Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Senyour's Blog

  • başlık
    61
  • yorum
    32
  • görüntü
    102.795

Bir imkan olarak yalnızlık


Senyour

2.170 görüntü

İbn Arabi halvetteyken, yakın dostu, sırdaşı olan Abdullah odasının kapısından içeri girer. Girince, derin bir dalgınlıktan, rüyadan uyanır gibi sıçrar. Noldu şeyhim? diye sorulunca da, ‘sen gelesiye’ der, ‘Sevgiliyle birlikteydim, sen gelince yalnızlığa düştüm.’

 

 

Konuştukça içimdeki uğultu büyüyor, dedi Kadın. Büyüdükçe daha

çok konuşuyorsun, dedi Adam. İnsanlara karıştıkça yalnızlığım artıyor,

dedi Kadın. Yalnızlaştıkça daha çok karışıyorsun, dedi Adam. Yaşadıkça

acılarım çoğalıyor, dedi Kadın. Acıların çoğaldıkça yaşadığını sanıyorsun,

dedi Adam. Sana yaklaştıkça uzaklaşıyorum, dedi kadın. Uzaklaştıkça

yaklaşıyorsun, dedi adam.

Yalnızlığın uğultusu...diye fısıldadı Kadın, buna dayanamıyorum artık.

Dayandıkça koyulaşacak, dedi Adam. Pencereden usançla baktı Kadın.

Sokakta her zamanki cansıkıntısı ve telaş. Satıcılardan, tüpgazcılardan

ve çocuklardan yükselen bağırtıya, bariyerlere, inşaat artıklarına

betonla yaprağın kaynaşmakta gösterdiği çaresizliğe baktı. Çocuğunu

hırpalayan öfkeli anneye,

Servise yetişmek üzere koşuşturan memurun giysisindeki uyumsuzluğa,

vinç operatörünün kar altında çimento torbasının üstünde kıldığı namaza

baktı. Birbiriyle konuşmadan yürüyen ortahalli yaşlı karı kocaya. Askerin

çehresindeki korkuya baktı. Koyulaştıkça dayanılmazlaşıyor, dedi.

Ötekini dinlemenin dayanılmazlığına baktı bu kez, konuşmanın

ağırlığına. Sokakta pervasızca yürüyen köpeğin yılgınlığına. Kendilerini

satılığa çıkarmış gibiydiler. Bir tellal gibi bağırıyordu yalnızlıkları. Efendisine

yakarıyor,'siz benden daha iyi bir köle bulabilirsiniz fakat ben

sizden

daha iyi bir efendi bulamam,' diyordu. Evlilik, arkadaşlık, akrabalık,

komşuluk sanılan beraberliklerin yakarışına bakıyor, yüreğine dokunan

sözlerden gözyaşlarını tutamıyordu Yalnızlık. Kölesini satmaktan

vazgeçiyordu.

 

Wıttgensteın, 'kişi yalan söylemiyorsa, yeterince özgündür' diyor. Bunu sürekli yedeğimde taşı************ söylemeliyim ki, ne Sevgili'yle, ne ötekiyleyim. O halde yalnızlığın kaçınılmazlığı içinde, ya sürekli öteki benlikleri dinlemekten ibaret olan okumayla uğraşmalıyım veya o dayanılması güç yalnızlığı, kötü dahi olsa her türden ilişkilerle takas etme çabasındayım. Kişi her halükarda yalnızdır. Sevgili'yle birliktelik derken de, an madem sonsuzca bölünebilir, o halde, birbirine doğru gitmekte olan iki sevgili hiçbir zaman kavuşamayacaklardır. Yani vuslat olunca aşk biter, yalnızlık başlar. Halimi en iyi Lale Müldür anlatıyor : 'Ormanda bir kuş hızla dönüyordu/aşık olduğumuz zaman/yürek denen ormanda bir kuş anormal bir hızla döner ve kaçmamız gerektiğini söyler bize/çünkü her şey çok fazladır/kendi etrafında nefes kesici bir biçimde dönen bir kuş/kendini ve etrafındakileri yaralar/tehlikedir onun adı.../bunun için aşkı hiç kimse, insanın kendi arkadaşları bile istemez/kumrular sakindir bir tek/ben kumru değilim/sen de/bu yüzden birbirimize yaklaşamayız.' Bu, birbirine yaklaşamama hali olmakla birlikte yalnızlığın hem kaçınılmazlığını ima eder hem de bir imkan oluşunu. Yalnızlık her zaman gizemlidir, bizatihi gizemdir, vahşidir, ıssızdır, sessizdir, açık gözle düş görür ve açlıktır. Bir tanışım vardı, Boğaziçi uluslar arası ilişkileri bitirmişti ama ressamdı, ne ki ressamlığını eyleyemiyordu, ailesiyle arası bozuktu, işsizdi ve kendine güveni kalmamıştı; eve kapandı, yıllarca şizofrenler gibi evden çıkmadı. Bir gün ziyaretine gittiğimde, yüzeli kilo olduğunu gördüm. Sürekli yiyordu. Yalnızlık onu yiyor, o, eline ne geçerse midesine indiriyordu. Böylece, yalnızlık uru içinde yağa dönüşerek büyümüş, büyümüştü. Bu, bir imkan olma umudunu yitirmiş yalnızlıktır. Onun artık ötekiyle ilişki ihtimalleri de kalmamıştır.

