Bazı insanlar vardır, bir anda hayatlarınıza girerler. Onların hayatlarınıza bir anda girmesinden şüphelenirsiniz ama yine de yapacak bir şey yoktur, çünkü onlar artık hayatınızın ta içinde, ta ortasındadırlar, hayatınızın merkezi olmuşlardır.
Güçlüdür gelişleri, duyguları güçlüdür, tutkuludurlar, doyumsuzdurlar, enerjileri o kadar yüksektir ki çok hızlı zirve yaparlar. Siz daha yarı yola gelememişken onlar çoktan zirveyi yapıp, geriye dönüyor olurlar. Heyecanları bitmiştir, dönüş yolundad
ßugun de diğer günlerimden farksızdı, öyle geldi geçti işte...
Ta ki şu anıma kadar...
Tek birşey var benim için,
Berbat bir günü değiştirmeye yeten ve onu inanılmaz güzel bir gün haline dönüştüren...
Geçtiğim günü bitirirken orda olup, yeni günüme başlarken de henüz gitmemiş olan,
Dünü benimle bitiren ve bugüne benimle birlikte başlayan,
T
E
K
B
İ
R
Ş
E
Y
...
Şimdi hangi sebep bugünümün geri kalanında artık beni üzebilir ki?
Lütfen,
H
İ
Ç
B
İ
R
Ş
E
Yaşamında yapabilecek herşey tükendiğinde,
ya da hiçbirşey yapamayacak duruma düştüğünde,
yazarsın __ ancak da o zaman yazabilirsin:
Yazabilmen, yapabileceklerinin tükenmesi;
senin, hiçbirşey yapamayacak duruma düşmen
olacak.
Hiçbirşey yapamıyorsan, yazarsın
__ ancak da, o zaman...
demiş Oruç Aruoba...
Ben de yazdım...
Hiçbirşey yapamıyorsan, yazarım
__ ancak da, o zaman...
Şarkıda diyor ki;
“Seni bu derece yıktıkları için, yaşamının gizini vereceğim sana…”
Böyle bir gize benim de ihtiyacım var, beni bu denli yıktıkları için…
Yazayım diyorum ama aslında yazasım da pek yok. Çiçeklere su mu versem? Ölmek üzereler artık. Ama çiçekleri bile sulayasım yok! Halbuki onların ne suçu var ki?
Sadece artık içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor.
Geçer mi acaba?
Geçer tabii, geçmeli, neler neler geçmedi ki!
Ben en iyisi çiçeklere su vereyim…
Akşam oluyor ve ben yalnız kalıyorum. Yalnız da kalamıyorum aslında.. Aklım sen, fikrim sen, ben sen, 1 kilometre ötem, 100 kilometre ötem sen… Kendimle bile yalnız kalamıyorum. Kafamın içi şehir trafiği gibi, kalabalık, gürültülü... Sessizliği özledim... Seni özledim...
Bütün şarkılar mı sen? Her yer mi sen oldun? Hepsini anladım da ben nasıl sen oldum?
Acıyor, dindiremiyorum bir türlü bu acıyı, sürekli dua ediyorum, zaman geçsin, en azından dinsin içimdeki fırtına... Süt liman denizle
Ara sıra korkunç bir acı vuruyor içime, tüm hücrelerime kadar şişiyor şişiyor, şişiyor, şişiyor, şişiyor, şişiyor ve patlayacak gibi oluyorum. Sonra arkasından hissizleşiyor sanki her şey. Ve bu şekilde hissizleşebilmek psikopatça bir keyif veriyor bana. Hiçbir şey hissetmiyorum, hiç bir acı hissetmiyorum o an. Kalkıp dövme yaptırasım geliyor ya da kalkıp canıma kıyasım...
Tuhaf!!!
