşur ve ortaya fazlalık parçacıklar çıkar. Bunlar ise evrendeki görünür maddeye denk gelir. İşte Big Bang'in neden meydana gelmiş olabileceğine dair mevcut açıklamalarin biri, hatta belki en popüleri budur. Bu yazı Bilim, Felsefe, Politika ve Bilimsel Kuşkuculuk sitesi http://www.dusuncedunyasi.net 'den alınmıştır.
  9. dusunce_dunyasi

    Tanrısız Evren

    Çoğu kişinin dini inancının kökeninde herhangi bir bilimsel ya da mantıksal akıl yürütme yatmaz. İnsanlar genel olarak çevrelerindekiler inandığı için inanırlar. Fakat bu inancın yine de bilimsel görünümlü bazı gerekçelere bağlanması icap eder, aksi takdirde her insanda varolan ve bazılarında daha güçlü bazılarında daha belirsiz olan bilimsel ve şüpheci yön tatmin edilmemiş olur. Bu yüzden çoğu kişi Tanrı inancı için çeşitli gerekçeler ortaya koyar. Daha önce de çok değindiğimiz gibi bu gerekçeler her zaman çürüktür fakat yine de özellikle iki tanesi düşündürücüdür ve bunlar insanları Tanrı'nın varolduğunu düşünmeye iten temel sebepler arasındadır. Bunların biri evrenin kökeni sorunu, bir diğeri ise tasarım argümanıdır. Tasarım argümanı daha önce de çok değindiğimiz gibi, bir illüzyonun ürünüdür. Genellikle yaşamın varolması ve dünyada gözlenen kompleksliğin başka türlü açıklanmasında güçlük çekilmesi yüzünden insanlara ikna edici gelen bir gerekçedir. Fakat elbette ki çürüktür, çünkü en temelinde 'argument from ignorance' (cehaletten argüman) denen düşünce hatasından kaynaklanır. Bir şeyin nasıl olduğu anlaşılmıyorsa, ya da o kişi anlayamıyorsa, o şeyin olamayacağı fikrine ulaşmaktan kaynaklanan bir düşünce yanlışıdır bu. İnsanların önce anlayamayıp, sonra yeterince inceleme sonucu çözdüğü sayısız olay vardır bilim tarihinde. Hatta bilimin tüm tarihi bundan ibarettir denebilir. Bu yüzden birşey şu anda anlaşılmıyorsa ya da sözkonusu kişi anlayamıyorsa, bu o şeyin bir açıklaması yoktur anlamına gelmez. Ayrıca, evren ile ilgili daha yakından ve daha dikkatli gözlemler, daha çok herşeyin rastgele olduğu ve altında bilinçli bir tasarım olmadığı fikrine ulaştırır insanı. Çünkü bizim şu anki bilincimizle bile çok daha iyisini geliştirebileceğimiz pek çok çarpıklık mevcuttur doğada. Bu yüzden aslında doğada bir bilinçli tasarım sonucu değil, tam tersi kör işleyen süreçler sonucu oluştuğu izlenimi veren çok daha fazla oluşum mevcuttur. Ve bilinçli tasarım sonucu oluştuğu düşünülen şeylerin tümünü bilinçli olmayan süreçlerle de açıklamanın mümkün olduğunu bilim bulmuştur. Bu yüzden aslında evrenin tasarlandığını düşünmek için bir sebep yoktur. Hatta evrene bakıldığında, tasarlanmadığını düşünmek gözlemlerle daha uyumlu, daha mantıklı bir açıklamadır. Ayrıca, tasarım argümanı zaten çok temel birbaşka problemden muzdariptir, o da tasarlayıcının kökeni konusudur. Eğer evren, tasarlandığını düşünmemizi gerektirecek kadar kompleks, düzenli ve amaç dolu ise, o zaman onu tasarladığı söylenen faktörün daha da kompleks, düzenli ve amaç dolu olması gerekir ve dolayısıyla, aynı düşünce çizgisi gereği, o tasarımcının da tasarlanmış olduğunu düşünmek gerekir. Evrene tasarlanmıştır deyip, evrenin tasarımcısına tasarlanmamıştır demek, çok açık bir tutarsızlıktır. Eğer evrenin tasarımcısı dedikleri faktörün tasarlanmadığını hayal edebilmek mümkünse, aynı mantık gereği evrenin de tasarlanmamış olabileceğini düşünmeleri gerekir. Yok eğer evren ille de tasarlanmış olmak durumunda ise, o zaman böyle bir evreni tasarlayan şeyin neden tasarlanmamış olduğu açıklanmalıdır. Görüldüğü gibi, ortada çok açık bir tutarsızlık ve düşünce yanlışı vardır ve dolayısıyla tasarım argümanı insanı hiçbir yere götürmez. Evrenin kökeni ise insanların Tanrı inancı konusunda dayandıkları bir diğer önemli gerekçedir. Evren ortaya çıktığına göre, birşeyler varolduğuna göre, bunlara sebep olan bir faktör de varolmalıdır derler ve bunu kendi dinlerinin Tanrı'sı ile özdeşleştirirler. Burada da iki aşamalı bir problem vardır. Birincisi, evrenini açıklamak için bir sebebe gereksinim duyulması, ikincisi ise bu sebebin kendi inandıkları dinin Tanrı'sı ile özdeşleştirilmesi. Bunlardan özellikle ikincisine dikkat çekmek istiyorum. Farzedin ki evrenin bir sebebi olması gerektiği sonucuna ulaştınız. Buradan zorunlu olarak bu sebebin zeki ve bilinçli olması gerektiği fikri bile çıkmazken, bir de üstüne üstlük bu sebebin semavi dinlerin Tanrı'sı olduğunu söylemek, tevrat, incil ve kuranda bahsedilen Tanrı olduğunu iddia etmek ve dolayısıyla bu fikri içinde yaşanan toplumun gelenekleri ve efsaneleri ile bağdaştırmak işin bir diğer çok açık tutarsızlığıdır. Sonuçta dünyada binlerce din vardır (çoğu kişli bildiği dinlerin sayısını saymaya kalksa 20-30 tane bile sayamaz) ve bunlar arasında ezici çoğunluğunun üç büyük dinin dünya görüşü ile alakası yoktur. Pek çoğunda çeşitli doğaüstü güçler ve faktörler tanımlı olmasına rağmen, bunların önemli bölümünün semavi dinlerin Tanrı'sını andırır bir tarafı yoktur ve hatta hiç Tanrı'sız dinler de mevcuttur. Dolayısıyla, bu kadar büyük fikir çeşitliliğine rağmen insanların içinde yetiştikleri toplumun metafizik inançlarına sarılmalarının ne derece büyük bir şartlanma olduğu bu satırları okuyanlar için çok açık olmalıdır. Fakat tüm bunlar bir yana, evrenin kökeni ve varsa sebebi konusu ciddi bir felsefi problem olduğundan, bu problemle yüzleşmek gerekmektedir. Aksi takdirde, insanların bu sorunun cevabı olarak kendi dinlerinin metafizik açıklamalarına sarılmalarının önüne geçmek mümkün olmaz. Her şeyden önce, yani Tanrı fikri olmadan evrenin nasıl açıklanabileceğine değinmeden önce, Tanrı'nın neden geçerli bir açıklama olmadığına değinmemiz gerekir. Tanrı geçerli bir açıklama değildir, çünkü aslında problemi çözmez. Bilinmeyen birşeyin sebebine Tanrı demek, problemi çözmek değil, sadece üstünü örtmektir. İnançlılar bilimin iyi açıklayamadığını düşündükleri birşeyler buldukları zaman çok sevinirler, sanki bu kendi inançlarını doğruluyormuş gibi. Örneğin 'bilim daha insanların neden her gün bilmemkaç saat uyuduğunu bile açıklayamıyor' gibi bir ifade okuduğumu hatırlıyorum geçenlerde forumda. Buna benzer çok şey de söylenebilir zaten. Bu sadece bir örnek. Fakat bu tür şeyler söyleyenlerin gözardı ettiği gerçek, bilim birşeyi açıklıyor olsun ya da olmasın, kendi açıklamalarının açıklama olup olmadığıdır. Bir şey için 'Tanrı yaptı' demek ne derece tatminkar bir açıklamadır? Ya da zaten açıklama mıdır? 