İnsan konuştukça yalnızlaşırmış. Bu, yazdıkça daha acıtıcı bir biçimde gelişiyor. Yazdıkça hem yalnızlaşıyor hem çıplak oluyorum. Yazdıkça ruhumun yağmalandığını hissediyor, yalnızlığın yakıcı bir zehir, bir asit, bir…olduğunu etimle kemiğimle kanımla duyumsuyorum. Burada kelimelerden örülü bir yalnızlık duvarı yükseliyor. Kimse beni anlamıyor, kimse beni dinlemiyor, okumuyor; ben kimseye bir şey anlatamıyorum, yazdıkça anlatmanın imkansızlığı beliriyor, derinleşiyor, yalnızlığın, ötekiyle temas kurma sanısından başka bir şey olmadığını görüyorum.

Bir zaman, bir 'hiç' belgeseli çekmiştim. Hiç öyküsü yazmıştım. Hiç yazan bir hattatın evine gitmiştim. Orada üç gün boyunca, Hattat'ın çayla renklendirilmiş kağıda 'hiç' yazışını görmüştüm. Sadece hiç. Hattat, hattın artık modern zamanlarda göğümüzden çekildiğini derinden hisseden biriydi. O da tutunamamış, işsiz, para karşılığında çizmemiş, bu yüzden giderek daha çok yalnızlaşmıştı. O da bizdendi. Onun, kağıda o üç harfi nasıl ağır ağır geçirdiğini gördüm. Hiç, yalnızlığın, tekliğin, yokluğun resmiydi. Hiç…Veya şey. Hiç hattı çizilebilen bir şey değil aslında. Kağıda bir hicran düşürmek, 'ben yalnızım' demek sadece. Bundan ötesi zaten yok. Hiçlik, varlığın olumsuz kutbu olarak algılanılıyor burada. Yani hiçlik olmasa varlık zaten olmayacak ve bilinmeyecek. O halde hiç yazarak insan ne söyleyebilir? Hiç demek hep olmaktan geçiyor ama hep olunca insan kalmıyor. Geri dönmek gibi bir şey. Geri döndüğünde insan kalmamıştır.

Hattat'ın acısı, insanın en güzel anlarının, kendisiyle geçirdiği anların çizilince daha çok acı vermesindendir. Bu yüzden şair, 'dünya tatsızlığı kristalleşirken kimyasal bir çözeltide,

hiç bir şeyi çözemezsin.../bileklerini de kesemezsin/anti-maddeye kaçmak istersin sadece

bazen ama bir insanla bir şey olur/kısa süren bir şey/iki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi

bazı insanlarla yıllarca görüşsen de bir şey olmaz' der. Bir şey olmaması, yalnızlığın da olmadığını gösterir. Zira bir imkan olarak yalnızlık, 'şeylerin nasıl olduğunun değil, olduğunun gizemli olduğunu' anlama zamanıdır. Anlamdan söz edilecek olursa, bu ancak, yalnızlığa özgü bir hal olarak belirebilir.

Yalnızlık Allah'a mahsustur, burada mahsus olan hem özgülüğü hem de hissedilebilir olmayı ima eder. Biz, ihsaslar aleminden geçerek örtülerimizi aralamaya başlar ve yalnızlığı tadarız.

Sevgili'yle yalnızlık imkansızdır, bu, tersinden okunursa, sevgiliyle olmak da imkansızdır. Aşkın imkansızlığı ile yalnızlığın imkan oluşu akrabadır.

Belleğim beni yanıltmıyorsa, Sefa Kaplan'ın bir dizesiydi, 'bir yalnız bir yalnızı bir duvarda bulur da…'

Bunu yalnızlık olarak da okuyabiliriz.

