Dün çok güzel bir küpe çiçeği aldım, sonra da onu terasımda seveceğini umduğum güzel bir yere özenle yerleştirdim ama dün gece o kadar çok esti ki aklımı ondan bir türlü alamadım. Sabah saat 9 gibi kalkınca ilk iş hemen terasa çıkıp çiçeğime bakmak oldu; hava hala serindi, hafif de nemli bir serinlik... Bu havayı seviyorum; çünkü devamında kesin yağmuru getiriyor.
Birden Taksim'e gitmek istedi canım... Üzerimi giyindim bir taksi çağırdım ve Taksim'e gittim. Tünel'e doğru yürüdüm, Starbuck
ßugun de diğer günlerimden farksızdı, öyle geldi geçti işte...
Ta ki şu anıma kadar...
Tek birşey var benim için,
Berbat bir günü değiştirmeye yeten ve onu inanılmaz güzel bir gün haline dönüştüren...
Geçtiğim günü bitirirken orda olup, yeni günüme başlarken de henüz gitmemiş olan,
Dünü benimle bitiren ve bugüne benimle birlikte başlayan,
T
E
K
B
İ
R
Ş
E
Y
...
Şimdi hangi sebep bugünümün geri kalanında artık beni üzebilir ki?
Lütfen,
H
İ
Ç
B
İ
R
Ş
E
BİR İTİRAFIM VAR
En küçükken ip cambazı olmak isterdim çünkü babamın beni götürdüğü sirkteki ip cambazından çok etkilenmiştim.
Sonra biraz büyüdüm çöpçü olmak istedim çünkü şu an moda olan hani şu renk renk lastik çizmeler var ya ben küçükken bir ara yine moda olmuştu ama annem “Ne o öyle, çöpçü çizmeleri gibi” diyerek bu isteğimi reddetmişti. Hani yani çöpçü olsam o çizmelerden benim de birer tane olabilirdi.
Az daha büyüdüm astronot olmak istedim çünkü çoğu arkadaşım astronot olma
ßeşibiryerdeleri bilmeyen yoktur herhalde değil mi?
Evet evet tam da aklınıza ilk gelen beşibiryerdeler benim size bahsettiklerim, yani 12 eylül darbecileri Kenan Evren, Nurettin Ersin, Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer ve Sedat Celasun olan beşibiryerdeler deeeeeeğiiiillllll, tabii ki de onlar gelmedi aklınıza biliyorum, benim bahsettiğim 5 tane Cumhuriyet altınından oluşan ve bir kırmızı kurdeleye geçirilip, düğünlerde gelinlerin boynuna takılan karizmatik beşibiryerdeler...
Peki nedir ba
ÖLDÜRDÜK, ARTIK YETER!
Mahallemizde bir tane televizyon vardı o da kapı komşumuzun evindeydi. Her zaman olmasa da arada bir oraya televizyon izlemeye giderdik. Gittiğimiz günlerde de sanırım televizyonda özel bir program olurdu, çünkü sadece biz değil, tüm komşular o gün televizyon izlemeye gelirdi. Sonraları bizim de bir televizyonumuz oldu… Siyah beyaz, tek kanallı bir televizyonumuz…
Çamaşır kazanlarda kaynatılırdı. Elde yıkanır ve durulanır, çok kirli olanlar ise tokaçla dövülürdü
ßen 15 yaşındaydım... Kış aylarıydı ve televizyonlar her akşam Körfez Savaşı ile ilgili haberler geçiyordu...
Teyzem gelmişti. Her kış gelirdi zaten, kışı birlikte bitirirdik ve her bahar Giresun'a ailesinin yanına geri dönerdi. Tıpkı Demeter'in kızı Persephone gibi...
Aramızda fazla yaş farkı yoktu teyzemle, zaten birlikte büyümüştük. Ondan olsa gerek bizimki teyze-yeğen ilişkisinden çok bir arkadaş, dost ilişkisi gibiydi...