'Ol dedi, oldu' ifadesi olsa olsa 'bilmiyorum' ifadesinin gizlenmiş şeklidir. İnançlılar nasıl bunun bir açıklama olduğunu düşünebiliyorlar ve bilim karşısında bunun bir zafer olduğunu iddia edebiliyorlar, anlaşılır gibi değil. Bu durum inançlıların ne derece büyük bir şartlanma içinde olduklarının birbaşka göstergesidir. Ayrıca, Tanrı yaptı demenin bir açıklama olmaması bir yana, durum aslında bundan daha da vahimdir. Çünkü aslında Tanrı ismini verdikleri kavramın ne olduğu belli değildir. Tanrı derken ne kastettiklerini inançlıların kendileri bile bilmez. Tanrı ile ilgili tek söyleyebildikleri her şeye kadir, her şeyi bilen ve ezelden beri varolan bir gücün her şeyi yarattığıdır. Ama bu Tanrı dedikleri şeyin ne olduğu, neden ezelden beri varolduğu, neye benzediği, nasıl olup da ol demesiyle her şeyi yarattığı meçhuldur. Bu soruların tümünün cevabı 'bizim buna aklımız ermez'dir. İyi de, bu cevabı bilinmeyen soruları, içi boş ve ne olduğu meçhul bir kavramın içine hapsetmek ve görmemezlikten gelmek değil midir? Tanrı nedir ki bilinmeyen soruların cevabı olsun? Daha Tanrı'dan ne kastettikleri belli değildir, hatta Tanrı'yı doğru dürüst tanımlayamazlar, ama sorulara cevap olduğunu iddia ederler. Cevabı aranan konu ile, 'bilmiyorum' cevabının arasına 'Tanrı' diye tampon bir kavram eklerler, sanki bunu ekleyerek cevabı bilmediklerini gizleyebileceklermiş gibi. Halbuki buradaki bu 'Tanrı' sözü, içi boş bir kavramdır. Toplamadaki sıfır gibi bir etkisiz elemandır. Bu kavramı geçip, doğrudan 'bilmiyorum'a ulaşmak daha tutarlıdır. Çünkü zaten Tanrı derken yapılan odur. 'Evrenin sebebi nedir?'in cevabı 'Tanrı' ise ve 'Tanrı nedir?'in cevabı 'bilmiyorum' ise, demek ki aslında 'Evrenin sebebi nedir?'in cevabı 'bilmiyorum'dur. Burada araya Tanrı diye içi boş bir kavram sokmak bir cevap değildir. Tanrı'yı tanımlamaya kalktığınızda ortaya çıkan sayısız mantıksal problem ve paradoks da işin başka bir yönü. Yani bu Tanrı kavramı aslında insan aklına, zihnine sığan bir kavram da değil. Yani tanımlı bir kavram değil, ne olduğu meçhul aslında. Akla uygun olmak bir yana, tam tersi akıl dışı, absürd bir kavram. Tabi bizim akıl dışı dediğimize onlar 'akıl ve mantık üstü' diyerek daha gizemli bir hava katarlar. Ama birşeye 'akıl ve mantık üstü' demenin aslında 'akıl dışı ve absürd' demekten farkı yoktur. Sadece kelimeleri farklı seçerek, bahsettikleri kavramın ne kadar saçma ve akıl dışı olduğunun üstünü örtmeye çalışırlar. Yani tüm bunlarla anlatmaya çalıştığım, Tanrı fikrinin bu problemlere veya herhangi bir bilinmeyene cevap olamayacağıdır. Peki Tanrı bir cevap değilse, o zaman Tanrı'sız bir şekilde evren nasıl anlaşılabilir? Tanrı gibi bir fikir olmadan, evrenin sebebi, kökeni gibi sorunlar nasıl çözülebilir? Bu soruların önemli bölümünün cevabı bilimde gizlidir. Bilim şu anda yıldızların oluşumunu, yıldızların içinde hidrojen ve helyumdan daha ağır elementlerin nasıl oluştuğunu, bunların süpernova patlamalarıyla nasıl evrene yayılıp sonra gezegenler olarak bir araya geldiğini, yani gezegenleri ve onları oluşturan maddelerin kökenini, bu gezegenlerde olan bitenlerin açıklamasını, canlılığın nasıl bu ortamda kendini kopyalayabilen basit moleküllerden başlayarak evrimleşip kompleksleştiğini ve günümüze kadar nasıl gelindiğini kabataslak da olsa açıklayabilmektedir. Yani işin bu kısımlarında zaten Tanrı veya herhangi bir fazlalık faktöre ihtiyaç yoktur. Sadece bilinen doğa kanunları her şeyi açıklamaya yeterlidir. Geriye sadece evreni ve evreni oluşturan maddenin kökenini açıklamak kalmaktadır. Kozmolojide de bu konuyla ilgili pek çok açıklama mevcuttur. Tanrısız evren açıklamalarından bazı olası fikirlere de burada kısaca değinelim (bunlardan ilk ikisi artık popüler olmayan teorilerdir, fakat bunları da listeye aldım): 1. Steady State modeli Eskiden geliştirilmiş ve evrende sürekli yeni maddenin ortaya çıkmakta olduğunu savlayan bir düşünce idi fakat bu teori artık popülerliğini yitirmiş ve yerini gözlemlerle daha iyi uyuşan big bang teorisine bırakmıştır. 2. Osilasyon yapan evren modeli Bu da artık popüler olmayan bir modeldir. Bu modelde evren sürekli big bang ile başlayıp, big crunch denen kendi üzerine çökmelerle yok olur. Kendi üzerine çökme, yeni bir big bang yaratır ve bu döngü böyle devam eder. Evrendeki madde miktarı ve evrenin genişleme hızındaki değişimlerle ilgili gözlemler, bu teorinin de terkedilmesine sebep olmuştur. 3. Stephen Hawking'in kuantum kozmolojisi Bu fikre göre uzay zaman bir kürenin yüzeyi gibi sonlu fakat sınırsızdır. Geçmiş sonludur fakat sınırsızdır, yani bir başlangıç noktası yoktur. (Uzay zamanın eğriliği yüzünden). 4. Kaotik şişme modeli Bu modele göre, Big Bang'den 10 üzeri -35 saniye kadar sonra evren süper hızlı bir şişme dönemine girmiştir. Şişme ise başka şişmeye yol açar, dolayısıyla birden fazla evren oluşmuştur. Her evren bölgesi şiştikçe başka evrenler oluşturur, dolayısıyla yeni evrenler de kendi bebek evrenlerini oluşturur, vs. Bu modelde evrenler kaotik bir biçimde birbirlerine sebep olmaktadırlar. 5. Boşluktaki kuantum dalgalanmaları Bilindiği gibi vakumda sürekli kuantum dalgalanmaları oluşur. Parçacıklar sürekli kendiliğinden oluşur ve yok olur. Bu modele göre bizim evrenimiz çok daha büyük bir üst evrenin içinde meydana gelen bir kuantum dalgalanmasının ürünü. Yani bu evren üst bir evrenin çok küçük bir parçası, o evdendeki kuantum vakumunda meydana gelen ve boşluk enerjisinin geçici olarak maddeye dönüşmesinin ürünü bir ortam. Bu modele göre, bu boşlukta bizimkinden başka pek çok kuantum dalgalanmaları, yani pek çok başka evrenler de bulunmaktadır. 6. Vakum enerjisinin kararsızlığı Bu düşünceye göre, vakum durumu enerjinin kararsız bir şekilde hapsolduğu bir durumdur ve simetri kırılmaları yoluyla daha kararlı olan varlık durumuna dönüşmeye meyilli olması sebebiyle, bu simetrinin kırılarak evrenin oluşması zaten vakum durumunda bir an meselesidir. Dolayısıyla, bu mantığa göre boşluğun süpersimetrik bir yapıda olması sebebiyle bu simetrinin bozularak daha kararlı olan kompleks durumların oluşumuna yol açması neredeyse bir zorunluluktur. Bu mantıkta big bang'in birden fazla olması gerekmez, sadece bir kez varolmuş da olabilir. 7. Sicim teorisi (string theory) ve 'big splat' Sicim teorisi günümüzde teorik fizikteki en popüler teorilerden biridir ve birleşik fizik teorisi için mevcut en popüler adaydır. Bu teoriden çıkan bir açıklamaya göre, bizim evrenimiz 11 boyutlu bir üst uzayın 3 boyutlu bir alt parçasıdır. (Zamanla birlikte 4 boyut). Bu daha az boyutlu alt parçalara bu teoride 'brane' denir. Yani bizim evrenimiz bir 'brane'dir ve big bang dediğimiz olay ise aslında bizim 'brane'imizin üst boyutlarda yüzen başka bir 'brane' ile çarpışmasından başka birşey değildir. Bu çarpışma hesaplara göre big bang'in gerektirdiği düzeyde enerjiyi ortaya çıkarabilmektedir ve bu çarpışmalar üst boyutlu bu evrende sayısız defalar gerçekleşebilir. Dolayısıyla, bu modelde de başka evrenler fikri vardır. 