Bir yalnızlık bir yalnızlığı bir tenhalıkta bulur. Burası halvet yurdudur. Halvet sevgiliyle olmaktır. Ayrılık, yalnızlığın acıtmadığı bir yerdir. Bilge, 'ayrılığa ulaşsaydık, ona kendi acısını tattırırdık' der. Yalnızlık da böyledir. Beraberlik de. Bu, bir korkuya dönüştüğünde acı vermeye başlar. Acısı büyüdükçe korku olmaktan çıkar. Böylece ne korku ne acı vermeyen bir şey haline gelir. Hal, geçicidir. Değişir. Tekrarlanır ve süreklilik kazanırsa temkine yerini terk eder. Temkin, bir hale yerleşmektir. Ona makam denir. Yalnızlığın yerleşilen bir hal olduğunu en iyi azizler ve bilgeler bilir. Şair, bülbül gibi niteliksiz aşıktır. Asıl acıyı aziz/bilge çeker. Onun gürültüsünü çıkarmak şaire düşer. Şair, yalnızlığın nasıl bir korku olduğunu sürekli bağırıp çağırandır. Yalnızlık onda korkunun fetişleşmesine yol açar. Bir haz nesnesi olarak yalnızlık, erkek düşmanı bir kadın yazarın dilinde şöyle bir varsayıma neden olabilir : 'Erkek, ben ve sen dediğinde, sen, cinsel organıdır…' Bu masum gibi görünen yargının dibinde sadece aşkın imkansızlığının erkeksi adresi yatmaz, aynı zamanda erkeğin, yalnızlık korkusunun muazzamlığı da imlenmiş olur. Oysa yalnızlık cinsiyeti aşar, insanı daima içine çeker ve kaçınılmaz bir biçimde zehirler. Yalnızlığın zehriyle ölmeyenler için iki selametli kıyıdan söz edilebilir : Kişilik yarılması, öldürmeyen yara güçlendirir tesellisi. Züğürt değildir ama nihayetinde bir tesellidir. En güzelini Nazan Öncel söylemiştir : Yalnızlık yalnızlıktır vay gönlüm vay…

Yalnızlık için söylenebilecek en ironik ve gerçekçi sözlerden biri olmalı : Yalnızlık (sadece) yalnızlıktır. Kendisi dışında nitelenemeyen bir şey.

Belki yakınlık koridoruna girilerek bir çıkış kapısı bulunabilir kırlara. Yakınlık kime ve nasıl bir doğrultuya? Seni yakınlığa çağıran O'nun yakınlaştırıcı ismidir. Yakın olsaydın, 'yakınlaş' denmezdi. Demek ki yakınlığa gereksinimin var.

Zaten ad kökümüz, 'ünsiyet'ten gelir. İki yönü vardır : Biri unutmakla ilgilidir -ki yalnızlığın geçici devalarından biri budur- diğeri yakınlaşma, tanışma…Gelin tanış olalım'dan kinaye. İşi kolay kılmak için ezel bilişikliği gerekir. Ama asıl acı da budur. Verilen söze gönderme yapan bil bilge der ki, 'evet (beli) sözcüğünün neresinde mutluluk vardır ki…Bu söz değil midir ki, bunca acıların, ayrılıkların ve yaraların kaynağı olmuştur.'

Turgut Uyar'ın o masum serzenişini tekrarlamanın vaktidir : 'Hangi cebini karıştırsan yalnızlık…'

Doğrudur, şurda burada değil ki…Düşüncede, hatırada ve dilekte…her yerde. Belki fobi olarak seni beni kuşatan bir yerde. Onunla birlikte kime hangi yanı vursa sadece o, yalnızlık. Çocuklar, farkında olmaksızın yalnızlığı çoğaltırlar. Şairler de öyle. Bunların başını ise Turgut Uyar çekmektedir. Onun kelimeleri, bir kış gecesi, sokakta kalmış çocuk kadar yalnız ve çaresizdir. Dili imkansız kılmaktan söz eden kibirli şairlerin aksine, o, dilin nasıl bir imkansızlık olduğunu söyler durur. Dilin imkansızlığı, bir korku olarak yalnızlığı büyütebilir. Yenebilir de. Ama üstesinden gelebileceğini sanmıyorum. Böyle olsaydı insan konuştukça yalnızlaşmazdı.

Hattat'ın hiç yazım öyküsü, bir fobi olarak yalnızlığın da öyküsünden bir kesittir (Çünkü elif, yalnızlıktır) :

"Bütün harflerin elif'ten geldiğine inanırdı. Ne yazsa elif yazıyor gibi yazardı. Vav elifin sağ ucundan bükülerek kendi içine doğru kıvrıldığı, içe döndüğü bir harfti. İçedönüklüğü anlatan

sözcüklerin başına gelirdi. Nun elifin yatarak iki ucundan yükselmesiyle belirmişti. Hem yatay hem dikey bir harfti. Zaman ve mekana bağlı olmayan soyut kelimelerin başına gelirdi. Elif birdi. Noktadan doğmuştu. Nokta birimdi özdü.'