Bir de kuzeni vardı teyzemin, kuzeninin de bir arkadaş
Bir ay kadar önce Radya arkadaşım facebooktan bana şuna benzer bir mesaj göndermiş; "Feng Shui'ye göre kırmızı balıklar huzur, uyum ve zenginlik elde etmek istediğimiz her yerde güçlü tedavi niteliğindeymiş. Örneğin dişçiler tedirgin ve gergin hastalarını bu hissiyattan kurtarmak için bekleme salonlarına kırmızı balıklar koyarlarmış. Özellikle yalnız yaşayan insanların evlerinde iki adet kırmızı balık beslemeleri hem evin hem de kişinin enerjisini yükseltirmiş. Kırmızı balıklarımız için her türl
Bazı sesler adamı yazmaya zorluyor, yanlış anlaşılmasın 'gaipten gelen sesler'den bahsetmiyorum, henüz o kadar şizofren olmadım ayrıca gaipten sesler gelmez bana çünkü ben ateistim, din min, gaip maip anlamam! Offf binyamin şurada ciddi ciddi bir yazı yazacağız, yine aklıma sen geliyorsun gülesim geliyor amaaaaa... Tamam konuya geçiyorum. Bazı sesler derken bazı dinlediğim sesler, yani sanatçı sesleri... Kim olduklarını söylemeyeceğim ama o sesleri bir araya topladım ve youtube da bir mix yaptım
ßu aşk ilk defa, bundan çok çok uzun yıllar önce Afrodit ile Adonis arasında yaşanmış…
Afrodit güzeller güzeli bir tanrıçaymış...
Adonis ise kendisine yeterince tapınılmadığından cezalandırılarak bir mersin ağacına dönüştürülen Myrrha’nın oğlu…
Afrodit, ölümlülerinin en güzeli olan Adonis'i doğduğu an görmüş ve ona ilk görüşte aşık olmuş... Onu kimseler görmesin diye gözlerden uzak tutabilmek adına Yeraltını Tanrıçası Persephone’ye emanet etmiş… Ama güzellik bu, başa bela işte, Adonis’i
Yaşamında yapabilecek herşey tükendiğinde,
ya da hiçbirşey yapamayacak duruma düştüğünde,
yazarsın __ ancak da o zaman yazabilirsin:
Yazabilmen, yapabileceklerinin tükenmesi;
senin, hiçbirşey yapamayacak duruma düşmen
olacak.
Hiçbirşey yapamıyorsan, yazarsın
__ ancak da, o zaman...
demiş Oruç Aruoba...
Ben de yazdım...
Hiçbirşey yapamıyorsan, yazarım
__ ancak da, o zaman...
ßu sabah saat 7:00 de kalktım... Bilen bilir uyku ile ilgili problemimi, gunde 3 saatten fazla uyuyabiliyorsam kendimi o gün için şanslı sayarım ki nitekim bugün 4 saat uyumuşum... Ne güzeeeel... Hemen fırladım yataktan, giyindim ve hızla evden dışarı çıktım... OoOo hava ne kadar soğukmuşş öyleee, buz, buzzzzzz... Dırrrrr, kar yağacak sanırım... Karı da çok severim ama bugün yağmasın lütfen... Çünkü arabanın lastikleri kabakkkkkkk ve zincir de yok zaten... Üstelik olsa da ben zincir mincir takam
ßir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler berber iken ülkelerden birinde yaşayan bir yakışıklı prens varmış... Saray ahalisi Prenslerini çok severmiş, onu yerlere göklere sığdıramaz, ona olan sevgilerini kelimelerle anlatamazlarmış. Lakin Prens yıllardır sarayın dışına çıkmadığından halkı onu asla göremez, göremediği gibi de sadece saray ahalisinden duyduklarıyla onu tanırlarmış. Prens sarayın dışına çıkmak istemediğinden değil aslında sadece çekin
ßir soru;
Çocukluğumuzun, içinde, aynı anda barındırdığı saf sevgiyi ve saf acımasızlığı hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm, yaklaşık bir yarım saattir aklıma gelip giden bir sürü çocukluk anısının içinde dolanıp duruyorum ve düşünüyorum… Bazıları bir korku filminin sahnesi gibi… İnanılmaz… Dehşet verici…
Okuyunca “Ne var ki bunlar da, bunlarda bir şey mi?” diyebilirsiniz ama şimdiki aklımızla hiçbirimiz bunları yapmaya yeltenmiyorsak, bunlar da bir şeydir aslında… Ve dehşet v
Şarkıda diyor ki;
“Seni bu derece yıktıkları için, yaşamının gizini vereceğim sana…”
Böyle bir gize benim de ihtiyacım var, beni bu denli yıktıkları için…
Yazayım diyorum ama aslında yazasım da pek yok. Çiçeklere su mu versem? Ölmek üzereler artık. Ama çiçekleri bile sulayasım yok! Halbuki onların ne suçu var ki?