8. Kuantum loop gravity teorisi ve 'big bounce' Bu teori aynen maddenin ayrık birimler olarak incelenmesi gibi (atomlar ve atomaltı parçacıklar), uzayın ve zamanın da ayrık parçalardan oluştuğunu savlayan ve 'en küçük mesafe' ve 'en küçük zaman birimi' gibi birimlerin tanımlanabileceğini savunan 'kuantum loop gravity' teorisi ve bu teoriden çıkan evren modelidir. Bu teoriye göre, uzay-zaman ayrık incelendiğinde, en kısa mesafelerde çekim kuvveti çekici değil, itici hale gelmektedir. Dolayısıyla, bunun big bang'i açıklayabileceği düşünülmektedir. Evrendeki tüm maddenin bir arada bulunduğu tekillik durumlarında, yakınlık sebebiyle bu maddeler birbirlerini itecekler ve big bang'e sebep olarak yeni bir evren olarak dağılacaklardır. Bu teori big bang'den ziyade bir big bounce'tan (büyük sıçrama) bahseder, çünkü bu işlem geçmişte çok defa tekrarlanmış olmalıdır bu düşünceye göre. 9. Nedensiz evren Kuantum fiziğinde boşlukta kuantum dalgalanmalarının olduğu bilinmektedir. Yani kuantum dünyasında sebepsiz şeyler de olmaktadır. Belki de nedensellik dediğimiz ve düşünce biçimimizi şekillendiren ve bu yüzden de bizi kıskıvrak bağlayan, hayal gücümüzü sınırlayarak bizi her şeyi zamandaki sebep sonuç sırası ile incelemek zorunda bırakan bakış açımızı değiştirmeliyiz. Yani belki de evrenin ortaya çıkışı için bir sebebe gereksinim yoktur. Bu da bir olasılık. 10. Zamansız evren Bu da yukarıdakine benzer bir bakış açısıdır. Ünlü fizikçi Barbour, zamansız bir fizik geliştirmiştir. Bu bakış açısında, denklemlerde zaman diye bir parametre yoktur. Zaman Barbour'a göre bir illüzyondur. Bu bakış açısı da, bildiğimiz zamana bağlı nedensellik fikrini değiştirdiğinden, problemin çehresini değiştirmektedir. Yani yukarıdaki nedensiz evren mantığına benzer bir şekilde, evrene neden arama gereksinimimizi ortadan kaldırmaktadır bu bakış açısı. 11. Multiverse kuramı Bu teoriye göre tek bir evrende değil, pek çok evrenden oluşan bir multiverse'de yaşamaktayız. Bizim evrenimiz mümkün tek evren olmadığı gibi, sonsuz sayıda mevcut evrenden sadece biridir. Bu teoride tanımlı multiverse'lerin çeşitli dereceleri vardır. Kuantum teorisinden çıkan kuantum evrenleri olası multiverse'lerden birini oluşturur. Bildiğimiz evrendeki gözlem bölgemizin (ki buna hubble hacmi denir) dışındaki bölüm ile ilgili olarak başka bir multiverse tanımı yapılır. (Birinci derece multiverse). Ki birinci derece multiverse'de bu mantığa göre doğa kanunları aynı fakat evrenlerin başlangıç koşulları farklıdır. Sayısız derece birinci derece multiverse'lerin ikinci derece multiverse'ü oluşturduğu düşünülür. İkinci derece multiverse'de, alt multiverse'lerin her biri farklı evrensel sabitlere sahip olabiliyor. (Yani sadece ilk koşullar değil, doğa yasaları da değişebiliyor). Üçüncü derece multiverse, yukarıda bahsettiğimiz, kuantum teorisinin alternatif evrenlerine ait bir sınıflandırma. Burada da aynen ikinci derece multiverse gibi hem değişik ilk koşullar, hem de değişik fiziksel sabitler mümkün. Bir de bunların üstüne, başka matematiksel yapıların mümkün olduğu dördüncü derece multiverse de tanımlanmış. Dolayısıyla, bu tanımla ortada bir kısıtlama kalmıyor ve tüm olasılıklar kapsanmış oluyor. Bu modelde her olasılık kapsandığından Tanrı veya herhangi bir başka kısıtlayıcı faktöre ihtiyaç kalmıyor. Aslında buradaki ikinci derece multiverse fikri yukarıda bahsettiğimiz kaotik şişme modelinden yola çıkarak geliştirilmiş bir fikir. Yani bu listedeki fikirlerin bir kısmı birbiriyle bağlantılı. (Örneğin sicim teorisinde de başka evrenler fikri var). Fakat sonuçta az çok birbirine benzer ya da farklı olarak çeşitli açıklama getiren bu modellerin ortak özelliği, hiçbirinin Tanrı veya benzeri bir faktör gerektirmemesi. Yani Tanrı'sız evren modelleri mümkündür, ki zaten kozmolojide genellikle bu tür fikirler ortaya çıkmaktadır. Bir de big bang'in veya evrenin sebebinin zeki bir faktör kabul edileleceği fikirleri düşünürseniz (ki bu tür fikirler arasında da eğer inceleme yapar veya kendi hayal gücünüzü çalıştırırsanız, üç büyük dinin Tanrı fikri ile alakasız pek çok akıllı tasarımcı fikirleri geliştirebildiğinizi görürsünüz), ortaya pek çok fikrin çıkacağını görürsünüz. Bunların en ilginçlerinden biri, evreni oluşturan sebebin, evrende şu anda ortaya çıkmış zekanın çok uzak bir gelecekte, teknolojik olarak çok üst bir düzeye ulaştıktan sonra, zamanda geri giderek evrenin başlangıcına sebep olması fikridir. Ya da benzer bir mantıkla, başka bir evrendeki bir uygarlığın kollektif zekasının bir yapay big bang yaratarak evrenimizi oluşturması, vs gibi zeki tasarımcı spekülasyonları düşünülebilir. Yani demek istediğim, herhangi bir zeki tasarımcı fikrinin bile ille de inançlıların görmek istediği türde bir Tanrı ile ilgisi olmak zorunda olmadığıdır. Fakat zaten zeki tasarımcı spekülasyonları evrendeki rastgelelik ve gereksiz fazlalık gibi gözlemlerle uyuşmadığı için, her şeyin olasılıksal zenginliğin sebep olduğu istatistiksel zorunluluklarla açıklanması daha makbul bir bakış açısıdır ve bu tür yaklaşımlara kozmolojide daha çok rastlanmaktadır. Çünkü evrene baktığımızda herşeyden sorumlu bir akıllı tasarımcı falan görmüyoruz. Tam tersi sonsuz bir çeşitlilik ve imkanlar zenginliği, bu derece çeşitlilik içinde ise çeşitli koşulların bir araya geldiği alt birimlerin mevcudiyetini neredeyse zorunlu kılan bir istatistiksel imkanlar dünyası görüyoruz. Dolayısıyla, bu gözlemlerin desteklediği, ya da bu gözlemlerden çıkan sonuç, evreni Tanrı'sız ve kendiliğinden süreçlerle açıklamanın daha gerçekçi olmasıdır. Tüm bunların altında bir bilinç olsaydı, gözlemlerin daha farklı olması gerekeceği düşünülmektedir. Bilinç ve zeka, amaca uygun durumlar oluşturur ve gereksiz fazlalıkları ve verimsizlikleri elimine etmeye çalışır. Doğada ve genel olarak evrende ise bu gereksiz fazlalıklara ve verimsizliklere çok rastlamaktayız. Her birimiz, eğer biraz uğraşırsak, doğada gördüğümüz pek çok şeyin, bilinçli olarak tasarlanmış olması durumunda aslında daha farklı tasarlanması gerekeceğini gürürüz. Doğadaki tasarımlar bilinçli değil, daha çok kör bir tasarımın, daha doğrusu bir tasarım eksikliğinin göstergesidir. Bu yüzden yukarıda bahsettiğim türde ateist modeller ve eğilimler, evrene ait mevcut gözlemlerimizi açıklamada daha başarılıdır. Zaten bu yüzden bu tür yaklaşımlar kozmolojide ve bilimde daha yaygındır.