Hiç'i yazalı beş yıl olmuş. Boş bir kitap. Sayfalarda herhangi bir iz, bir işaret yok. Bir harf, bir sözcük. Sadece sessizlik. Elif, hiçliğin ve boşluğun bir görünüm olarak belirmesinin ikinci adımı. Elif, başka harflerle bitişmiyor. Bir yani. Tek. Yalnızlığın selvi boylu imgesi. Tek ü tenhalığın, kimsesizliğin. Sayıları saymayı biz ondan öğreniyoruz. İlk adım nokta. Elif noktadan yapılıyor. Üst üste yedi nokta bir elif ediyor. Nokta hem başlangıç hem son. Başla sonun bitişmesi yalnızlığın bir fobi olmaktan çıkması.

Hareke kabul etmeyen harf meçhul kalırmış. Elif harekelenmeyip meçhul kalmayan tek harftir, elif, harfler âleminde yalnızlığın görünümüdür.

Bu sırrın Ekleri Elif'in adının söylenişini deriştirir. Ne var ki bunun gerçek nedeni hiçbir zaman bilinemez. Elif'in sessizliği kaf ile nun'un birleşmesiyle belirginleşir. Ete kemiğe bürünür, can suyuna kavuşur, böylece Elif sadece Eİif alarak bilinir. Bir sözcüğün yapılışında kullanılınca Elif, hakikat yere inmiş demektir. Gerçeğin yere inişidir Elif'in öteki harflerle yan yana gelişi, Elif'in sessizliği lam ile mim'in bir araya gelişiyle derinleşir. Elif dinme, yatışma ve sessizleşme sözcükleri yapar, varlık sessizliği ondan öğrenmiştir. Harfler hareketlendiğinde kendiliğini koruyan Elif'in sükûnuna dikmişlerdir gözünü. Her harf Elif olmak için can atar. Eklerini bırakmak, harekelenmekten kurtulma yolunda umulmadık şeyler yapan harfler, sonunda 'beyhude ömrüm' diye hayıflanırlar.

Yalnızlığın bir korkuya dönüşmesine bakarak onun her şey olmadığı söylenebilir. Her şeyin ne olduğunu bilemeyiz. Her şey sandığımız şey, algı sınırlarımıza sığandır. Algımızı aşan şeyin ne olduğunu bilmemiz imkansız olduğundan yalnızlığın algılayabildiğimiz her şeyle sınırlı olduğu açıktır. Yalnızlığın açık mı kapalı mı olduğunu da bilemeyiz. Bize açık olan başkasına kapalı, bize kapalı olan başkasına açık olabilir. Sınırlarımızı fark ettikçe yalnızlaşırız. Yalnızlaştıkça sınırlarımıza yaklaşırız.

Yalnızlığın sınırdurumu oluşu, bizim varlığımıza ilişkin soruyu fark etmemizle başlar.

Sınırdurumunda daima patolojik olanın belirme ihtimalleri güçlüdür.

Korkunun az ve fazla iki uca doğru savrulma ihtimali, yalnızlığın yol açtığı yaranın kapatılma imkanlarının henüz gürbüzleşmemiş olmasıyla ilgilidir.

Burada imdadımıza Rilke yetişir :

"Yalnızlık bir yağmura benzer,

Yükselir akşamlara denizlerden

Uzak, ıssız ovalardan eser,

Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir

Ve kentin üstüne göklerden düşer.

Erselik saatlerde yağar yere

Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar,

Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı

Ayrılınca birbirinden gövdeler;

Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde

Yatarken aynı yatakta yan yana:

Akar, akar yalnızlık ırmaklarca."

Rilke'nin yalnızlığı, bir korku olmaktan çıkmıştır. Yalnızlık kaçınılmazdır. Yağmura benzerliği, rahmet oluşu, yağışının mukadderliği, yıkayıp arındırması, yerden göğe yükselip tekrar yere inişi, başla sonu bitiştirmesi, bir daire metaforuyla anlatılması gösterir ki, birbirine yabancı, ayrıksı iki gövdenin bir yatakta karşılık nefret içinde yatarken arada kara bir ırmak gibi akması kesindir.

