Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Senyour's Blog

  • başlık
    61
  • yorum
    32
  • görüntü
    102.799

MARİFET-İ İLAHİYE İLE İLGİLİ ÜÇ ÖNEMLİ NOT


Senyour

2.780 görüntü

BİRİNCİ NOT

Semavî kitaplardan anlaşılan; madde de mânâ da, gayb de şehâdet de, Rahman da Rabb de, İsa da Musa da, Kanun da Mucize de, ve “Ha-Mîm” ile işaret edilen 99 isim de ve Cevşen’de anlatılan 1001 sıfat ve şuunât da mutlak(sonsuz) bir Hakikatin farklı şuun ve tecellileridir. Dualiteyi izah eden Rahman sûresinde anlatıldığı gibi; bütün zıtlar O’nun şuunâtıdır (nitelikleridir). Bu noktadan bakılırsa insan için ölüm ve yokluk, söz konusu olamaz. Evet, “O, hergün yeni bir şe’ndedir.” Bu, tevhit gereğidir. Çünkü en büyük dengesizlik sayılan şirkin varlıkta yeri yoktur. Ve;

 

Bütün bu zıtları dengeleyen ve bu şuunata hayat ve can veren ve Kâinatın ve hayatın işletim sırrını izah eden “Sibernetik” ilmine işaret eden “El-Adl” ismi ve niteliğidir ki, İmam-ı A’zam’a göre en büyük İsm-i A’zam’dır.

 

Evet hiçbir şey, tek başına O, değildir. Fakat O, herşeydir. Yani sonsuzdur. Ve her şeyin ruhu ve özü olan dengedir; El-Adl’dir. Hayat ile eşdeğerdir. Zaman ve mekandan münezzeh olduğu gibi kâinatın dışında olmaktan da münezzehtir. Ahmed-i Hanî’nin tabiriyle “O, sadece ene’l-hak, değildir. Fakat Vahid-i Mutlak’tır.”

 

İKİNCİ NOT

Varlığın her boyutunu gören, ifade eden , belki bütün varlıkların ve olayların ifade edilişi olan Kur’an’da “vücûd” (sonradan varolma), îcad (yoktan var etme) ve adem (yokluk) kavramları yoktur. Sadece bulmak mânâsına “vecede, yecidu” fiilleri vardır. Bu da var olan bir şeyi keşfetmek ve yeni bir görmek, demektir. “Evet hakîki mânâda varlık, bir tanedir.” Gelişmek ve göreceli mertebeleri meyve vermek üzere dualite ve diyalektik süreçlerine girer… Yani “Bir”den gelir. Sonra gelişerek “Bir”e döner; “O’ndan geldiniz, ve O’na döneceksiniz!”

 

Kur’an’da sıkça anlatılan “Halaka” (yarattı) fiilleri ise etimolojik ve lügat olarak şekillendirmek, demektir. Evet hakîkî mânâsıyla Varlık ve Hakikat Bir’dir. Gelişmek üzere ve meyveler vermek için değişik şekillere giriyor. Onun için gerçek mânâda ölüm söz konusu olamaz. Ve bu maddî ve manevî şekillerin özü, ruhu ve asıl varlığı denge ve dengelerdir ki, “El-Adl” ismi bunu ifade ediyor. Sibernetik ilmi de bunu izah ediyor…

 

Ve marifet konusunda yüksek bir yeri olan Risale-i Nur’da (24.Söz,1.Dal’da) ifade edildiği gibi, Allah’ın en büyük ismi olan ve bütün esmayı içeren ve hepsini hikmet dairesinde dengeleyen isimdir ki; Ayetü’l-Kübra’da “El-Hayy” olarak ifade edilmiştir… Hayat da denge ile eş değerdir. Belki varlığa ve maddî şekillere hayat veren ve sonsuz bir bilgi isteyen “denge”nin ta kendisidir…

 