  10. dusunce_dunyasi

    Öznel İdealizm

    Maddenin varolmadığı ve dış dünyanın yanılsama olduğuna dair öznel idealist fikirlerin ilginç tarafı bu iddiaların yanlış olduğunu neredeyse kesin olarak bilmenize rağmen, bunu göstermenin çok zor olmasıdır. Hatta maddenin varlığı ve dış dünyanın gerçekliğini kanıtlamak neredeyse imkansız derecede zordur. Fakat güzel haber, maddenin illüzyon olduğunu ve dış dünyanın gerçek olmadığını iddia eden bu öznel idealist fikirleri kanıtlamak da imkansızdır, hatta bu iddiaları ortaya koyan akıl yürütmenin bir totoloji olduğunu göstermek ve dolayısıyla bu fikirleri reddetmek mümkündür. Bu tarz fikirlerin en ünlü savunucularından biri Berkeley'dir. Kendisi bir papaz olan Berkeley, yaşadığı dönemde yükselişte olan materyalist felsefe ürünü düşüncelerin karşısında dini ve Tanrı'yı koruyabilmek için kendine özgü ilginç bir öznel idealizm geliştirmiştir. Dönemin popüler düşünce biçimi olan empirizmi en uç noktasına götürerek "varolmak, algılanmaktır" diyen Berkeley, algıladığımızın ötesindeki bir dış dünyanın varlığından emin olamayacağımızı vurgulayarak maddenin ve dış dünyanın varlığının kanıtlanamayacağını savlamış, hatta buradan da maddenin bir illüzyon olduğu ve dünyanın maddi olarak değil sadece Tanrı'nın zihninde fikirsel olarak varolduğunu ileri sürmüştür. Böylece kendine göre materyalizmi çürütüp (en azından dayanaksız olduğunu gösterip) Tanrı fikrine fikirsel alanda bir yer açmıştır. HY ve benzerlerinin bu tarz fikirleri beğenmelerine şaşmamalı. Materyalist bakış açısının entellektuel arenadaki ezici üstünlüğü karşısında tek çıkış noktaları, materyalizmi bu zayıf noktası addettikleri yerden vurmak ve maddenin varolduğunun materyalistler tarafından kanıtlanamayacağını savlayarak bir çıkış yolu aramaktır. Berkeley'in felsefesini çürütme denemelerinin en ünlülerinden biri Johnson'un bir taşı tekmeleyerek bu felsefeyi çürüttüğünü iddia etmesidir. Diyalektik materyalistlerden de bu felsefenin çürütülmesiyle ilgili olarak benzer fikirler duyarsınız sıkça. Örneğin, maddenin gerçek olmadığını iddia eden idealistin neden kendisine doğru gelmekte olan bir arabanın önünden çekildiğini sorarlar. Fakat bu tarz argümanlar, günlük yaşamda ikna edici olabilseler de, felsefi bir kanıtlama sayılabilecekleri şüphelidir. Kant'in bu tarz idealizm üzerine çok ilginç ve güzel eleştirileri var. Fakat ayrıntısına bu yazıda girmeyeceğiz. Ayrıca Kant, bu tarz idealizmi reddeden ilginç yollar bulmuş olmasına rağmen, kendisi de başka bir tür idealizm geliştirmistir. Kant'in itirazlarının birini çok kısa olarak ifade etmek gerekirse, Kant'a göre zihnimizde dış dünya ile ilgili oluşan imgelerin her biri birer 'temsil'dir, yani birşeyleri temsil etmektedir. Dolayısıyla da temsil edilen şey bizim zihnimizdekinden farklı da olsa bir şekilde zihnimiz dışında varolmalıdır. Ayrıca 'daimilik' gibi bir hissin, ancak dış dünyanın daimi bir gerçekliği ile mümkün olacağını söylemek, Kant'ın bu konudaki birbaşka karşı argümanıdır. Berkeley'ci felsefe üzerine yapılan saldırıların ilginçlerinden biri, eğer herşey illüzyonsa, zihnimizde dış dünya ile ilgili oluşan illüzyonların ve yanılsamaların nereden geldiğini sormaktır. Bu felsefeye yapılan başka benzer saldırı ise, eğer dış dünya gerçek değilse, neden hepimiz aynı dış dünyayı aşağı yukarı aynı şekilde algılıyoruz sorusudur. Bu son tespit, Berkeley'ci öznel idealisti eğer tutarlı olmak istiyorsa kendisi dışındaki tüm zihinleri reddetmeye zorlayacaktır. Böylece, kendisinden başka hiçkimsenin varolmadığını savlamak zorunda kalacaktır bu kişi. Fakat Berkeley'in bu güçlüklerle ilgili kendi çözümü, işi Tanrı'ya havale etmektir. Berkeley der ki, zihnimizde ortaya çıkan ve dış dünya ile ilgili olduğunu düşündüğümüz imgelerin kökeni Tanrı'dır, ve değişik zihinler arasındaki tutarlılığı ve baglantıyı sağlayan şey de Tanrı'nın kendisidir. Hatta tam olarak bu da değil dediği, Berkeley iddia eder ki, bir şey varolabilmek için bir zihin tarafından algılanmalıdır ve Tanrı tek varolan gerçeklik olup, bizler, hepimiz sadece onun zihninde varız der. Fakat materyalizme başarılı bir şekilde saldırıp, empirizme dayanarak dış dünyanın varolduğunun gösterilemeyeceğini bu kadar başarılı şekilde savlayan Berkeley'in iddiasının zayıf noktası, bu konuda kendi argümanlarına muhattap olacak bir açıklamayı kendisinin getirmiş olmasıdır. Yani empirist gerekçelerle dış dünyanın olmadığını iddia eden Berkeley, o zaman nasıl olup da kendi dışımızda bir Tanrı'nın varolduğunu düşünebilmekte, bunu neye dayanarak iddia edebilmektedir diye sorulmuştur haliyle. Dış dünyadan, hatta maddenin gerçekliğinden bile şüphe eden bir aşırı empiristin, dış dünyadaki bir varlık olarak tanımlanan Tanrı'nın varlığına dair tutarlı bir gerekçe bulması güç görünmektedir. Fakat tüm bunlar bir yana, bu tarz idealizmin çürütülmesine yarayacak asıl fikirler, Nietzsche, G. E. Moore gibi filozoflar tarafından ilk olarak ortaya konmaya başlanmış ve sonra Bertrand Russel ve David Stove tarafından öznel idealizmin tabutuna çivi çakacak düzeyde olgunlaştırılmıştır. Russel'dan alıntı: "Eğer bilinen şeyler zihinde varolmalıdır diyorsak, ya zihnin bilme gücünü sınırlıyoruz, ya da düpedüz bir totoloji ortaya koyuyoruzdur. Bu denen totoloji olur, eğer 'zihinde' ifadesinden kasıt 'zihnin önünde' ifadesi ise, yani zihin tarafından kavranmak manasındaysa. Fakat bunu dersek, o zaman kabul etmek zorundayız ki zihinde varolan şey zihinsel değildir. Dolayısıyla, bilginin doğasını anladığımızda, Berkeley'in argümanı hem özünde hem de şekil olarak yanlıştır ve 'fikir'lerin, yani kavranan objelerin zihinsel olmasi gerektiği konsundaki bir kabule dayanmaktadır, ki bu kabulün hiçbir dayanağı yoktur. Dolayısıyla, Berkeley'in idealizm lehine kullandığı dayanak reddedilebilir". David Stove'un bu konudaki eleştirisi de mantıksal açıdan Nietzsche'den ve Russel'dan farklı değildir fakat bu konuda Stove'un tespitlerine daha çok atıfta bulunulmuştur ve Stove'un Berkeley'ci idealizmin yanlış noktasını daha açık biçimde ortaya koyduğu söylenebilir. Stove, idealizmin 'dünyanın en kötü argümanı'na dayandığını söyler. Berkeley iddia etmiştir ki, 'zihin, düşünülmeyen şeyleri kavramaya muktedir olduğuna ve zihin olmadan da bu şeylerin varolabileceklerine inandırılmıştır'. Stove ortaya koymuştur ki, bu iddia 'düşünülmeyen şeylerin düşünülemeyeceği' totolojisi üzerine kuruludur ve buradan şeyler düşünülmedikleri takdirde varolamazlar sonucuna ulaşmaktadır. Görüldüğü gibi, öznel idealizmi çürüten fikirler, öznel idealizmin iddialarının bir totolojiye dayandığı için geçersiz olduklarını ortaya koyarak bunu yapmaktadır. Bu maddenin ve dış dünyanın varolmadığı iddiasini reddetmek için geçerli olmasına rağmen, maddenin ve dış dünyanın gerçek olduğunu iddia etmek için kullanılması yine de zor gözükmektedir. Tabi dış dünyanın gerçek olmadığı iddiasının geçersizliği gösterildiğinde, ortaya dış dünyanın gerçek olduğu sonucu çıkar mı çıkmaz mı noktasına gelir burada konu. Bu örnekte ortada sadece iki seçenek olduğundan (dış dünya ya gercektir ya değildir), ve bu seçeneklerden birini iddia eden argümanın bir geçerliliği olmadığı gösterildiğinden, dış dünyanın gerçek olduğu fikri geriye kalan tek seçenektir ve varsayılan ('default') tutumumuz bu olmalıdır.