Yalnızlık, aynı zamanda iki gövdeyi birbirinden ayıran ırmağa benzer. Irmak mutlaka bir denize dökülmelidir. Toprağın çatlaklarında kaybolan, yerin altındaki gizemli derinliklerde yitip giden ırmak, yalnızlığın büyümesi, sonsuz bir karanlık haline gelip insanı yutmasıdır. Bu korkudur yalnızlığı dehşetli kılan. Oysa insan ünsiyettir. Bir yanıyla. Yalnızlığın bir ejderhaya dönüşmemesi için en elverişli yol budur. Yoksa Allah elinin itelediği kişi olarak yalnız insan, kendisiyle ünsiyet kuramaz; kendisiyle biliş olmayan ötekiyle asla tanış olamaz. Yalnızlıkla bedeni sancıdıkça onu değiştirmeye çalışır ve en kötü birlikteliklerin kapısını çalıp durur. Bu, yalnızlığı daha dayanılmaz kılmaktan başka bir işe yaramaz. Bu durumda, Toynbee'nin, 'kişinin önce içine kapanmasından, sonra da hayata yeniden katılmasından oluşan ikili hareket' belirir. Burası, yalnızlık dolambacıdır. Yüzyıllık yalnızlıktır.

Burada insan bir yalnızlıktır.

Yalnızlık korkusu, ruhsal bilincimizi parçalayan bir ayrılıktan sonra duyduğumuz bir yurt özleminden başka bir şey değildir.

Romantik mitolojinin 'derin bir yalnızlık duydu' dediği Adem'in sol kaburga kemiklerinden biriyle var edildiği Havva ile olan ünsiyetiyle biraz olsun dindirdiği bir özlem.

O kemikten boşalan yere, arzu doldurulmuştur.

Böylece kadın, yalnızlığın kavurucu ateşinden, sürekli olarak yurduna kaçmak ister, parçanın bütüne olan iştiyakı…Erkeğin ise kadına olan vurgunluğu, bütünün parçasına olan düşkünlüğündendir.

Birleşme veya bütünleşme en yalnız andır. Orgazm anında mutlak'a yakın bir kopuş yaşandığı, sonrasındaki o derin boşluğun ise, yalnızlığın en derin kuyusu olduğu söylenir. Tatmayan bilmez.

Bu, yalnızlığın, ancak öteki bilinciyle ve deneyimiyle fark edilen bir hal olmasıyla da ilgilidir.

Edip Cansever, bu korkuya alışmak ister gibi,

'görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle

sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil

bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk

birleşiyoruz sessizce'

der.

Az sonra başına gelecek felaketi görür, korunmaya çalışır.

Yalnızlıktan korunmak için bir neden var mı?

Kalabalık olmadan yalnızlık olur mu? Yalnızlık olmadan kalabalık?

Yalnızlık biraz da sıradanlık değil midir?

Biraz ayrılık, biraz ölüm.

Geçenlerde aynı açıkoturumda konuştuğumuz Neşet Ertaş, benim uzun uzun imge çözümlemelerimden sonra, 'hocanın sözlerinden yararlandım. Çok güzel, çok derin şeyler söyledi. Benim aklım bunlara fazla ermedi doğrusu. Ben, 'iki büyük nimetim var/biri anam biri yarim' diyebildim, aklım buraya kadar erebildi' demişti.

Aklımızın ermediği şey olarak yalnızlığın anne ve yar üzerinden giderilmesi, belki dünyada en fazla ünsiyet kurabildiğimiz iki varlık olmasındandır.

Yalnızlık, kronik bir fobi olarak geliştiğinde, insanı kendinden koparıyor, her acıda olduğu gibi bir inisiyasyon boyutu beliriyor, bu belki de yaşamı daha yoğun biçimde yaşamaya davet ediyor. Acı, bizimki gibi coğrafyalarda, insanın kendi sınırları içinde bir düşünme biçimine dönüşüyor, başkalarını daha yakından tanıma imkanlarını artırıyor.

Bu sınır genişlemesinin potansiyel bir tehlikesi de yok değil : Beraberliklerle, acıları yavaş yavaş dinen ve iyileşen hastanın mutluluğuna benzer bir huzur hali yaşıyoruz. Fakat bu, kesintisiz mutluluk anlamında bir sürekli huzura dönüşemiyor. Böylece acılara müptela oluyoruz. Acı katışıksız, etkilerden azade ve pürüzsüz biçimde çalışmıyor. Biyolojik bekareti yok yani. Yalnızlığın da öyle. Aşkın da, ölümün de. Çünkü aşk, ölüm gibi güçlüdür, derken şair, aşk yaşantısının içindeki, o gittikçe büyüyen yalnızlığa gönderme yapıyor olabilir.