(ZTB)
Bugün üçüncü kez Tony Gatlif’in Transylvania isimli filmini izledim. Tuhaf duygularımın filmidir bu film… Güzel anlarımın filmidir. Ve aynı zamanda kötü anlarımın da… İçimin sessizliğe gömüldüğü anların filmidir ve bağıra bağıra ağlamak istediğim anlarımın…
İlk izlediğimde her şey yolundaydı, güzeldi hayat benim için ve bu film o kadar da yakmamıştı canımı… Diğer tüm Tony Gatlif filmlerini izlediğimden, bunu da izleyeyim dediğimden izlemiştim… En az diğer Tony Gatlif filmleri kadar güzeldi
Bugünümü sana ayırıyorum, sadece sana. Senin için şarkılar dinleyip seni anlatanı bulmak, yüreğimi seninle doldurup sonra da onları kağıda dökmek ve sana yüreğimde yeniden yeniden yerler açmak için. Her yerim sen olsun istiyorum, çepeçevre seninle sarılmak, havanın ısıtamadığını seni düşünerek ısıtmak, içtiğim çayda tadını bulmak, tadını buluncaya kadar içmek. Biliyorum bunları seni bilmeden yapmak çok zor. Ben, seni bilmek istiyorum!
Sana bakmayı seviyorum, yüzündeki her izi, her hareketi e
Canımı acıtıyor bu şarkılar, çiziyorlar sanki yüreğimi… Onlar da senin parçaların, tıpkı senin gibi acıtıyorlar… Ve onlardan da uzak kalamıyorum, tıpkı senden kalamadığım gibi… Canımı acıtıyorsunuz! Çiziyorsunuz sanki yüreğimi…
Geçer mi tüm bunlar?
Hiç bilmiyorum
Ama umuyorum...
Ummaktan başka yapacak hiçbir şeyim de yok zaten.
Geçer, geçecektir...
Aristo der ki, “Aşk, Hint kumaşı giymiş bir hıyardır. Hint kumaşını çıkarınca elinizde hıyar kalır, tuzlayın tuzlayın yiyin.” Biliyor mu
Şimdi artık neden o telefonlarıma cevap vermediğini biliyorum, meğer sen yokmuşsun, gitmişsin, bir elveda bile demeden gidivermişsin, kıymışsın o güzel cana… Oysa o can benim huzur arayışımdı, benim huzur kelimesiyle tanımladığım, benim yanında huzuru bulduğum bir insan kendi içinde nasıl bu kadar huzursuz olabilirdi ki…
Biz seninle her şeyi konuşuyorduk, gurur yapıp kendi kendimize itiraf edemediğimiz şeyleri bile birbirimize itiraf ediyorduk. Biz birbirimizin farkındaydık, biz birbirimizi
ßir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler berber iken ülkelerden birinde yaşayan bir yakışıklı prens varmış... Saray ahalisi Prenslerini çok severmiş, onu yerlere göklere sığdıramaz, ona olan sevgilerini kelimelerle anlatamazlarmış. Lakin Prens yıllardır sarayın dışına çıkmadığından halkı onu asla göremez, göremediği gibi de sadece saray ahalisinden duyduklarıyla onu tanırlarmış. Prens sarayın dışına çıkmak istemediğinden değil aslında sadece çekin
Doğup büyüyor ve sonra ölüyor olabiliriz, ne kadar düz görünüyor değil mi? Ama bence insan yolu göründüğü kadar düz değil, aksine içinden çıkılamaz bir labirent kadar karışık. (Zaten düz olsaydı o kadar da eğlenceli, maceralı ve sürprizlerle dolu olmazdı.) Her neyse işte, labirentin sonunda bir ödül olur ya genelde, klasikten çıkmayalım bizim ödülümüz de peynir olsun (ama bizim fare olma zorunluluğumuz yok baştan söyleyeyim). Peynire ulaşıncaya kadar birçok yol denemek zorundayız, çıkmazlara gir
“Ben sadece sevdim...”
İçinde ne barındırır bu cümle?
Emek? Özveri? Acı? Çok Acı? Umutsuzluk? Ayrılık? Hepsi?