  11. 1) Tanrı kavramının “ilk sebep” problemini çözdüğünü zannetmek Tanrı’nın, nedenler zincirinin sonsuzluğu problemini çözdüğünü zannetmek çok yaygın bir yanılgıdır. İlk şey evrenin ortaya çıkışıysa, evrenin sebebi Tanrı’dır demenin nedenler zincirini bitirdiği zannedilir. Halbuki, bu noktada sorulabilecek “Peki Tanrı’nın sebebi nedir?” sorusu çok yerinde bir sorudur. Bu soruya, şartlanmış bir şekilde, “Tanrı’nın sebebi yoktur” veya “Tanrı kendi kendisinin sebebidir” derler. Fakat bu bir açıklama değildir. Çünkü eğer bir şey sebepsiz olabiliyorsa, ya da kendi kendisinin sebebi olabiliyorsa, o zaman bu kişi evrene niye sebep aramaktadır? Belki sebepsiz olan, veya kendi kendisinin sebebi olan şey, evrenin kendisidir. Eğer evrene bir sebep aranması gerekiyorsa, Tanrı’ya neden bir sebep aranması gerekmediğini açıklaması gerekir bu argümanı sunan kişinin. Aslında biraz objektif baksa, Tanrı açıklamasının evrendeki nedenler zinciri sorununa bir çözüm getirmediğini, yapay bir açıklama olduğunu ve aslında bir şey açıklamadığını görecektir. Bu argüman mantıksal olarak çelişkilidir ve ciddi felsefi tartışmalarda kullanılmaz. Fakat günlük hayatta karsılaştığınız ortalama bir inançlının en çok başvurduğu argümanlardan biridir. 2) “Tanrı bilinmezdir” demek, ama Tanrı hakkında yorum yapmak Bunu da genellikle ateistlerin Tanrı kavramının yarattığı mantıksal sorunlarla ilgili soruları üzerine söylerler. Derler ki, bu sorular Tanrı için sorulamaz. Bu sorular insanin sınırlı algılama ve düşünme eyleminin ürünüdür. Tanrı’yı bağlamaz. Tanrı bunların tümünün üstündedir ve bizim onu tam olarak anlamamız mümkün değildir. Biz sadece onu bir şeylere benzeterek kısmen anlayabiliriz derler. Bu açıklama bu şekliyle fena değilmiş gibi görünür ama aslında çok temel ve her şeyi çökerten bir eksiği vardır. O da Tanrı’nın gerçekten varolup olmadığı, ne olduğu ve nasıl olduğu bilinmeden bu açıklamanın yapılamayacak olmasıdır. Yani bu açıklamayı yapan kişi, Tanrı’nın hem varolduğundan hem de niteliklerinin neler olduğundan emin olmalıdır ki Tanrı hakkında bize o bilgileri versin. Yani bunları söyleyebilmesi için, bir kişinin zaten baştan Tanrı’yı görüp bilmesi ve algılaması gerekmektedir. Ve daha önemlisi Tanrı’nın bilinebilir olması gerekmektedir. Fakat kişi zaten Tanrı’yı açıklarken bilinemez diye açıkladığı için kendi içinde bir çelişkiye düşmektedir. Yani aslında “Ben bilinemez bir şeyi biliyorum” demiş olmaktadır. Hiç kimsenin, Tanrı’nın nasıl olduğunu, neye benzediğini ve varolup varolmadığını bilmeden, Tanrı’yla ilgili herhangi bir söylev vermesi mümkün değildir. Tanrı’nın nasıl olduğunu (veya nasıl olmadığını) açıklayan inançlıların, bu bilgiye nasıl ulaştıklarını da açıklamaları gerekmektedir. Bu bilgi bu kişilere malum mu olmaktadır? Yoksa onlar da başkalarından (din alimleri) mı duymaktadır? eğer ikincisiyse, o zaman bu alimler bu bilgilere nasıl ulaşmaktadır? 3) “Evrenin sebebi” ile “Tanrı”yı aynı şey zannetmek Bu da inançlıların bir başka yanılgısı. Tanrı’nın neden varolduğuna dair kanıt getirirken, bir şeyi kanıtlamaya en çok yaklaştıkları nokta (ki burada da bir şey kanıtlayamazlar ama o ayrı konu), evrenin bir sebebi olması gerektiğidir. Fakat farz edelim ki bu kanıtlanmış olsun ve evrenin bir sebebi olması gerektiği ortaya çıksın. Bu yine de bu sebep Tanrı’dır demekle aynı şey değildir. İnançlı zihin her nedense sebebini bilmediğimiz bir şeyi ortaya çıkardığında Tanrı’yı kanıtladığını düşünür. İnançlının zihninde Tanrı bilinmeyen her şey için cevaptır. İsin garibi, kanıt bile gerektirmeyen bir cevaptır. Bir şeyin sebebi bilinmiyorsa, bu, o şeyin sebebinin göksel dinlerin Tanrı’sı olduğunun kanıtıdır. Bu nasıl bir mantıktır siz düşünün. Her şeyden önce, eğer evrenin sebebi üzerine spekülasyon yapacaksak, Tanrı fikri kadar popüler olmayan pek çok açıklama da akla gelir. Bunlarla fazla karşılaşılmaması, bunların mantıksal açıdan Tanrı fikri ile eşdeğer olmamaları, hatta ondan daha mantıklı olmamaları anlamına gelmez. Nitekim Evrenin sebebi deyince, bu sebebin zeki ve amaç sahibi bir sebep olması bile gerekmez. Eğer aranan sadece bir sebepse, bu sanal bir parçacık veya boşlukta simetri kırılımına sebep olan bir kuantum dalgalanması bile olabilir. 4) Evrenin ardında zeka görmek ve bu zekayı Tanrı zannetmek Bu yanılgı iki başlığa ayrılabilir aslında. Biri evrenin ardında zeka görmek, diğeri ise bu zekayı Tanrı zannetmek. Evrenin ardında zeka olup olmadığı ve evrenin bir tasarım ürünü olup olmadığı ile ilgili olarak daha önce çok yazdık. Evrende yapılan objektif gözlemler, aslında ardında zeka olduğuna değil, tam tersi her şeyin kör bir şekilde işlediğine işaret eder. Evrenin neden tasarım urunu olmadığına ve evrenin ardında neden zeka olmadığına dair olarak daha önce yazdığımız iki yazıya link veriyorum: Zeki tasarım, Doğa ve tasarım. Evrenin ardında zeka olduğunu düşünmek zihinsel bir şartlanmanın ürünüdür. Sebebini merak eden bu iki yazıyı okumalıdır. Fakat farz edelim ki evrenin ardında zeka var. Bu yine de bu zekanın Tanrı olduğu anlamına gelmez. Bu zeka, bir uygarlığın kolektif zekası olabilir, veya insanlığın günümüzdeki uygarlığını yaratan zekanın çok uzak gelecekte alacağı biçim olabilir. (Örneğin, belki de insanlık çok uzak gelecekte öyle bir düzeye ulaşacak ki, zamanda geri gidip evreni yaratacak). Ya da başka bir şey olabilir. Bu spekülasyonlara mantıksız deyip kenara atmadan önce, Tanrı ve göksel dinlerin masallarının ne derece mantıklı olduğunu bir düşünün. Gökte bir yerlerde yaşayan ve koca evreni insanlar için yaratıp, bir de cennet ve cehennem yaratan, insanları günah işlemeye eğilimli yaratıp, sonra işliyorlar diye cezalandıran, kendi varlığını çok açıkça göstermeyip, sonra da inanmıyorlar diye suçlayan bir sadist hükümdar fikri mi daha mantıklıdır, yoksa yukarıdaki spekülasyonlarda dile getirilen zeka türleri mi? Hem zaten, evrenin ardında zeka olduğu anlaşılsa bile, bu cevaptan çok soru yaratır. O zaman o zekanın kökeni, nasıl ortaya çıktığı, vs. açıklanmalıdır. 5) Cevapları bilmek zorunda olduğumuzu ve cevapların her zaman bilinebileceğini zannetmek Evrenin kökeni ve hayatin anlamıyla ilgili temel soruların cevaplandırılmasını mümkün ve zorunlu görür inançlı. Bu soruların cevaplandırılabilmesi elbette güzel olurdu ama bu bir temennidir sadece. Bu temenniyi gerçek zannetmek ve gerçekten de bu soruların doğru cevaplarına uygarlığımızın bugünkü düzeyinde eksiksiz ve tartışmasız ulaşılabileceğini zannetmek ve daha ilginci, bu cevaba zaten sahip olunduğunu zannetmek başka bir yanılgıdır. Bilinçli insanin, bu tur temel konularda bilinmeyenlerle yasamayı öğrenmesi gerekmektedir. Yoksa doğru cevap diye uydurma bazı cevaplarla kendini kandıracaktır. 