Demek; insanın kendisini Evrensel Varlıktan ayrı, müstakil bir varlık olarak görmesi ve hissetmesi, büyük bir yanılgıdır, firavunluktur. Şirk ve dengesizliklere sebep olduğundan bir nevi yokluktur; gerçek ölümdür. Çünkü bu durumda insan, kendisini “Varlık Şecere-i Tûbası’ndan koparıyor; yokluk canavarına yem oluyor. (bkz; 24. Mektup, 24. Söz, 5. dal, 4. Şua)

 

Risalelerde (23. Lem’a ve 33. Söz) kullanılan “hudus”, “imkân”, “ihtira” gibi kavramlar, o günkü şartlarda söylenilen ve büyük bir dengesizlik olan dinsizliğe karşı yapılmış bir müdafaadır. Mutlak hakikati ifade makamında değildir. Zaten bu gibi kelamî kavramlar, Kur’an’da kullanılmadığından önemli âlimler tarafından eleştirilmiştir.

 

Ve bu nottaki bu bilgilerden ezeliyet-i madde gibi batıl bir fikir ve iki aşırı ucu olan vahdetü’l-vücûd felsefesi anlaşılmamalı! Çünkü, madde, gerçek varlığa göre; dağılmaya, dökülmeye mahkum bir kabuktur. Varlığın en zaif şeklidir… Paha biçilmeyen bir tablonun ruhu olan sanatına göre, bir metre bez ve basit bir çerçevedir!.. İlkel bir algılayıştır… Hatta bu algılayış biçimi bu asırda o kadar çok yerleşmiştir ki, dindarlar dahi, Allah’ı gökte, maddî bir varlık olarak algıladıklarından, müthiş dengesizliklere sebep oluyorlar.

 

 

ÜÇÜNCÜ NOT

Birlik, İkilik, Üçlük

 

Evet mutlak hakîki varlık Bir’dir, sonsuzdur, saf hayır ve güzelliktir; ortağı ve şeriki asla olamaz. Zaman ve mekândan münezzehtir. Onun için; “Allah, daha önce ne yapıyordu?” gibi yanlış bir soru sorulamaz.

 

Bu sonsuz ve mutlak varlığın kuşatıcılığına, İslam literatüründe “Vahidiyet” denir. Ve bu sonsuz varlık, o kadar mükemmel sıfatlara ve kudrete sahiptir ki, bölünmeden, yani gerçek özelliklerini kaybetmeden, her yerde, her şeyde bütün özellikleriyle ve sıfatlarıyla bulunur. Buna da “Ehadiyet” denilir…Batılılar, bu ikinci tecelliye “monad” ve “monadoloji” diyorlar.

 

Bütün bu özellikleriyle beraber, bu Mutlak Varlık için göreceli bir boyut olan zaman ve mekân söz konusu değildir. Fakat bu Mutlak Varlık, bir açıdan bilkuvve olmaktan bilfiile geçince, Celâl ve Cemal olarak bir ikilik gerçekleşir.Yani güzellik-çirkinlik, Cennet-Cehennem sıcak-soğuk, negatif-pozitif, semavât-arz, ruh-beden, madde-mana gibi zıtlıklar ortaya çıkar.

 

Bazen de, bu ikili yapının ortasında başka bir gerçek (sentez) oluşur. Semavât ile arzın ortasında hayat gibi… Cennet ve Cehennem ortasında “A’raf” gibi... Ruh ve beden arasında hafıza gibi… Allah ve insan arasında Cebrail gibi…

 

Bu ikili yapı arasında çıkan çatışma ve gelişme o kadar çok göreceli güzel meyveler veriyor ki, Bir olan Mutlak Varlığın ikililiğe izin vermesinden kaynaklanan bütün çirkinlikleri telafi eder… Ve bir olan Mutlak Varlıktan gelen bu göreceli ve ikili yapının görevi bitince, yine aslına, Birliğe, Mutlak Varlığa döner… Ahiret âlemi böyle bir birleşmenin sonucu olduğundan; göreceli ve ikili dünya ölçekleriyle tamı tamına anlaşılmıyor. Onun için Peygamberimiz (A.S.M.) söyle buyurmuştur: “Ahiret öyle bir hakikattir ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de kalb-i beşerin hatırına gelmiştir!..”Bu hakîkatin geniş izahı için 29. Söz, İnce Remizli Meseleye bakınız!