Ben söylerim, sen dinlersin. Söylemesi gereken sadece söyler mi? Umut ederek mi söyler? Daha mı çok acı çeker söylerken? Kıvranır mı acıdan?
Dinlemesi gereken peki? O ne yapar o zaman? Ne yaşar? Ne hisseder? Hiçbir şey mi? Çok şey mi?
Hiçbir şeydir belki... Sevme der, sevmeseydin der. Ne kadar kolay söyler.
Sev desem ben olur muydu peki? Sevseydin deseydim... Ben bun
Bir insanın beyni ve yüreği aynı anda ne zaman hareket eder acaba? Yüreğin istediğini, beyin istisnasız ne zaman kabul eder ve ‘Evet, aferin iyi yaptın, tam da bunu yapmalıydın.’ der? Çünkü bana hiç öyle olmuyor, benim beynim ve yüreğim her daim birbirinden bağımsız ve birbiriyle düşman gibi, sanırsın biri iyi, diğeri kötü polis. Biri ister diğeri olmaz der, biri yapayım der diğeri hayır kesinlikle der, bana da beyin ile yürek arasında gidip gelmece düşer. Yazarım silerim, isterim vaz geçerim vs
Hellenistik dönemde yaşamak istiyorum ben… Bir sabah uyanıp kendimi Hellen uygarlığının bir yerlerinde bulmak istiyorum. Ya da en iyisi Helen’in kendisi olmak istiyorum ben; Paris beni kaçırsın da Truva Savaşı’na neden olayım istiyorum.
Sonra bir de hedonist olmak istiyorum. Tek amacımın zevk almaktan ve mutluluktan ibaret olduğunu düşünmek istiyorum. Olmuşken bir de köpük banyosu istiyorum ben… Böyle köpük köpük…
Bazen de Ömer Hayyam olmak istiyorum;
“İç bade, sev güzel
Var ise ak
ÖLDÜRDÜK, ARTIK YETER!
Mahallemizde bir tane televizyon vardı o da kapı komşumuzun evindeydi. Her zaman olmasa da arada bir oraya televizyon izlemeye giderdik. Gittiğimiz günlerde de sanırım televizyonda özel bir program olurdu, çünkü sadece biz değil, tüm komşular o gün televizyon izlemeye gelirdi. Sonraları bizim de bir televizyonumuz oldu… Siyah beyaz, tek kanallı bir televizyonumuz…
Çamaşır kazanlarda kaynatılırdı. Elde yıkanır ve durulanır, çok kirli olanlar ise tokaçla dövülürdü
İnsan mutlu olduğunda bu duygusunu içinde tutmak, hüzünlü olduğunda ise bu duygudan bir an önce kurtulmak ister ya hüzün gelip oturdu içime yine; o yüzden geldi bu yazma isteği birden… Sadece bir şarkı yetti buna, Nazan Öncel’den…
Git ona söyle
Ah gücüme gidiyor yalnızlığım böyle
Ah bu inadından.. ''
Eskiden Nazan Öncel dinlediğimde hep bir mutluluk hissederdim içimde, galiba onu anlamıyormuşum. Sonra sen beni terk ettiğinde ben yine dinledim Nazan’ı.. Ama o gün fark ettim ki bu kadın
Mutluluk dediğimiz şey ara ara geliyor insan ömrüne ama sonra hemen gidiyor. Mutsuzluk ise sadece mutluluğun geldiği zamanla, gideceği zaman arasında terkediyor bizi... Yani mutsuzluk neredeyse her an bizimle aslında, mutluluk ise geçici olan...