6) Yokluğu varlıktan öncelikli görmek ve varlığın ille de yokluktan çıkması gerektiğini zannetmek İnançlı yokluğu temel durum görür ve varlığın ondan çıkması gerektiğini düşünür. Bu önyargıya dinlerdeki yoktan yaratma/yaratılma fikri yol açmaktadır. Halbuki, prensip olarak yokluğun daha temel ve daha öncelikli durum kabul edilmesinin bir zorunluluğu yoktur. Varlık da tek başına yokluk kadar temel bir durumdur, daha doğrusu bu ikisi iç içedir ve yokluk olmadan varlık, varlık olmadan ise yokluk anlaşılamaz. Bu konuda, sitemizdeki varlığın kökeni yazısı okunabilir. 7) Tanrı deyince ne kastettiğini bildiğini zannetmek İnançlılar, Tanrı deyince ne kastettiklerini bildiklerini zannederler. Halbuki Tanrı kavramı, ilk ortaya çıktığından beri, ne anlama geldiği belirsiz, bulanık, çelişkili ve anlaşılmaz bir kavramdır. Tanrı için söylenen şeyler birbiriyle çelişir ve bir kısmi da mantığa aykırıdır. Fakat bu durumu açıklamak için inançlılar bizim algı kapasitemizin ve zihinsel yeteneklerimizin Tanrı’yı anlamaya yetmeyeceğini söylerler. Tabi bunu dediklerinde de yukarıda bahsettiğimiz 2 numaralı yanılgıya düşmüş olurlar. Tanrı’nın tanımlanması konusunda sitemizde yer alan Tanrı’nın Tanımı yazısı okunmalıdır. 8) Tanrı’nın varlığının kanıtlanabileceğini zannetmek Her insanin içinde az ya da çok bilimsel kaygılar vardır, ve bu yüzden inançlılar Tanrı’nın varlığının kanıtlanabileceğini düşünmek isterler. Daha doğrusu, varlığını kanıtlayarak inandıklarını düşünmek isterler. Halbuki, konuyla biraz yakından ilgilenen herkes, ki buna teologlar da (hatta özellikle onlar) dahil, doğaüstü olduğu, tam anlaşılmaz olduğu ve algı alanımızın dışında olduğu söylenen metafizik bir kavramın varlığının kanıtlanamayacağını görür. 9) Tanrı’nın varolduğunu kanıtlamanın, dinlerin ilahi olduğunu kanıtlamakla aynı anlama geleceğini zannetmek Bu da çok yaygın bir yanılgı inançlılar arasında. Bu iki fikir arasında bir uçurum var normalde. (Evrene sebep olan bir güç tanımlayıp buna Tanrı demekle, bu Tanrı’nın dinlerin bahsettiği Tanrı olduğu ve bizlere kitaplar, peygamberler gönderdiğini düşünmek arasında). Ama her nedense bu eksiklik gözlerine çok fazla batmaz inançlıların. Bu sorunu fark ettiklerinde, deist oluyorlar zaten. 10) Bir inancın popülerliğinin doğruluğunu gösterdiğini zannetmek İnançlılar, farkında olmasalar da, aslında topluma uydukları için inanırlar. Toplumda yaygın olan bir fikirden şüphe etmemek insan psikolojisinin yarattığı bir yanılgıdır. İnsanların çoğunun Tanrı’ya inanmasını, bu inancın doğruluğuna bir kanıt gibi görmeleri çok ilginç bir yanılgı örneğidir inançlılarda. 11) Gerçekten kafa yorarak ve bilinçli bir şekilde inandıklarını zannetmek Bu da yukarıdaki maddeyle ilişkili bir yanılgıdır. Din ve inanç konuları düşünüldüğünde ilk anda akla gelen birkaç nokta üzerine çok az da olsa kafa yormuş olmayı, bu konuları incelemiş olmak ve bilerek, araştırarak, bilinçli şekilde inanmak zannederler. Halbuki, toplumdan hazır aldıkları inançları devam ettirmektedirler. Gerçek sorgulama daha yoğun bir çabayı ve her şeyden önce daha derin bir araştırmayı gerektirir. 12) Ateist olmak için Tanrı’nın varolmadığının kanıtlanması gerektiğini zannetmek İnançlılar, ateistlerin bir iddia ile gelmediğini, asıl iddia sahibi tarafın kendileri olduğunu bir türlü anlayamazlar. Pek çok inançlı, ısrarla, ateistlerden ateist iddialara kanıt ister. Tanrı’nın varolmadığını kanıtlamalarını talep ederler örneğin ateistlerden. Halbuki, ateist açısından konu farklıdır. Ateist için iddia sahibi taraf karşı taraftır ve inançlının inancını kanıtlaması gerekir. Eğer inançlı, inancını kanıtlayamazsa, iddiasına inanmanın bir anlamı kalmaz. Ateist karşı tarafı çürütmek zorunda değildir. Sadece karşı tarafın iddiasının desteksiz olduğunu göstermesi yeterlidir ateistin. Bir ateist için, inançlının “Tanrı’nın varolmadığını kanıtla” demesi, “Noel babanın varolmadığını kanıtla” demekten farksızdır. Ateist, kanıtlama yükümlülüğünün kendisinde değil, karşı tarafta olduğunu görür. Birisi eğer Noel babanın varolduğunu iddia ediyorsa, bu iddiasını kanıtlamak onun görevidir. Kimse bütün ömrünü olmayan şeylerin olmadığını kanıtlamaya uğraşarak geçiremez. Bir şeyin olduğu iddia ediliyorsa, iddia sahibinin bunu kanıtlaması gereklidir. Kanıtlayamadığı takdirde, fikrinin Noel baba masalından, veya 7 başlı ejderhanın varolduğu iddiasından farkı kalmaz. 13) Kuran’da mucize olabileceğini zannetmek Bu da çok safça bir düşüncedir. Her nedense bütün dünyada sadece kendilerinin bu mucizelere tanık olduğunu görmezler. Kuran’da gerçekten mucize olsa, bunun insanlığın dikkatinden kaçmayacağını, dünya üzerinde çeşitli konulara kafa yoran çok zeki insanlar olduğunu ve bu kişilerin kolay kolay kül yutmayacağını bir türlü anlayamazlar. Her nasılsa, kurandaki bu mucizelerin dikkatlerden kaçtığını ve ancak kendileri bahsederse insanların göreceğini zannederler. Örneğin yabancı uzmanlar arasında da kuranı veya diğer dinlerin kutsal metinlerini okuyup inceleyen uzmanlar olabileceğini ve bu kitaplarda olağanüstü bir durum olsa, bunun bugüne dek keşfedilmeden kalamayacağını bir türlü göremezler. Bu bence Müslüman inançlıların en saf yanılgılarından biridir. 14) Kuran’ın gerçekten elle tutulur ve kendi içinde tutarlı bir kitap olduğunu zannetmek Bu ise, inandığı kitabi okumamaktan ve bilmemekten kaynaklanır. Zannederler ki, kuran iyi bir kitaptır da, inanmayanlar sadece delil eksikliğinden inanmaz. Halbuki kuran ilkel bir kitaptır. Elle tutulur yani yoktur. Kendileri objektif bir gözle okusalar, hatta bırakın objektif gözü, açıp okusalar, pek çok saçmalığı ve ilkelliği kendileri de göreceklerdir. Fakat çoğu inançlı elbette bunun bilincinde değildir. 15) Evrim teorisinin inanıp inanmama kategorisinde bir şey olduğunu zannetmek Son olarak, pek çok inançlı, evrim teorisini de dinlerde olduğu gibi inanıp inanmama kategorisinde değerlendirirler. Meselenin, delil, gözlem, bilimsel doğrulama yöntemleri, vs. gibi yönlerini görmezler. Bu da bilimi ve bilimin yöntemini bilmemekten kaynaklanır. Bilmezler ki, bilimde teoriler tercihe göre kabul veya red edilmez, bilimde karşıt görüşlüleri bile ikna edecek düzeyde somut kanıt ortaya çıkmadan bir fikir benimsenmez. Dolayısıyla evrim teorisi gibi bilimin yerleşik teorilerinden birinin konuyla gerçekten teknik düzeyde ilgilenen hemen hemen herkesi ikna edecek düzeyde delili vardır. İnançlılar bunu bilmezler ve bu yanılgıları da yukarıdaki tüm yanılgılarda olduğu gibi, şartlanma ve bilgisizlikten kaynaklanmaktadır.