Sadece artık içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor.
Geçer mi acaba?
Geçer tabii, geçmeli, neler neler geçmedi ki!
Ben en iyisi çiçeklere su vereyim…
ßu yılı böyle güzel bitireceğimi birkaç ay önce soyleselerdi hayatta inanmazdım. Çünkü bir kaç ay önce kendimden, hayattan ve neredeyse herkesten nefret edecek bir ruh halindeydim... Çok canım acıyordu, dokunsalar kırılacak camdan bir kalp gibiydi kalbim... Dokunmayın bana diyordum, dokunmayın, canıııııııııım acıyooor...
Oysa şimdi, son birkaç gündür ve hatta son zamanlarda demek daha doğru olacak, o halde son zamanlarda, çok şey öğrendim yaşantımdan....
2008'e dönüp baktığımda hatırlaya
ßir Ağustos günü başladı herşey ve ben daha 7 yaşında miniminicik bi kız çocuğuydum... 7 yaşındaydım, miniciktim ama içimdeki üzüntü ve keder ne yaşıma ne de miniminicikliğime yakışıyordu...
Ben tam 7 yıl boyunca annemle babamı ve kardeşlerimi sadece yaz tatillerinde gördüm ve her yaz tatili bittiğinde onları unuttum, yüzlerini, kim olduklarını, benim için ne ifade ettiklerini...
Sonra her yaz tatili geldiğinde onları yeniden hatırladım... Yabancıydılar onlar aslında bana, koskoca
Bir şey var içimde, belki bir duygu, bir türlü tarif edemediğim… Adını koyamadığım, bulmaya çalıştığım… Hani bazen canın bir şey yemek ister ama ne istediğini bilmezsin ya tıpkı öyle; tarif edilmesi zor, lakin içinde kokusunu, tadını duyduğun, hissettiğin ve dilinin tam ucunda…
Karanlığı çağrıştırıyor ama korkmak gibi değil, dokunmak gibi; dokunacağını sanıp dokunamamak gibi. Sesi kulağında olmak, yüzünü dönsen sanki görebilecek olmak ama görememek gibi.. Yani var gibi ama aslında yok da gib
Şimdi artık neden o telefonlarıma cevap vermediğini biliyorum, meğer sen yokmuşsun, gitmişsin, bir elveda bile demeden gidivermişsin, kıymışsın o güzel cana… Oysa o can benim huzur arayışımdı, benim huzur kelimesiyle tanımladığım, benim yanında huzuru bulduğum bir insan kendi içinde nasıl bu kadar huzursuz olabilirdi ki…
Biz seninle her şeyi konuşuyorduk, gurur yapıp kendi kendimize itiraf edemediğimiz şeyleri bile birbirimize itiraf ediyorduk. Biz birbirimizin farkındaydık, biz birbirimizi
Düşün ki ölüyorsun… Vücudunda seni hasta eden, her gün biraz daha öldüren bir hastalık var. Doktora gidiyorsun, seni ameliyat ediyorlar, vücudunun içine ellerini sokuyorlar, seni öldüren o şey her neyse onu çıkarıp, yok ediyorlar, bunu yaparken de derini kesiyorlar, iç organlarını açıyorlar, içindeki bir şeyleri parçalıyorlar, yani bir yerde acıtıyorlar seni, kanatıyorlar…
Hasta odanda uyanıyorsun… Çok acıyor canın, ne yaptı bu doktorlar sana? Ölecek kadar acıyor, hatta ölmeyi bu acıyı çek
Artık neden bu kadar güçlü bir kadın olduğumu biliyorum çünkü zor anlarımda ben hep yalnızdım ya da yalnız bırakıldım. Üstelik her defasında önce yardım istedim. Beni yalnız bırakmamalarını söyledim. Yanımda olun dedim ama olmadılar ya da olamadılar. Belki de bu yüzden kendimi başka bir insanla sonsuza kadar beraber düşünemedim hiç; çünkü ben kendimi hep yalnız hissettim.