İnsan kendisi için sever ama öteki için özverir. Bu çelişik hali en iyi açıklayan en kullanışlı iddia sanırım, aşkın gelince ben'liğin gidişidir. Benliğini ödünç vermez aşık. Benliğinden sıyrılır. Bu sıyrılmanın ne olduğunu bilmiyorum. Benlik zaten kendilik değil mi? İnsanın kendisi deyince benliğini kastetmiyor muyuz? O halde nefis de neyinnesi oluyor? Nefs'e kalp de denildiğini hatırlıyoruz. Bu unuttuğumuz hali bize aşk hatırlatabilir mi? Kadın erkekteki erkek kadındaki varlığını geri istiyor diyenlere ne diyeceğiz? Kadın erkekteki çocuğunu almak için ona yaklaşıyor diyene. Bütün bunlara birşeyler denebilir. Ama ister kendi ister nefis ister benlik ister kalp/gönül ister vicdan ister ruh ister başka bir ad ne denirse densin, insan aşk merdivenine tırmanmaya başlayınca veya aşk kanadıyla ansızın yükselince/uçunca bir şeyden vazgeçiyor. Bunu dileyerek yapmıyor çünkü isteyerek aşık olmuyor. Aşk gibi bir sıçramayı bir hamleyi, bir boşluğa fırlamayı, bir yücelmeyi iradesiyle yapmıyor. Aşk düşüyor, insana aşk uğruyor ve onu türlü hallere uğratıyor. Böyle olunca insan en tuhaf yanlarıyla beliriveriyor. Aşk insanı eklerinden soyuyor ansızın, onu yalınlaştırıyor. Yalınlaşan insanın hem asli doğasının işaretleri, hem de en 'çirkin' yanları görünüyor. Adem'in ansızın çıplaklığını hissedişi gibi bir şey. Aşk insanı indirmiyor ama indirilmiş olduğuna bir ayna tutarak çocukluğun çıplaklığıyla karşılaştırıyor. Sonra aşk uğradığı yeri yer olmaktan çıkarıyor ve yuvasını yıkan yavaş yavaş yeniden kuran bir belirleyen olarak acıtıyor. Bu acıtma, insanın yaşadığı acıların tümünden fazla. İnsan kendi doğasının sınırlarını ancak aşkla farkediyor. Ölüme karşı insanın dayanması, aşk acısıyla mümkün olabiliyor. İnsan ölümün de kalımın da aslında aşkla olduğunu aşktan geldiğini ve aşkın bizatihi kendisi olduğunu ölmeden ancak aşkla anlayabiliyor. Yalnızlığı aşkla tanıyor. Yalnızlıktan aşkla kurtulmaya çalışıyor. En çok aşık olduğu zaman yalnızlaşıyor. Aşkla vazgeçiyor, aşkla kendisini görüyor, aşkla öteki'nin meşruiyetini tanıyor, aşkla öteki'yle ilişkisini nasıl yoluna koyabileceği sorunuyla yüzleşiyor, aşkla korku ve umudun mahiyetini anlıyor, aşkla hayran oluyor ve hayret düzeyine geçiyor, aşkla varlık'ın sesi olduğunu hissediyor, aşkla bu sese kulak vermesi gerektiğini görüyor ve aşkla bu sesin sırlarını öğreniyor, aşkla varolanla münasebetini tayin etmeye başlıyor. Aşkla insan kandan ve zulümden kaçıyor. Ama bu onu arı duru bir hale getirmekle yetiniyor. Yalınlaşan insanın bu halini koruması, ekler edinmemesi çoğu zaman imkansız olduğundan her an, doğasındaki olumsuz kutba yeniden dönmesi hatta bunu aşk aracılığıyla gerçekleştirmesi, kaniçici ve zalim bir varlık olarak, yaşamının en büyük barbarlıklarını ortaya getirmesi mümkün ve muhtemel olabiliyor. İşte tam da burada, öteki'nin düşmana dönüşerek, bir geçiş ve aşkınlaşma süreci ve aracı olmaktan çıkıp, bir hedef ve işkence nesnesi haline gelmesi durumunda, insan dişlerini ve tırnaklarını çıkararak saldırabiliyor. Burada aşkın, insanın tüm hallerini en görkemli biçimde dışavuran bir ışık olduğunu söyleyebiliyorum. İnsanda öteki bilinci aşk aracılığıyla bir sarsıntıyla birlikte oluşur. Burada gayr'ın, Gayyur sıfatından gelen sarahatini bulmak da mümkündür, gayr'ı bir put olarak üretip O'nun gayretine dokunmak suretiyle tıpkı pervane gibi kendisini ateşlerde yakmak da. Ateşlerde yanmayana pervane denilmez. Onun doğası gerektirir bunu ama aşık, ateşe koşarken suya gittiğini sanacak kadar sersemdir de. Bu sersemliği hem sarhoşluk hem de aptallığı içerir biçimde kullanıyorum. Böylece, aşkın insanı hem sarhoş edici hem de aptallaştırıcı etkisinden söz etmiş oluyorum. Sarhoş eder çünkü insan, benliğinden vazgeçmiş ve bir bulut gibi kendini