  12. dusunce_dunyasi

    Neden birşeyler var?

    Felsefede çok sorulmuş ve üzerinde çok düşünülmüş bir soru bu. Martin Heidegger'e göre bu felsefenin en temel problemidir. Hiçbirşeyin olmadığı bir durum hayal edilebilir mi? Dikkat ederseniz, bu tür bir sonuç çıkarabilmek için kullanmak durumunda kalacağınız herhangi bir gözlem bile bu durumunun geçersizliğini gösterecektir, çünkü ister istemez 'hiçbirşeyin olmaması' tespitini yapan bir gözlemci gerekecektir. Yani hiçbirşeyin olmaması durumunda bile bunu diyen bir gözlemci, yani birşeyler vardır. Hiçbirşeyin varolmaması durumu hayal dahi edilemez. Hiçbirşeyin olmaması durumunu en basit, en doğal durum olarak görmek istemiştir pek çok filozof, bu yüzden neden birşeyler olması gerektiği üzerinde kafa yormuşlardır. Halbuki, ilk anda doğal gelen bu bakış açısının tam tersini iddia eden fikirler de vardır. Örneğin, bir loto çekilişini düşünün. 6 milyon bilet olsun ortada. Bu biletlerden herhangi birinin kazanma olasılığı bir diğerine denktir. Fakat eğer boş dünya bu biletlerden sadece biriyse, diğer dünyaların tümü dolu dünyalar olmalıdır bu bakış açısına göre ve boş dünya olasılığı dramatik bir biçimde azalmaktadır. Peter van Inwagen'in (1996) önerdiği bu istatistiksel bakış açısı, durumu tam tersine çevirmekte ve asıl birşeylerin varolduğu dünya fikrini diğer duruma göre çok daha olası görmemiz gerektiğini ileri sürmektedir. Eski dönemlere bakarsak, örneğin rasyonalist filozof Leibniz, bu soru üzerine düşünürken, kendileri gerçekte varolmayan sanal varlıklar tanımlamış ve bu mümkün şeylerin gerçek şeyler haline gelebilmek için rekabet halinde olduklarını hayal etmiştir. Birşey, varolabilmek için başka şeylerle ne kadar rekabet etmek zorundaysa, kendisinin gerçek haline gelmesini engelleyecek başka bir şey tarafından engellenmesi de o kadar büyük olasılık olacaktır. Fakat bu bakış açısı, Leibniz'in kendisinin de gördüğü gibi, hiçbirşeyin varolmadığı veya varolmaması gerektiği fikrine götürür bizi. Bu yüzden Leibniz sormuştur, neden birşeyler var öyleyse diye. (Birşeylerin neden varolduğu konusunda kendi açıklaması muhtemelen Tanrı olacaktır bu konuda tabi). Felsefedeki materyalizm ve idealizm ayrımına aşina olanların göreceği gibi, Leibniz'inki idealist bir bakış açısıdır. Ve aslında bu tür bir bakış açısının yaratacağı düşünsel tuzağı çok güzel ortaya koymaktadır. Bazı filozoflar 'neden birşeyler var' sorusunun cevapsız olacağını düşünmektedir, çünkü birşeyin varlığını, varlıksal referanslar kullanmadan çıkarsamak gerekmektedir bu soruyu istenilen şekilde cevaplayabilmek için. David Hume, herşeyi toplu olarak belki açıklayamasak da, tek tek şeyleri açıklayabileceğimizi söyleyerek bu soruyu cevaplamanın imkansızlığına teselli olacak bir tespitte bulunmuştur. Bir empirist (ve materyalist) olan Hume, herhangi birşeyin varlığının sadece zihinsel muhakeme ile bulunamayacağını ortaya koymuştur. Rasyolanist filozoflar (ki idealisttirler) bu konuda cok daha iyimser olmuşlar ve pek çoğu örneğin Tanrı'nın varlığı için a priori kanıtlar önermeye çalışmışlardır. (Bu tür bir çabanın boşa kürek çekmek olacağı, çünkü sırf zihinde yapılan muhakemelerle Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya çalışmanın, kedinin kendi kuyruğunu kovalamasına benzer bir şekilde, başladığı yere dönen ve baslangıçta içerdiği gizli kabulleri dönüp dolaşıp kanıt diye sunan döngüsel bir düşünce biçimi olacağı bugün çok daha net bir biçimde anlaşılmaktadır. Bu tür bir varlık ile ilgili yargıya varabilmek için dıştan gelen veri kullanmak gerekmektedir). Yokluktan çıkarak varlığı açıklamak, varlıksal öğelere referansta bulunmadan varlığı açıklamaya çalışmak şeklinde paradoksal bir çaba olduğundan, genellikle içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Halbuki, yokluk durumunun dogal durum olarak kabul edilmediği bir bakış açısı benimsendiğinde, yani varlıktan başlandığında, (materyalist bakış açısı), evrende olan biten sadece varlıkların dinamik bir şekilde bir şeyden başka birşeye dönüşümü olarak görülecek, mutlak yokluk durumunu hayal etmenin imkansızlığı ile boğuşmak durumunda kalınmayacaktır. Dolayısıyla, yokluğu temel alıp, varlığı ondan türetmeye çalışmak ne şekilde yapılırsa yapılsın boş bir çabadır. Son olarak, neden birşeyler var sorusuna bir de modern fizik açısından bir cevap verelim. Fizikçi Victor J. Stenger'e göre, hiçbirşey olmaması yerine birşeylerin olmasının sebebi, hiçbirşey durumunun, yani mutlak boşluğun 'kararsız' olmasıdır. Parçacık fiziğinde iki çeşit parçacık tanımlıdır, fermion'lar ve boson'lar. Şu anki evrende boson'lar fermion'ların yaklaşık milyar katıdır. Big Bang'in başlangıcında fermion ve boson'ların eşit olduğu bir vakum hayal edebiliriz diyor kendisi. Nitekim, evrenin oluştuğu vakum eğer süpersimetrik ise, bu beklenen birşeydir zaten kendisine göre. Bildiğimiz evren, bu süpersimetrik yapının kırılması ile oluşmuş olmalıdır. Peki neden birşeyler vardır? Çünkü Stenger'e göre, birşeylerin varolması, daha doğal, daha kararlı bir durumdur ve daha olasıdır da onun için. Hatta bir hesaplamaya göre hiçbirşey durumuna göre birşey durumunun olasılığı iki kattan daha fazladır. Doğada bu durumun, yani, basit durumların kararsız oldukları için daha karmaşık durumlara dönüşme eğiliminin pek çok başka yerde de gözlendiğinden söz etmektedir Stenger. Örneğin kar taneleri örneğini vermektedir. Bildiğimiz kar kristalleri, kolay bozulan şeylerdir elbette ama bu daha çok bu kristallere evrenin geneline göre çok daha yüksek olan sıcaklıklarda tanık olduğumuz içindir. Ortam sıcaklığının buzun erime sıcaklığının çok daha altında olduğu durumlarda kar kristalleri bozulmadan kalacaklar ve yapılarını bozmak için enerji gerekecektir. Stenger'e göre bu örnek, pek çok basit sistemin kararsız olduğuna, ömürlerinin sınırlı olduğuna ve daha düşük enerjili kompleks yapılara doğru kendiliğinden faz dönüşümüne yatkın olduklarına dair bir örnektir. Evrenin kökeni ve Big Bang'in sebebine ait popüler teorilerden biri, Stenger'e göre, vakumun kendiliğinden daha düşük enerjili ve daha kompleks bir duruma faz dönüşümü gerçekleştirmesidir. Bu fizikte 'sponteneous phase transition' (kendiliğinden faz dönüşümü) denen ve bilinen bir kavramdır. Yani Stenger'e göre, hiçbirşey olmamasından ziyade birşeyler vardır, çünkü birşeylerin olma durumu daha kararlı, daha olası ve daha doğal bir durumdur. Hiçbirşeyin olmaması durumu ise her an simetri kırılımı yoluyla faz dönüşümüne açık, daha kararsız bir durumdur.