Yalnızlık normal zamanda iyi güzel hoş da bazen bir de kendini "en yalnız" hissettiğin ya da "yalnızlığın da ötesinde" h
Maria Callas’tan “Carmen” isimli bu parçayı ne zaman dinlesem, zaman ve mekân değiştirdiğimi farkediyorum. Kendimi bir anda 60’lı yılların ortasında buluyorum. Hani şöyle filmlerde görürüz ya yüksek tavanlı, büyük malikâne tarzı evler vardır. Bir üst kata çıkmak için geniş spiral şeklinde dönen merdivenleri olanlardan hani… Yukarıdan aşağıya taşlarla süslenmiş dev bir avize sallanır, sonra ne bileyim işte şöminesi vardır ve o şömine çıtır çıtır sesler çıkararak yanar… Şöminenin hemen sağ tarafı
Dün sabah saat 7:00 civarlarında her zamanki gibi servisimi beklediğim otobüs durağına doğru gittim. Duraktaki bankın üzerinde bir poşet duruyordu. İçi eskimiş kıyafetlerle dolu, dertop edilerek ağzı bağlanmış bir poşet. Bir de her zaman durakta karşılaştıklarımdan farklı bir adam... Poşet adamın değil gibiydi sanki; orada unutulmuş, bırakılmış gibiydi. Adamın olsa adam poşeti elinde tutardı oraya bırakmazdı, öyle ağır bir şeye de benzemiyordu… Elinde tutmasa, yanında tutardı, ama poşet durağın
Bu aralar rüyalarım bir enteresanlaştı, sanki geçmişimle hesaplaşıyormuş gibiyim.
Eski aşklarım giriyor rüyama, özlediklerimse sarılıp öpüyorum yanaklarından, vedalaşıyorum her biriyle; konuşamadıklarım ama konuşmak istediklerimse konuşuyorum onlarla. Ne kadar çok aşkım varmış benim demiyorum, belli kişiler gördüklerim, hep içimde tuttuklarım, ısrarla saklamak istediklerim… Ama bu günlerde tek tek ayrılıyorlar içimden…
Hani sana neyin var derler oturur anlatırsın; hatırladığın, bildiğin,
Hellenistik dönemde yaşamak istiyorum ben… Bir sabah uyanıp kendimi Hellen uygarlığının bir yerlerinde bulmak istiyorum. Ya da en iyisi Helen’in kendisi olmak istiyorum ben; Paris beni kaçırsın da Truva Savaşı’na neden olayım istiyorum.
Sonra bir de hedonist olmak istiyorum. Tek amacımın zevk almaktan ve mutluluktan ibaret olduğunu düşünmek istiyorum. Olmuşken bir de köpük banyosu istiyorum ben… Böyle köpük köpük…
Bazen de Ömer Hayyam olmak istiyorum;
“İç bade, sev güzel
Var ise ak
Mutluluk dediğimiz şey ara ara geliyor insan ömrüne ama sonra hemen gidiyor. Mutsuzluk ise sadece mutluluğun geldiği zamanla, gideceği zaman arasında terkediyor bizi... Yani mutsuzluk neredeyse her an bizimle aslında, mutluluk ise geçici olan...
Mutsuzluk insanı ayakta tutmaya zorluyor. Mutsuzluk, aslında bizi güçlü yapan... Mutluluk ise hayata karşı olan tüm direncimizi kırıyor. Bizi savunmasız hale getiriyor. O yüzden gittiğinde kendimizi bir anda yerde ve yerle bir buluyoruz, felç oluyor