 

Yukarıda not olarak anlattığımız bu hakikatten şöyle birkaç özet cümle çıkartabiliriz:

 

a) İç dengesini, birliğini koruyabilenler (muttakîler), yani çelişki ve ikilikten ve göreceli çatışmalardan kendisini kurtarabilenler, göreceli ölümü yener, ebedi bir hayatı hak eder.

 

B) İnsanın Ahiret alemini, gayb alemini ve bir nevi gayb alemi olan geçmiş ve geleceği özlemesi, bu ikili ve çelişkili yapıdan kurtulmak ve O Mutlak Mükemmel Varlığa ulaşmak içindir. Ahiretin bir ismi, Kur’an’da geçtiği üzre; “yewmü’l-fasl”dır… Yani ikili yapının birbirinden ayrılıp Mutlak Mükemmel Birliğe ulaşma günüdür. Yukarıda zikredilen İNCE REMİZLİ MESELE’ ye bakınız!

 

c) Başta kadın ve erkek olmak üzere, bütün göreceli zıtların birbirine aşık olması, görev icabı da olsa, bu mutlak birliği yaşamak içindir… Erkek ruhu temsil ediyor; gelişmek ve üretim için ikili yapıya sahip olan maddeyi (kadını) özlüyor… Kadın da maddeyi temsil ettiğinden ruhun ve birliğin koruması altına girmek istiyor ve bu birleşimde bir nevi ebedi bir hayat doğuyor; nesilleri hep devam ediyor.

 

d) Bu birlik ve ikili hakîkatten; “Sana gelen her hayır, Allah’tandır; ve her kötülük nefsindendir” mealindeki ayetin gerçeği, şirke girilmeden anlaşılmış olur… Evet mutlak hayır ve varlık Allah’tır. Nefs ise göreceli ikiliğin getirdiği bir ürün olduğundan ve ikilikte mutlak hayır ve güzellik olmadığından, kusurların, kötülüklerin kaynağı olmuş sayılır.

 

e) Dünya tarihinin ilk bilimcileri sayılan Mecusiler, bu hakikati bilmedikleri için Mutlak Birliği unutup ikilikte boğulmuşlardır… Hıristiyanlar, üçlü yapıyı aynı ve tek bir hakîkat olarak görecekleri yerde, o üçü müstakil bir tanrı olarak gördüler. Varlık ve güzellik ile ilgili çok gerçeklerin gizlenmesine sebep oldular. Sofiler, birliği görüp ikili ve üçlü yapıdan kaynaklanan çok hakikatleri kaybettiler. Çünkü ikili yapıyı hayal sandılar.

 

Ve en son olarak; Mecusilerin ateşe taptıkları gibi, enerjiye tapan modern deterministler ve esbab-perestler de ikililikten asla kurtulacak gibi görünmüyorlar.

 

f) İnsan bütün bu hakikatlerin ortasında olduğundan, Birlikten ve Mutlak Varlıktan kopmamak şartıyla, bir daha Birliği ve Mutlak Varlığı tam kazanabilmek için bu ikili yapı fırınında pişmeli; ikili varlığın bir ürünü olan nefsini Mutlak Varlık içinde eritmeli; Birliğe ulaşmalı, Cenneti hak etmeli!..

 

g) Diyebiliriz ki; ikilik, geçici ve anlık bir durumdur. Varlığın geçmiş ve geleceğinde asıl olan Birlik ve Tevhit’tir. Onun için hadis-i kutsîde Cenab-ı Hak: ‘‘Zamana sövmeyin, zaman benim’’1 diye buyurmuştur. Ve Yunus Sûresi, ayet 31’de varlıklardaki ilâhî bütün işler ve idareler anlatıldıktan sonra, “Fezalikumullahu Rabbukumü’l-Hakku” denilmiştir. Yani kâinattaki bütün bu hakikatlerin ve idarelerin başı, esası, Allah’tır. Sonra bu varlığı geliştirmek için, ikili yapıya sokuyor; pişiriyor, terbiye ediyor. Ve ahirette, bütün bu göreceli ve ikili varlıkların görevlerinin hakkını vererek, onları gerçek varlık yapıyor. Hakk ve hakikat olduğunu bilfiil yaşıyor.