  13. Mantık ilkelerinin kökeni, çetrefilli bir konu. Cevabı da çok kolay değil. Fakat cevap olamayacak bazı şeyleri rahatça tespit edebiliriz. Mesela mantığın kökeni sorununa Tanrı ile cevap vermek geçersiz bir cevap olacaktır. Çünkü her şeyden önce, mantığın kökeni Tanrı ise, Tanrı'nın kökeni nedir sorunu vardır. Zaten Tanrı bilinmeyenlere cevap vermek amacıyla uydurulmuş içi boş bir kavram olduğundan ve ne anlama geldiği bilinmediğinden, bunu geçerli bir cevap kabul edemeyiz. Ayrıca Tanrı mantığa uymak zorunda mıdır, yoksa mantık Tanrı'nın yaratımlarından biri midir sorunu çıkar o zaman ortaya. Ki inançlılar için çetrefilli bir sorudur. Ya Tanrı'larının mantıksız ve absürd olduğunu kabul etmek, dolayısıyla da 'Allah akılla bilinir' türü iddialardan vazgeçmek zorunda kalırlar, ya da Tanrı'nın da mantığa itaat etmek zorunda olduğunu, dolayısıyla mantığın Tanrı'dan daha temel birşey olduğunu söylemek zorunda kalmış olurlar. Yani Tanrı'nın kadir-i mutlaklığından vazgeçmek zorunda kalırlar. Kısacası, mantık konusuna Tanrı ile cevap vermeye çalışmak, çıkmaz bir sokaktır. Ayakları yere basan bir cevap için ise mantığın kökenini yaşadığımız evrene dayandırmalıyız. Bu durumda mantık neden beynimize işlemiştir, ampirik midir, yoksa beynimize kodlanmış birşey midir tarzı sorular ortaya çıkar. Yani örneğin çevremizde gördüklerimize dayanarak insan beyninin erken yaşta oluşturduğu bir düşünce alışkanlığı mıdır mantık, yoksa beynimize ve genlerimize işlemiş midir? Gerçi farketmez, iki durumda da kökeni sonuçta dış dünya olur. Yani o anlamda, mantık muhtemelen nihai köken olarak ya ampirik, ya da dış dünya kökenli, doğal (doğa içinde kalan) bir olgudur. Mantığı bu çerçevede, naturalist bir bakış açısıyla incelemek şarttır. Aksi takdirde, 'mantığı kim yaratmıştır', 'acaba Tanrı mı yaratmıştır' gibi sorular sormak, mantığı alıp tinsel bir varlık kategorisine sokmak olur. Onu yaratılan şeyler ve nesnelerle bir tutmak olur. Halbuki mantık, maddi dünyadan bağımsız olarak varolan tinsel bir varlık değil, dış dünyayı algılayışımızla ilgili, onunla iç içe bir kurallar bütünüdür. Yani bizim dış dünya ile ilişkimiz bağlamında tanımlıdır. Dış dünyadan bağımsız bir kurallar bütünü olarak değil.
  14. ABD'nin Türkiye'deki islamın diğer islam alemine örnek olacak bir ılımlı islam modeli olduğu veya olması gerektiği inancına sahip olduğu açık. Bu Amerikan kaynaklı pek çok jeopolitik analizin, istihbaratın ve yayınların odak noktası. İslam'ın kaçınılmaz biçimde radikalleşeceği pek çoğumuzun paylaştığı bir görüş, fakat ABD'nin olaya bu bakış açısıyla yaklaşmadığı gözleniyor. Daha doğrusu, mesele ABD'nin bu fikri paylaşıp paylaşmamasından ziyade, daha çok ortada başka bir seçenek görmemesi. Yani bunu bir deneyecek. Ilımlı islam diye birşeyin olamayacağı ortaya çıkarsa, o durumda bu yeni verilere göre durum değerlendirmesi yapıp, o durumda ne gerekiyorsa onu yapacak belki, ama şu aşamada, ortada zaten başka seçenek görmüyor Amerika. Ilımlı islam diye birşeyin olabileceği, hatta Türkiye'de zaten varolduğu varsayımı altında, bu teoriyle kalkışıyor yaptıklarına. Bunu yapmazsa ne yapacak ki? Dünyadaki 1 milyar müslümanla mı savaşacak? Ortada başka bir seçenek olmadığı için, bu ılımlı islam teranesini bir denemek zorunda hissediyor kendisini Amerika. Peki Türkiye'nin gerçekten bölgede nüfuzu olan, sözü dinlenen ve örnek alınan bir ülke olması ihtimali var mı? Türkiye pek çoğumuza bu tür bir rol için fazla önemsiz bir ülke gibi gözüküyor. Fakat bence Amerika isterse ve buna önayak olursa bu mümkün. Amerika istedi diye Türkiye'de ordunun siyasetteki gücü bile tasviye ediliyor, ki normalde bu akla hayale gelmeyecek birşeydi. Amerika bizi gerçekten de bölgedeki islam ülkelerine bir örnek ve bir alternatif olarak görmek istiyor. O diğer ülkeler bizi takip etsinler istiyor. Ki zaten o diğer ülkeler dediğimiz ülkelerin pek çoğu eski Osmanlı toprağıdır. Son 90 yıldır oralarda Türk ve Osmanlı nüfuzu olmasa da, o bölge ondan önceki 1000 yıl Selçuklu ve Oslanlı, yani Türk hakimiyetinde olmuştur. Türkiye güçlendikçe o bölgede nüfuzunu hissettirmeye başlaması muhtemeldir. Zaten ortadoğu ve Balkanlarda şu anda bile Türk malları satılmakta, Türk otomobilleri kullanılmakta, Türk müziği dinlenip televizyonda Türk dizileri seyredilmektedir. İbrahim Tatlıses vurulduğunda, sadece ortadoğuda değil, balkanlardaki bazı televizyonlarda bile birinci haber olarak verildi bu. İranlı bir radyo spikeri İbrahim Tatlısesin vurulmasını ağlayarak duyurmuş. Demek istediğim, Türk kültürünün eski Osmanlı nüfuz çevresinde şu anda bile az da olsa bir etkisi var. Amerika isterse bu etkinin artması da muhtemeldir. Amerika ise bunu istiyor ama tek bir şartları var, bunu çağdaş ve batılı bir laik güç olarak değil, müslüman kimliğiyle, ılımlı islamın temsilcisi olarak yapacağız. Biz ABD'nin bu şartını uygulamaya gönüllü olduğumuz sürece - ki AKP'yi seçen halkın verdiği mesaj buna gönüllü oldukları - bu dediklerim olmayacak şeyler değil. Bu ise ülkenin laik kesimi olan bizlerin hoşumuza giden birşey değil (yani Türkiye'nin nüfuzunun artması ihtimali hoşumuza gidiyor tabi ama bu islamlaşarak yapması fikri hoşumuza gitmiyor haliyle), ama bana öyle geliyor ki Amerikanın tabiriyle "we are fighting a losing battle". Yani yenilmekte olduğumuz bir savaşın içindeyiz, ülkenin ilerici, batılı ve laik kesimi olarak. Türkiye'de askerin nüfuzunun azaltılması ve şu Ergenekon, Balyoz, vs fasa fisoları bile, eğer ABD onay vermese, hatta önayak olmasaydı olacak şeyler değildi. Bizim uyduruk AKP'nin tek başına kalkışmaya cesaret edeceği birşey değildi bu. Eğer ABD'nin bu işte gerçekten bu düzeyde parmağı varsa, bu işin geri dönüşü de ancak ABD fikir değiştirir ve Gülen hareketi ve AKP'yi desteklemekle iyi etmediklerine karar verirse mümkün olacak demektir. Bunun gerçekleşmesi için ise zemini AKP'nin kendisi hazırlıyor. O "one minute"lar, İsrail'e kafa tutmalar, Avrupa Birliği üyeleriyle ileri geri konuşmalar, tüm bunlara şimdilik göz yumuluyor ama bunun bir sınırı var. ABD'nin istihbarat kaynakları zaten Türkiye'deki gidişten endişe duyduklarını kendileri ifade ediyorlar. AKP kendi altını oyuyor ve kendi sonunu hazırlıyor gibi gözüküyor.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.