kaybetmiştir. Aptallaştırır çünkü benliğinden vazgeçerken insan aynı zamanda aklını da iptal eder. Akılsızlık değildir bu. Akıldan kalbin alanına geçmek, kalbi aklı keşfetmektir. Çünkü kalbin, aklın anlayamadığı nice akılları vardır. Bunu ancak aşkla anlarız. Aşkla ve ölümle. Ölümle anlaşılan şey anlaşılmamıştır ama ölüm gibi güçlü acıları tadan insan da bir bakıma ölmüştür. Ölmeden önce insan sürekli ölüp ölür dirilir. Gerçek ölüm, hayatın gerçeğinin açılması, perdenin aralanmasıdır. Gerçek dirim de ölümün bu mecazi gücünü yitirmesiyle beliren haldir. İnsan, ölüm gibi güçlü bir acıyı, yani ayrılığı aşkla tanır. Ayrılık, her türüyle, aşktan daha güçlü bir ıstırap olarak, bize, yalnızlığı tanıtır. Yalnızlığı tanımaya başladıkça yalnız olmadığımızı anlamaya da başlarız. Allah nasıl elif'le hatta nokta'yla simgeleniyorsa, insan da elif'in gizine erdikçe yani yalnızlığı tanıdıkça, benliğin de tıpkı elif gibi bir bütün olabilmenin mecazi gücü olduğunu da anlamanın eşiğine gelmiştir. Yani tüm harfleri içeren bir elif haline gelmek, giderek noktaya dönüşmek. Azalarak büyümek. Yokolarak varolmak. Hiçleşerek hep haline gelmek. Bütün bunlar, acıyı kendimiz yaşadığımızda, öteki'ne acı vermediğimizde gerçekleşir zannındayım. Yoksa ahlaki bir gerilime neden olacak biçimde, aşkı, aşığı olduğumuz için bir musibet ortamına dönüştürdüğümüzde, yani yüreğimize ekilen o merhamet tohumunu benliğin alt düzeylerinden gelen pis suyla sulayarak çürütmeye başladığımızda, aşk yaşantısını, aşkın doğasına ihanet eder biçimde gerçekleştirdiğimizde yokolarak varolmaktan ziyade sadece yoketmek ve yokolmakla karşı karşıya geliriz. Böylece benliğini veren aşkını almış ardından benliğini de alarak aşkını geri veremediğinden başladığı noktaya geri dönmüştür. İnsan geri döndüğünde kalmayacağına göre, aslında başlangıçtaki yerden gerilere itilmiş ve sonuçta aşkın aşkınlaştırıcı işlevinden uzak kalmıştır. İnsanın geri dönüşüyle birlikte, nereden başlayacağını bilemediği, loş, belirsiz hatta varlık bakımından netameli bir yere yani yersizliğe uğraması halinde yine elinden ya aşk veya aşk gibi güçlü bir acının tutabileceğini de söyleyebiliriz. Aşktan güçlü olan, yalnızlıktır, ayrılıktır, ölümdür ve ölüm de bir kavuşma olduğundan aslında insan hiçbir zaman ayrılmamaktadır. Ayrılığı bu bakımdan, kendi asli doğasının merkezinden ayrılması olarak düşünebiliriz. İnsanın merkezi kalptir. İnsan aşkla buraya doğru hareketlenmektedir. Merkeze doğru ilerleyen ve bunu ancak acı çekerek yapabilen insan, acıyı bal eyleyen bir hidayet yağmuruyla yıkanma şansına erdiğinde sessizliğe gömülmeye başlar. Sessizlik ve durgunluk, asli dilimizde sekinet denilen yetkinlik düzeyinin ilk basamaklarıdır. İnsan bir yandan fırtınaya tutulan ve dalgaları gittikçe büyüyen, kabaran bir denizdir bu yolculukta, bir yandan da kabardıkça içi durulan, ağırlaşan, sakinleşen ve sessizleşen bir göldür. İnsanın merkeze doğru hareketlenmesiyle acıları da büyüyecek ve acının acı olmaktan çıktığı o sabit noktaya yaklaşacaktır. Bu süreci yaşama yönünde kendi çabasıyla Allah'ın inayeti buluşan şanslı kulun, öteki'ne acı verme ihtimalleri de birer birer azalır ve nihayet yok olur. Aşkın kanlı ve kirli bir savaşa dönüştüğü yaşantılarda, iki birey, nefsin aşağılık düzeylerinde takılıp kalmıştır. İşte burada beliren yalnızlık dağıdır. Belki de bir kuyu. Yalnızlık kuyusuna düşmekten hiçbir aşık veya ilişki kurtulamaz. Yalnızlığın acısı, demirin ateşte eriyişi gibi benliği yumuşatır ve insanı yok ederek yeniden yapar. Yalnızlığın korkusuyla egosuna kaçan kişi ise, oradan en vahşi cinayetler için silahları kuşanmış olarak yeniden sipere döner. Artık bir savaş oyununa dönüşmüştür aşk ve aşk adını hak etmeyen, adına ne denirse densin sonuçta bir ahlaksızlığa dönüşmüştür.