 

Bu ayetin en son cümlesi de şöyledir: “Femâzâ ba’de’l-Hakki illaddalâl; fe enna tusrafûn!” Yani: “Hak ve hakîkat olan ahiretteki bu gerçek varlıktan sonra, dalâletten başka ne olabilir?! Artık nasıl yönlendirildiğinize bakmaz mısınız?!”

 

h) Son olarak diyebiliriz ki; hangi varlık, özünde saklı olan ve bir açıdan kendi varlığını teşkil eden, yani varlığın özü olan dengeyi ve adaleti tam yaşarsa ve hayatı boyunca devam ettirirse; yani göreceli ikili yapısını denge ile devam ettirip Mutlak Varlık’a göreceli ve görevli bir ayna yaparsa, o ebedî bir hayatı hak eder. Hakk ismine yapışır, göreceli varlığını hakikî varlık yapar. Onun için daha ölüm ve yokluk söz konusu olamaz.

 

Dinî literatürde bu dengenin ismi: “Sırat-ı Müstakîm”dir. Bütün büyük zatlar, demişlerdir ki;“Kim sırat-ı müstakîm üzere gidebilirse, o Cennete girer.” Yani, ebedî ve mutlak bir varlık kazanır.

 

Kasas Sûresinden Marifetle İlgili Ek Bir Not

“Her şey” yani her şekil “fânidir” , O’nun yüzü hariç...(Kasas, 88)

 

Nuranî şeylerin yüzü, özü demektir. Allah da nuranî olduğu için O’nun yüzü, özü demektir. (İşarâtü’l- İ’caz ve Kızıl î’caz)

 

Evet, Allah’ın şekli olmadığı için o ezelî ve ebedidir. Gerçek ve sonsuz varlıktır. Demek bizim şeklî varlıklarımız fânidir.

 

Evet, Hakk ve Mutlak (Sonsuz) Varlık Birdir, nihayeti yoktur, ki (mecazen) mevcûdât denilen diğer nesneler O’nun ortağı olsun!

 

Evet, kâinat dediğimiz tecelliler, eşkâl-i fâniye ve geçici niteliklerden ibarettir. Bu nitelikler, o sonsuz varlığın nokta görüntüleridir, şekil itibarı ile fânidirler. Varlıkları ise onların değildir, sonsuzdan gelip sonsuza varıyorlar. İmkân ve hudûs sadece onların şekilleri için vardır. Ve şekilleri sınırlı olduğu için sonsuz olan Hakk Varlık gibi olamıyorlar. Tanrı sayılmıyorlar.

 

Demek kâinatta olan bütün esmâ, sıfat ve nitelikler, o Sonsuz, Hakk ve Mutlak Varlığın sadece nokta taayyünleridir, demek şerik ve ortakları değiller. Allah’ın Zât’ı eşbah ve benzerlerden münezzehtir.

 

Evet, esmâ ve sıfatlar, sadece şekillerin alâmetleridir; şekiller belli olduktan sonra onlara takılan işaretlerdir ki, diğer şekiller ile karışmasınlar.

 

Demek İbn-i Arabî’nin de dediği gibi “Hû” (O)’ dan başka Onun Zât’ının ismi yoktur. Esma ve sıfatlar sadece O’nun nokta tecellilerinin şekil alışlarının işaretleridir; insan tarafından yorumlanışlarıdır.

 

“Felâ isme lehu illa hû”

 

 

17.09.2003

Bahaeddin SAĞLAM

0 Yorum


Önerilen Yorumlar

Gösterilecek hiç bir yorum yok

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.