Mutsuzluk insanı ayakta tutmaya zorluyor. Mutsuzluk, aslında bizi güçlü yapan... Mutluluk ise hayata karşı olan tüm direncimizi kırıyor. Bizi savunmasız hale getiriyor. O yüzden gittiğinde kendimizi bir anda yerde ve yerle bir buluyoruz, felç oluyor
ßu sabah saat 7:00 de kalktım... Bilen bilir uyku ile ilgili problemimi, gunde 3 saatten fazla uyuyabiliyorsam kendimi o gün için şanslı sayarım ki nitekim bugün 4 saat uyumuşum... Ne güzeeeel... Hemen fırladım yataktan, giyindim ve hızla evden dışarı çıktım... OoOo hava ne kadar soğukmuşş öyleee, buz, buzzzzzz... Dırrrrr, kar yağacak sanırım... Karı da çok severim ama bugün yağmasın lütfen... Çünkü arabanın lastikleri kabakkkkkkk ve zincir de yok zaten... Üstelik olsa da ben zincir mincir takam
Bir martı olsam ne güzel olurdu ama ben martı bile olamadım. Ee madem bir martı olamıyorum o halde ben de martılarla giderim. Nereye olursa artık.
Beni bekleme kaptan, ben bugün martılarla gideceğim. Seyir defterini de sen yazıver bugünlük, olmadı başkası yazsın. Sen de dinlen biraz, martılara simit falan at. Hem geride bekleyenin mi varmış aldırma, At kendini denize, yelken ol bugün de…
Kürek ol mesela ya da dümen ol.
Balık ol, su ol…
Ben bir martı olayım kaptan, sen de balık ol!
Maria Callas’tan “Carmen” isimli bu parçayı ne zaman dinlesem, zaman ve mekân değiştirdiğimi farkediyorum. Kendimi bir anda 60’lı yılların ortasında buluyorum. Hani şöyle filmlerde görürüz ya yüksek tavanlı, büyük malikâne tarzı evler vardır. Bir üst kata çıkmak için geniş spiral şeklinde dönen merdivenleri olanlardan hani… Yukarıdan aşağıya taşlarla süslenmiş dev bir avize sallanır, sonra ne bileyim işte şöminesi vardır ve o şömine çıtır çıtır sesler çıkararak yanar… Şöminenin hemen sağ tarafı
Keşke şöyle on beş yıl kadar geriye gitsem ve beni şu aşamaya getirmiş olan hiç bir şeyi yapmadan, tekrar bir 15 yıl yaşasam.
Merak ettiğim şey aslında o zaman da acaba yine burada, bu şekilde mi olurdu hayatım?
Kimbilir belki de vardır o hayatlar bir yerlerde, mutlaka yaşıyorlardır? Belki de milyon hatta milyar kez çeşitli hayatlara bölünmüşümdür.
Paralel evrenler gibi...
Bir sürü paralel evrende yapmadıklarımı yaparak hayatlarına devam eden bir sürü "ben" var mıdır acaba?
P
Bir ay kadar önce Radya arkadaşım facebooktan bana şuna benzer bir mesaj göndermiş; "Feng Shui'ye göre kırmızı balıklar huzur, uyum ve zenginlik elde etmek istediğimiz her yerde güçlü tedavi niteliğindeymiş. Örneğin dişçiler tedirgin ve gergin hastalarını bu hissiyattan kurtarmak için bekleme salonlarına kırmızı balıklar koyarlarmış. Özellikle yalnız yaşayan insanların evlerinde iki adet kırmızı balık beslemeleri hem evin hem de kişinin enerjisini yükseltirmiş. Kırmızı balıklarımız için her türl
Düşün ki ölüyorsun… Vücudunda seni hasta eden, her gün biraz daha öldüren bir hastalık var. Doktora gidiyorsun, seni ameliyat ediyorlar, vücudunun içine ellerini sokuyorlar, seni öldüren o şey her neyse onu çıkarıp, yok ediyorlar, bunu yaparken de derini kesiyorlar, iç organlarını açıyorlar, içindeki bir şeyleri parçalıyorlar, yani bir yerde acıtıyorlar seni, kanatıyorlar…
Hasta odanda uyanıyorsun… Çok acıyor canın, ne yaptı bu doktorlar sana? Ölecek kadar acıyor, hatta ölmeyi bu acıyı çek