Aşkların taşıyıcılarını çürüten, yani onları yalnızlaştıran, ötekileştiren ve birbiri için korkuya dönüştüren tam da budur.

Burada, 'aşkını verip benliğini isteyen'in durumu ise, bu çürüme tehdidiyle yüzyüze gelen, yalnızlığın korkusuyla çaresizleşen vicdanın tepkisidir kanımca.

Yalnızlığın bir imkan olabilmesi için, insanın en güzel anlarının kendisiyle geçen anlar olduğunu bilecek bir ruh olgunluğuna erişmesi gerekir. Böylesi bir yetkinleşme, kendine yetme, kendini fark etme olmaksızın, yalnızlığın bir korku ve kaygı olmaktan çıkması imkansızdır. Sonuçta, yalnızlık ve ayrılık gibi acılar ne yeryüzünden büsbütün kaldırılıyor ne de insan(lar) büsbütün acıya boğuluyor. Bıktırmamak için acıların yüzüne biraz tebessüm sürülüyor o kadar. Bir başka deyişle, Edip Cansever'in dizeleriyle söylersem :

'Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık

Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine

Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi

Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız

Bir yankı :

Durmadan yalnızsınız

Durmadan yalnızsınız.

 

Yazan Sadık Yalsızuçanlar

 

 

2 Yorum


Önerilen Yorumlar

Rinacım onaylamışsa da yalnızlığı,ben imkan olarak sunulan bu yalnızlık imkansızlık olarak görüyorum.

 

"Yalnızlık bir yağmura benzer,

Yükselir akşamlara denizlerden

Uzak, ıssız ovalardan eser,

Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir

Ve kentin üstüne göklerden düşer.

Erselik saatlerde yağar yere

Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar,

Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı

Ayrılınca birbirinden gövdeler;

Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde

Yatarken aynı yatakta yan yana:

Akar, akar yalnızlık ırmaklarca."...tümceleri ne kadar da karartıcı!Aslında tüm bunları okurken aklıma Ali Şeriati geldi...yalnızlığı kader olarak sunan,yanan bir mumun her titreyişinde insanın tükenişini izleyen.

 

''Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim. Yalnızca anahtar

deliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri. Yalnızlık

hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle

gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta.

Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir

leke yalnızlık denilen. Şimdi ne varsa, anahtar deliğinden sızan

havayla ışıkta... (Farkına varsalar, kapatırlar mıydı onu da?)

Bütün belleğimdekileri yokettim. Elektrikli bir aygıyla yaktım,

jiletle kazıdım. Çığlıkların aralığından uçurdum hepsini, kül

edip savurdum.

 

Adımdan gayrısını bilmiyorum. '' diyor Ahmet Telli mısralarında...yalnızlık hiçde görkemli değil;yalnız olmak hiçde insani değil...sonra devam ediyor yine şair...

 

''Zamanı yiyip bitirdi karanlık. Gece yoktu. Güneş çoktan

kömürleşmiş ve yeryüzü yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü.

Yabanıl sesler geliyordu derinlerden ve karanlığı ince bir bıçak gibi

yırtıyordu. Saklayan kırbaç gibi... Acı duvarını aşan bu

sesler, madeni bir gürültüye dönüyor ve yerkabuğunu

zorluyordu artık. Sesim yoktu. Karanlığın karnında yitirdim

sesimi. Kör bir kuyuda unutulan Yusuf'tum belki. Ama

durmadan soruyorlardı. Tanrılar bilmiyordu sordukları şeyleri,

peygamberler büsbütün hain çıkmıştı. Ama yine de soruyorlar,

soruyorlar, soruyorlar...

 

Adımdan gayrısını bilmiyorum.''.....

 

Gecenin karanlığını hiç sevmem,kapkaranlıktır gökyüzü.Sanki kimsecikler görmeyecek seni,kimsecikler sesine ses vermeyecek...yalnız değilim,yalnız değilim...yalnız değilim,karanlıklar beni yalnız bıraksa da...

 

Değerli arkadaşım,kim,ne yazmış derken buraya da uğradım...Bir imkan olarak yalnızlık başlığı çekti beni buraya...ve bütün bunları yazdırdı bana...sağlıcakla!

Yoruma sekme
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.